amerika diye bir yer var mı? : annuit coeptis
"Hayatımız boyunca bize hep aşağılık olduğumuz öğretildi. Küçükken, beyaz ve zenci çocuklarla birlikte kovboyculuk oynarken, kim Tom Mix, Buck Jones ya da Lone Ranger oluyordu? Beyazlar... Biz kimdik? Tonto(1), onun uşağı... Robinsonculuk oynadığımızda, Robinson Cruse kim oluyordu, beyazlar... ya Cuma kim oluyordu? Tahmin edin, kim oluyordu?"*
Kitaptan olmayan bir alıntı ile başlamak çok adetten değil, lâkin abes de değil özellikle bir devrin anatomisini mercek altına yatırıyorsa. 1900'lü yılların başında filipinleri özgürleştirme bahanesi ile 500 bin filipinli'yi katleden, Amerikanlaştıramadığı ve boyunduruk altına alamadığı kızılderilileri, toprak altına gömmekten hiç çekinmeyen bir sistemden söz ediyoruz.
Evet, bahsettiğimiz şey, adı kara parçası ile anılan "amerika" değil elbette ki. Söz konusu durum, sistem ve sistemin yansımaları. 1955 yılında 14 yaşındaki Emet Till, beyaz adam tarafından gözleri oyularak öldürüldü, Emmeti kaçıranlar, onu öldürenler ise serbest bırakıldı. Yine aynı yıl; Rosa Parks isimli bir zenci kadın, otobüste bir beyaz'a yer vermediği için tutuklandı. Sonuç binlerce zencinin sokaklara dökülmesi olmuştu. Yani sene 1955. Oysa ki sistemin her şeyden üstün olduğu amerika bu tarihten 55 yıl önce filipinleri de özgürleştirmeye(!) çalışmıştı. Sonra bu özgürlük histerisi küresel şirketlerle farklı boyutlara taşındı. Soğuk savaş sonrası küresel şirketlerin ağırlığının git gide hissedildiği dönemlerde, "i love NY" tişörtü giyen ama tişörtün üzerinde ne yazdığını da bilmeyen, ihtimal doğudan istanbul'a yeni gelmiş, kırmızı pantolonlu, biryantinli saçları ile doğulu bir genci görüyoruz sultan ahmet camii'nde. Televizyonda ise bildik görüntüler. Yok etmek üzere girdiği ülkede, yok ettiği halklara beyzbol oynamayı öğreten, bununla onlara birlik-beraberlik, takım ruhunu aşıladığını zanneden ve arada bir çevresinde gördüğü kedilerin başını okşayan yumuşak başlı amerikan askeri!. Ne kadar masumsunuz öyle ya. Karşı takım ne kadar sayı atarsa atsın, aslında amerika her zaman önde olacaktı. Çünkü kural buydu. Mesele beyzbol öğretmek değildi nasıl olsa.
Savaşın ilk kurbanı gerçeklerdir. Benzer görüntüleri biz, Körfez Savaşı’nda da izlemiştik oysa. Baba Bush baş aktördü. Hadi hep beraber hatırlayalım: Senaryoda, denize dökülen petrole bulanmış bir karabatak var, elbette ki can çekişiyor. İhtimal, bir süre sonra ölecek. CNN dahil bütün televizyonlarda bu görüntü beynimize kazındı. Saddam'a ne kadar kızmıştı insanlar. İnsanlar'ın gözleri, ölen binlerce ıraklı çocuğu ve onların annesini, babasını görmüyordu. Gördükleri tek şey vardı: "Petrole bulanmış bir karabatak". Sonradan açıklandı ki, görüntü tamamen asparagas. Öyle bir şey hiç olmamıştı o tarihte. Başka bir görüntünün beyinlere kazımak istedikleri manipulasyon versiyonundan başka bir şey değildi. Görüntüler yıllar önce Alaska’da kaza yapan Exxon-Valdez isimli tankerden denize yayılan petrol sebebiyle zarar gören kuşlara aitti. Yani düpedüz aldatmacaydı ve bizler, göz bebeklerimize televizyonlardan yansıyan kan görüntüleri ile beraber bir yalanın içine doğru sürüklenip gitmekteydik.
Biz benzer yalanları, "Wag the dog" adıyla yayınlanan, türkçeleştirilmiş! adıyla "Başkanın adamları" isimli filmde de izlemiştik. Mesleğim icabı nasıl yapıldığını çok iyi bildiğim için bana çok da yabancı olmayan görüntüler geldi ekrana. “Evet, şu kızı oraya koy, arkasına bir ev koy, şimdi eve yangın efektini ver, bir de köprü koyalım, mavi fonda çekilen kucağında kedi olan kızı da görüntülere koyduk mu senaryo tamamdır.”, “Ama hayır, kahrolası siyah kedi olmaz, Bay Başkan beyaz kedi olmasını istedi”, “Arşivlerimizde yok ama”, “O zaman bulun! Bunu akşam haberlerine yetiştirmemiz lazım!”. Yani, amerika kendi düşmanını bir stüdyoda beş dakika içerisinde yaratmış ve gelecek senaryoyu da kendiliğinden oluşturmuştur. Artık bu karelerin altına istediğinizi yazabilirsiniz. Nitekim yazıldı da.
Neyyire isimli küçük bir kız çocuğu ABD Temsilciler Meclisi İnsan Hakları Komisyonu’nun önüne çıkartıldı. Küçük kız gözyaşları içerisinde, gözleriyle gördüklerini anlattı. Iraklı askerler Kuveyt doğum evinde kuvözde yatan çocukları çıkarıp yerlere atmış, bebek katliamı yapmışlardı. Yani Amerika kitle iletişim araçlarını da savaşın içine sokulup, sokaktaki halkı da savaşın içine dahil etmeye çalışıyordu. Kitle iletişim araçları zaten oyunun bir parçasıdır. NBC’nin sahibi General Electric, 1989’da 54.5 milyar dolar gelirinin 9 milyar dolarını askeri malzeme sözleşmesinden kazanmıştır. General Electric’in yönetim kurulu üyelerinin büyük çoğunluğu da Washington Post’un yönetimindedir. Evet, savaş bittikten sonra New York Times’da bir yazı yayınlanır ve meşhur “neyyire” olayı aydınlığa kavuşur. Neyyire, aslında ABD’deki Kuveyt elçisinin kızıdır. Katliamı gördüğü falan da yoktur. Aslında böyle bir katliam da yoktur. Kurmacadır ve tıpkı bütün hikayeler gibi, giriş, gelişme ve sonuç bölümü olan kısa bir hikayedir. Bu kadarla da kalmıyor. Neyyire, Hill and Knowtown isimli bir halkla ilişkiler şirketi tarafından çalıştırılmış ve bu hikayeyi anlatması istenmiştir. Sistem “bizim işimiz başarıyla tamamlanmıştır” derken, Biz Hill and Knowtown isimli şirkete bakalım. Bu şirketin yönetim kurulu başkanı Bush’un eski komutanlarından birisidir. Saddamın korumalarından olduğu söylenen “Yüzbaşı Kerim”, Saddam Hüseyin’in insanlara asit banyosu yaptırdığını söylemiştir. Bu yalan da, “yalanı, yalnızca yalanı ve yalandan başka hiçbir şeyi söylemeyeceğime yemin ederim” kampanyasına dahildir. Körfez savaşı sonrasında Amerika’nın Irak üzerine atmış olduğu 85.000 ton bombanın aslında hedefi vurmadığı yazıldı. Soru şu: “Peki bombalar nereyi vurdu? asıl hedef neydi?”
Savaş sonrası Bush açıklama yaptı: “Saldırı medeniyete karşı düzenlenmiştir bu bir haçlı seferidir”. Bush’un gafları meşhurdu elbette ki, Beyaz saray bunun bir dil sürçmesi olduğunu söyledi fakat buna kendileri de inanmış değildi. Kayda geçen bu söz aslında Huntington teziyle birebir örtüşen bir söz. Medeniyetler çatışması kaçınılmazdır. Orta vadeli gelecekte medeniyetler arası mücadele Batı ile Müslüman – Konfüçyen koalisyonu arasında olacaktır. Pentagon ikiz kulelere yapılan saldırıdan sonra, “Bu saldırıyı 60 devletin gerçekleştirmiş olabileceğinden şüpheleniyoruz” dedi. Yani, Amerika’ya göre neredeyse bütün dünya kendilerine düşman!
Proje bazlı bir çekim için Rüstem Paşa Camii'nde çekim yapıyordum. Muazzam yapıyı hayranlıkla izleyen turistlerle konuşmak her zaman ilgimi çekmiştir. İşin garibi, yapılar hakkında türklerden daha fazla bilgi sahibi olanlar da onlardır. İşin entelektüel boyutu olmasa dahi, alt yapı olarak birikimini eline alıp da Türkiye sınırları içine giren çok yabancı ile karşılaştım diyebilirim. Hülasa, amerikalı bir karı koca ile konuşmam olmuştu. Çok iyi hatırlıyorum, şu soruyu sormuştum; "Amerika dünyanın bir numaralı süper gücü ve özgürlüklerin olduğu ülke olarak tanımlıyor kendisini. Siz bir amerikalı olarak dünya üzerinde gerçekten sevildiğinize inanıyor musunuz?" yanıt şu oldu: "i don't think so".
Katılıyorum size. Ben de hiç zannetmiyorum. Fakat sizin bunda bir suçunuz yok. Siz bir amerikalı olabilirsiniz tıpkı benim de bir Türk olduğum gibi. Fakat bahsettiğimiz konu, sorun olan konu sizin amerikalı olmanız değil, amerikan sistemi. Elbette ki Amerika’nın Irak’ı işgali sırasında ölen Irak'lı arkadaşım İmad gibi, ikiz kulelere yapılan saldırıda ölen insanların da bir suçu yoktu. Saldırının yapılacağı haberinin aylar öncesinden, FBI, CIA ve bilumum yeraltı ve yerüstü teşkilatlarının konu hakkında bilgisinin olmasına rağmen bina boşaltılmamıştı. Nedense sanki birileri saldırının yapılmasını dört gözle bekliyor gibiydi. Pentagon üzerine düştüğü iddia edilen ama kalıntıları asla bulunamayan devasa uçak da işin başka bir garip tarafı. Tabii bu olayın sonuçlarını hepimiz biliyoruz. Amerika, Neocon ve Evangelist zihniyet başlı başına bir tarih yazıcılığı rolünü üstlenmiş, dünyanın dört bir yanında gerçekleştirdiği eylemlerle, tarihin akışını kendi istediği yönde değiştirmeye, Yeni Dünya Düzeni ile birilerini düzmeye çoktan başlamıştı bile.
Bu ideoloji çok da yeni olmayan bir şeydi aslında. Herhangi bir Amerikalı’nın ya da Türk’ün cebinde bulunan 1 dolarlık bir banknotun üzerinde bir piramit göreceksiniz. Masonluğun simgesi olan bu piramitin üzerindeki göze masonlar, “Ulu göz” demekte. Bu göz, hepinizi ve her şeyi görürüz çünkü bizim her yerde gözümüz var anlamında, Piramitin üzerinde ise Latince olarak, “Annuit Coeptis”-“Bizim meselemiz başarı ile tamamlanmıştır” yazmakta. Piramitin altında ise Romen rakamı ile 1 mayıs 1876 tarihi bulunmaktadır. Bu tarih elbette ki sembolik anlamıyla Amerika için çok önemli olan bir tarih değildir. Bu, filmlere de konu olan, en sıkı, en eski mason kuruluşu olan illüminati isimli mason kuruluşu için önemli bir tarihtir. En altta ise yine Latince olarak “Çağların Yeni Düzeni” anlamına gelen “Novus Ordo Seclerum” yazmaktadır.
Yeni Dünya Düzeni, Büyük Ortadoğu Projesi; Pardon, Özgürleştirme Hareketi altında Irak'a her türlü ambargo ile birlikte, bir savaş düzeneği otomatikman yaratılacaktı ardından Afganistan da özgürleştirilecekti ve bu yapıldı, biz de amerika'nın "sadık müttefiki" olduk, bir parça da imf'den para kopartmayı başarabildik!. Ulus olarak biz de büyük(!) başarılara imza atmadık değil hani o zamanlarda. Tıpkı yapıştırma suçlar gibi, ulus olarak elde ettiğimiz başarılar da yapıştırmaydı. Yapıştırma olan başka şeyler de vardı tabii. Kendilerini 1968 kuşağı olarak tanımlayan, iki kere ikinin dört ettiğini bilmeyen, posa ile cevheri birbirinden ayırt edemeyen devrimciler ve değerleri de kapitalizmin içine çekildi. Eminem ile Che guevara – Bob Dylan ile “i love NY” yazan tişört yan yana – Deniz Gezmiş ve Madonna tişörtü aynı poşette “ikisi bir arada 10 liraya” satılır hale geldi. Aslında satılan şey sadece tişört değildi. Kapitalizmin oyunu başka türlü işliyor, palazlanmış devrimciler bir süre sonra küfür ettikleri safların içine rahatlıkla girebiliyorlar, che guevara tişörtünü giymek de, hayatı nasıl kotarırım umudunda doğudan istanbul’a gelen maho’ya kalıyordu ancak. Devrim dediğin şey de zaten onun için o tişörtü giymekten farklı bir şey değildi. Tamamen slogandı yani. Renksiz bir toplum kurmacası, Amerikan rüyası. Evet, evet belki de tam olarak öyle bir şeydi. Her şey sisteme kurban, sistem her şeyi kurban edebilirdi.
“Amerika diye bir yer var mı?”, “Hollywood diye bir yer var mı?”, “Amerika gerçekten Ay’a çıktı mı?”, “Marilyn Monroe isimli bir kadın yaşadı mı?”, “Elvis Presley hala yaşıyor mu?”, “New York diye bir şehir var mı?”, “İkiz kulelere yapılan saldırı gerçek miydi?”, “Pentagonu kim vurdu?”, “Ahmet Kaya ölmedi aslında estetik oldu vallahi Taksimde dolaşıyor” muymuş?, “Türkiye İran olur mu?”, “Peki Arjantin olur mu?”, “Olup da sokaklara dağılır mı?”, “Takımı yenilen bir taraftar da yenilmiş sayılır mı?”, “Futbol kaç kişi oynanır?”, “Conan da Türk’tü”. Biz, mı ve mu’lu sorularla oyalanırken hatta çoğu zaman bunları aklımıza bile getirmeyip, kapitalizmin kirli çarkları arasında ezilip, asgari ücretle bir insanın geçimini sağlaması bile zorken 50 milyarlık arabaya binmek için 80 milyarlık kredi çekmenin yolunu nasıl bulurum hülyası ile oyalanırken, gözümüzün önünde naklen savaşlar oluyor, bir bombanın saniye saniye ilerleyişini izliyor, milyonlar ölürken onları gözyaşları olmadan duygusuz bir şekilde izliyor, tarihe tanıklık ediyoruz. Medya mı bizi duygusuz yapıyor, yoksa kapitalist yaşam şeklimiz mi?. Sorularla mı yaşıyoruz, yoksa kendimize soru sormayı dahi unuttuk mu? Görgü tanığı olup da ifade vermemek de suç elbette ki. Sahi; en azından kendimize dahi olsa hiç ifade verdik mi?.
Mau mau önündeki kalabalığa sesleniyor: “Özgürlük istiyor musunuz?”. “Evet istiyoruz” diye bağırıyor kalabalık yumruklarını sıkmış bir şekilde. “Peki bunun için canını feda edebilecek olan var mı?” diye soruyor mau mau. Kalabalıktan 50 kişi öne çıkıyor. Mau mau onlara sesleniyor: “Az önce yan yana durduğunuz şu arkanızda duran kalabalığı öldürün önce. En büyük düşmanınız onlar olacak.Belki sorulacak en yanlış sorulardan birisi, “Ne olacak bu memleketin hali?” sorusu. Öyle ya biz değişmedikten sonra hiçbir şey değişmeyececkti. Bu soruyu ne zaman duysam, “Senin halin ne olacak peki?” sorusu geliyor aklıma. Ağzımıza uzun yıllar önce aldığımız bu sakız belki de çoktan koktu. Toplumsal patlamaların yaşanmadığı, bu konuda sürekliliğin olmadığı, en az politik arenamız kadar kaypak bir itiraz kültürümüz olduğu sürece şunu söylemek belki de en doğrusu: “Türkiye Arjantin asla olamaz”.
Amerika, yargıçların önünde ifade verecek olan insanlara, “Gerçeği, yalnızca gerçeği söyleyeceğime…” diye yemin ettirir. Ama Amerika bu yemini asla etmez. “nothing personal”, yani kişisel değildir hiçbir şey, sistem vardır ve bu sistem için verilmiş kurbanlardan bahsedilebilir ancak demek isterdim ama bu oyunda kurbanların da ismi geçmez. Amerikan başkanı bir ilkokulu ziyaret eder. Bir sınıfa girer ve öğretmenleri çocuklardan Başkan’a soru sormalarını ister. Bir çocuk parmak kaldırır. “Vietnam’a neden asker gönderdik. Irak’a neden savaş açtık. Başkan Kennedy’i kim öldürdü” şeklinde üç soru sorar. Başkan teşekkür eder, çocuğun adını sorar. “Benim adım John efendim”. Bu arada zil çalar, öğrenciler 15 dakika sonra tekrar sınıftadır. Bir çocuk daha, “Efendim bir soru sorabilir miyim?” diyerek parmak kaldırır. Başkanın onay işaretinden sonra çocuk ayağa kalkar ve, “Vietnam’a neden asker gönderdik. Irak’a neden savaş açtık. Başkan Kennedy’i kim öldürdü, John nerede?” sorularını sorar. İhtimal bu sorudan sonra Jack nerede diye soracaktır Marry.
Çıkarlarına uymadığı anda, milyonları öldürmenin sistemin bir gerekliliği olarak kabul eden Amerika, “Gerçeği, yalnızca gerçeği ve gerçekten başka hiçbir şeyi çarpıtmayacağıma…” diye yola çıkarak tersi hareket etmekten kaçınmıyor. Gerçekler tamamıyla gizlenmiyor elbette ki. CNN’de görev yapan muhabir Arnett 1970 yılında Amerika’nın Laos’ta sarin gazı kullandığını yazmıştı. Tabii bu yazıdan sonra görevine son verildi. CNN haberi geri çekti, özür diledi. Arnett Vietnam savaşı sırasında göndermiş olduğu haberler sebebiyle Pulitzer ödülü almıştı. Arnett Körfez Savaşı sırasında bu sefer NBC muhabiri olarak Bağdat’taydı. Arnett Irak televizyonuna “Koalisyon güçleri başarısız oldu. Amerika’nın planları tutmadı, Yeni bir plan yapmak üzereler” deyince işten atıldı. Arnett gerçekleri söylüyordu oysa ama “gerçekleri, yalnızca gerçekleri söyleyeceğime yemin ederim” cümlesi başlı başına bir yalandı ve yalan söylemek yapılacak en doğru davranıştı Amerika’ya göre.
Malcolm-X, her insanın kendi dünyasını bir hapishaneye dönüştürmesini istiyordu, gerçek kurtuluşun orada olduğuna inanmıştı. Zira, ilk kitabını, ardı ardına sözlükleri orada okumuş, onlardan çok şey öğrenmiş ve kızıl saçlarından orada kurtulmuştu. Hapishaneden çıktığında artık farklı bir insandı. Yüzyıllardır ezildiğinin farkına nasıl olmuşta varamamıştı, kendisi de buna hayret ediyordu. “Siz de düşünce dünyanızı bir hapishaneye çevirin” diyordu bir konuşmasında. “Amerika diye bir yer yok” isimli bu kitap, “Devrim için, öncelikle insanın kendi ruhunda bir devrim yapması gerek” sözleriyle başlıyor. Farklı cümlelerde olsa da, farklı renkten insanların dile getirmiş olsa da, aynı kapıya çıkan, insanı dürten ve ayağa kalk diyen sözler bunlar.
Benzer bir devrimci hareket devrin ünlü boksörü Muhammed Ali’den geliyordu. Vietnam savaşına katılmayı reddeder, lisansı elinden alınır, en büyük desteği yine Malcolm-X’den görür, kendisi de her zaman ondan desteğini esirgemez. Madalyasını denize atan demir yumruklu boksör, müslüman olduktan sonra adını Cassius Clay olarak değiştirir ve “kölelerin zaferi” olarak nitelendirdiği Foreman ile maça çıkar. Foreman da zencidir fakat Ali’ye göre o beyaz bir zencidir, Beyaz Amerika’dır ve bu maç Siyah Amerika ile Beyaz Amerika’nın maçıdır. Bu bir anlamda King-Kong ile dövüşmek anlamına geliyordu. Zira basın her zaman böyle nitelendirmişti Foreman’ı ve bu posterlere bile yansımıştı. Posterlerde Amerikan simgesi Superman ile Muhammed Ali karşı karşıyaydı. Evet, bu sadece bir boks karşılaşması değildi, politik bir maçtı. Ali bu savaştan galip çıkar. Amerika’ya öndüğünde muazzam bir kalabalık karşılar onu, o ise tıpkı ringte olduğu haliyle, kelebek gibi uçuyordu halk arasında. Dilinde ise şu şarkı vardı: “sana sesleniyorum / yüksek sesle haykır / sana sesleniyorum bütün insanlık / ayağa kalk ve onurlu ol / gökyüzüne çevir sesini / ve yüksek sesle haykır / siyahım ve onurluyum / sana sesleniyorum bütün kardeşlerim / ayağa kalk ve diren…”. Dikkatle izlendiği takdirde, Ali’nin o maça vekaleten çıktığı görülebilir. Ali, kendisini destekleyen kardeşleri, halkı için o maça çıkmıştı ve siyahi devrimciler için en iyi malzeme oydu ve esas kazanan onlar oldu.
İntifada ile başlayan taş atma hareketi, Davut ve Golyad benzetmesini de beraberinde getirdi. “Karayiplerde bir kelebek kanat çırpsa, Çin’de bir kasırgaya neden olur” tezi, kaos teoreminin de bir özeti. Kaos salt karmaşa değil, aynı zamanda bir çözümdür. Rosa Parks’ın tutuklanması ile beraber gelen zenci hareketi bir kaosu da beraberinde getirmişti. Ülke çapında büyük bir boykot düzenlendi, Hiçbir zenci otobüse binmeyecekti. Çok değil, ilk günden büyük etki yarattı böylesi bir boykot. Bir zencinin kurabileceği en büyük hayal, otobüs biletçisi, garson ya da bir ayakkabı boyacısı olmaktı Sistem daha fazlasını düşünmelerine imkan bile tanımıyordu. Bu teze en iyi örneklerden birisi de Henry David Thoreau’nun Sivil İtaatsizlik isimli makalesidir. O da aykırı kişiliği ve sivil itaatsizliği sonucu, kelle vergisi ödemeyi reddedenlerdendi. Yazmış olduğu makale öylesine derinden etkiliydi ki, Hindistan’ın bağımsızlığına dahi vesile oldu diyebiliriz. Makale’nin Hindistan’da yayınlanmasından sonra bir tür yaptırım hakkı elde eden Gandhi açlık grevleriyle beraber ülkesini İngiliz sömürgesi olmaktan kurtarmıştı. Kölelik karşıtı olan Thoreau, kelle vergisine de karşı olduğu için, hapse atılır elbette ki. Kendisine hapishane arkadaşı Emerson eşlik eder. İlk karşılaşmalarında Emerson, Thoreau’ya neden içeride olduğunu sorar. O da Emerson’a cevap verir: “Sen neden burada değilsin Waldo?”. Bizde durum çok iç açıcı olmadı hiçbir zaman. Sürekli aydınlık için bir dakika karanlık eylemleri yaparken, ülke sürekli karanlığa gömüldü. Susurluk unutuldu, Gladyo hiç akla bile gelmiyor artık. Biz günlük süzme gündem başlıklarla oyalanırken, düzenlediğimiz kitlesel eylemler de sürekli bayram havasında, çalgılı zurnalı, üniversite öğrenci şenliği havasında geçti ve adımlarımız çözüme yaklaşmakta çok yetersiz kaldı. Harç için eylem yapanlar eylem sonrası harçlarını kuzu kuzu ödedi, başörtüsü eylemi yapanlar bir süre sonra ya başlarını açıp eğitime devam etti, ya da uyduruk takiyye peruklarıyla sistemin çarkları arasında ezilmeye devam etti. “Yapma Henry ver de kurtul vergini” diyen arkadaşlarına tezat, Thoreau hapse girmiş ve kitlesel bir sivil itaatsizliği körüklemişti oysa. Bir kelebek kanat çırpmış ve kasırgaya neden olmuştu.
Bir başka özgürlük safsatası da, halklara verilecek özgürlük(!): Bu özgürlük tanımına göre, örneğin Burka giyen bir Afgan kadını, eşiyle ya da nişanlısıyla sokakta el ele dolaşabilecek, sinemaya, okula gidebilecekti. Yani özgürlük tanımının altı da üstü de bu. Bugün özgürlük ve adaletin (özgürlük ve adaleti simgeleyen iki heykel de kadındır Amerika elinde terazi tutan kadına her gün tecavüz etmektedir) ülkesi olarak lanse edilen Amerika Yalanlar Devleti’nde 42 milyon yetişkin okuma yazma bilmiyor. 52 milyon kişi, okuyor fakat okuduğunu anlayamıyor. Bunlardan birisi de George W. Bush, yapılan araştırmaya göre sözlükteki kelimelerin üç binini başkanlık yaptığı süre boyunca hiç kullanmamış. IQ’su ise bir ilkokul öğrencisinin IQ’sundan sadece 10 fazla. Amerika’da okuduğunu anlayamayan ve okuma yazma bilmeyen kişilerin büyük çoğunluğunu kadınlar teşkil ediyor. Özgürlük heykelinin olduğu New York kentinde tecavüze uğrayan kadınların sayısı her üç ayda bir 500’ü buluyor. Amerikan Ulusal Kadın Örgütü’ne göre, ABD’de günde 30’un üzerinde kadın saldırıya her dakikada bir kadın tecavüze uğruyor. 170 bin kadın gebelik süresince kocasından dayak yiyerek ölüyor. Bu rakam Vietnam savaşında toplam ölen asker sayısına eşit. Evsizlere ait rakamlardan, intihar edenlerden, cinayetlerden hiç bahsetmiyoruz bile. Bu rakamlar ışığında “çağdaş olmak” ve “haklardan” bahsederken sahici haklardan çokça bahsetmeye gerek yok. “Haklarınızın kıymetini bilin, bakın Afgan kadınlarının hiç birisi bunlara sahip değil” Neden Amerikan kadınlarının haklarından değil de Afgan kadınlarının haklarından bahsediliyor ve bunu bir savaş sebebi yaparak kılıf uydurmaya çalışıyoruz. Neden Meksikalı kadınların okuma haklarından, yaşamsal haklarından, sosyal statülerini savunan zapatistler terörist ilan ediliyor.
Kitabı okuduktan sonra bir kez daha gerçeklerle yüzleştim. Umuyorum ki, bu kitap ile sizler de gerçeklerle bir kez daha yüzleşeceksiniz. Kitap, Şef Seattle’ın ABD Başkanı’na mektubu ile bitiyor.
“… Gökyüzü nasıl satılır, ya da satın alınır, ya toprakların sıcaklığı? Bunu tasarlamak bize yabancıdır. İnsan havanın tazeliğine, suyun şarıltısına sahip olamazsa onu nasıl satın alır? …Beyazların ölüleri yıldızların altından geçmek için uzaklara giderken doğdukları toprakları unuturlar. Fakat bizim ölülerimiz bu büyülü dünyayı asla unutmazlar, çünkü o kızılderelilerin annesidir. …Beklenmedik bir yağmurdan sonra ırmaklar nasıl yataklarından taşarsa, siz de çok geçmeden bu toprakları dolduracak, her tarafa taşacaksınız. …İnsanlar toprağa tükürürlerse kendi yüzlerine tükürmüş olurlar. Biliyoruz ki, toprak insana değil, insan toprağa aittir. …Ben beyaz adam tarafından bırakılmış çürümüş binlerce bizon gördüm. Ben bir vahşiyim ve demir atın (lokomotif) sırf hayatta kalmak için öldürdüğünüz bizondan daha kıymetli olduğunu anlayamam. Hayvanları olmadıktan sonra insanın ne kıymeti vardır. … Beyaz adamın da bir gün keşfedeceği bir şeyi şimdiden biliyoruz. Bizim Tanrımız da aynı tanrıdır. Sizler belki bizim topraklarımıza sahip olduğunuzu düşündüğünüz gibi ona da sahip olacağınızı düşünüyorsunuzdur fakat buna muktedir olamayacaksınız. O insanların Tanrısıdır, kızılderelilerin de, beyazların da. Bu topraklar onun için kıymetlidir. Onları yaralamak, onların yaratıcısını hor görmek demektir…”
Yazar anlaşmalarında yazar ve yayıncı arasında genel bir kural vardır. “Yayınlanan yazılardan yazarlar sorumludur”. Okuyucum ile de bir anlaşmam var: “Okuduklarınızdan sorumlusunuz”. Omzunuzun üzerinde taşıdığınız başınızdan, iki elinizden, yürüyen ayaklarınızdan, Televizyon izleyen gözlerinizden. Bir zamanlar; tarihi, kitaplardan okurken, şimdi naklen yalanlarla süslenmiş olarak izliyoruz. Bizler tarihe tanıklık ederken, gözyaşlarımızı tutamıyoruz bunlardan yana sorumlu olduğumuzu aklımıza dahi getirmiyoruz. Fakat biliyorum ki, gözyaşı suçun rengini asla soldurmaz. Okuyucum; “gözyaşlarınızdan da sorumlusunuz”. Eğer ağlamıyorsa gözleriniz, ondan da sorumlusunuz. Kitapla kalın.
Amerika diye bir yer yok!
Birey Yayınları, Haziran 2004
Murat Zelan
Yayın No:170 / 208 sayfa
ISBN: 975-264-005-2
* Malcolm-X, 1957, New York Mabedi konuşması (FBI raporlarından).
1- Tonto, İspanyolca’da “aptal” anlamına gelir.
Mustafa Nazif