Published Salı, Nisan 17, 2012 by borges defteri. 

Bir şey söyleyeceğim sana
-seni dinliyorum!
Ölmek üzereyim.
-bunu duymaktan dolayı çok üzgünüm.
Yaşlanıyorum.
-bu daha da kötü.
Evet, kötü, ben sandım ki kendi
durumundan bir haber ileteceksin.
O zaman ne? Çok üzgünüm.
-habersiz bırakma beni, yeni bir şey olursa bildir.
Tamam. Bildiririm.
-iyi ve dingin kal.
Sen de.
-kendini kolla.
Sen de.
Şiir: David Ignatow (1914 - 1997)
Çev. Borges Defteri & Poetic Mind
Published Pazar, Nisan 15, 2012 by borges defteri. 

Ey benim İyim! Ey benim Güzelim! Yalpalanmadan yürüdüğüm acımasız bandomızıka! Cinlerin işkence çarkı! Hurra, duyulmadık yapıt ve anlı şanlı beden, ilk kez! Çocukların gülüşleriyle başladı, bitecek onlarla bu. Kalacak bütün damarlarımızda bu ağu, dönerken bandomızıka, eski uyumsuzluğa kavuştuğumuzda bile. Ey şimdi bu işkenceleri hak eden bizler! Getirelim özlemle yan yana, yaratılmış bedenimiz ve ruhumuza verilmiş o insanüstü sözleri: O sözleri, o çılgınlığı. İncelik, bilim, şiddet! Söz verildi bize iyilik ve kötülük ağacının karanlığa gömüleceği, zorba dürüstlüklerin sürüleceği, arınmış sevdiğimizi alıp götürelim diye. Bazı iğrenmelerle başladı bu ve bitiyor,-emanet edemeden bizi o sonsuzluğa hemen,-bitiyor kokular bozgunuyla bu.
Çocukların gülüşü, kölelerin suskunluğu, erdenlerin sertliği, buradaki biçimler ve nesnelerin ürpertisi, kutlu olsun anısıyla bu uyanışın. Hoyratça başlamıştı bu, alev ve buz meleklerle bitiyor işte.
Küçük esriklik uyanışı, kutsal! Bize ödül verdiğini maske karşılığında ancak. Onaylıyoruz seni, yöntem! Dün, biz yaşatan her birine ün ve şan verdin, unutmuyoruz. İnancımız var ağuya. Ömrümüzü tümüyle verebiliriz her gün.
İşte Canakıyıcıların* vakti.
Arthur Rimbaud
*Rimbaud, "Esriklik Sabahı"’nı afyon yuttuğu bir anda yazmış. Canakıyıcı, Fransızcası “assasin”: Fransızcaya Farsçadan geçmiş(haşhaşi). Adı Avrupa’da duyulan Hasan Sabbah fedailerinin bilinçlerini bulandırıp düşmanlarını öldürtmek için, fedailerine afyon ya da esrar içiriyordu. Böylece “haşhaşin” ya da “haschischin” -"assasin", canakıyıcı olarak Faransızcaya girdi. Rimbaud sözcüğün çift anlamını kullanmış.
Published Çarşamba, Nisan 11, 2012 by borges defteri. 

SÖZ’ÜN TÜL DANSI
Doxa’nın dedikleri…
Herkesin vardır bir kuytusu. Benimki söz. Zulam.
Oraya sakladım. Seni…
Sen bilmezsin Doxa’yı. Belli belirsiz bir tebessüm gibidir varoluşu. Sezilebilir ama asla emin olunamaz ondan yana. Konuşmaz, sesini duyan olmamıştır hiç. Söyler ama yine de.
( Kurduğun bir cümle gibiyim nicedir. Büyüsünü saflığına gizleyen…)
Onu son gördüğümde yüksek bir yerdeydi. Epeyce yüksekte. Rüzgârın uçurduğu etekleri bacaklarına dolanmış; heybesindeki ağırlıkla, o tepeye güçlükle ulaşmışlığından soluk soluğa kalmıştı. Yanaklarında ateş, gözlerinde bir başka ateş vardı ve avuçlarını sıkıca yummuştu. Ellerinin ayasında sakladığı neydiyse, onu rüzgâra verecek gibiydi. Nefesimi tutup bekledim. Vaadi hoşnutlukla karşılayan rüzgâr şiddetini artırırken, Doxa kollarından birini ileri uzatıp, avucuna gizlediğini serbest bıraktı. Onlarca sözcük yükseldi göğe ve salınarak danslarına başladılar.
(Yaşamak, başkalarının niyetleriyle örgü örmektir, diyor bir adam. Tenha bir bahçede seni örüyorum’u okumuştum bir zaman bir de. Ağlarını ören kaderden bahsedilir ya kimileyin, aklıma annem geliyor. Siz yaşamaya dalmışken başınıza gelenler o’nun işidir, derdi kaderin yaramazlığından dem vururken. Bense tüm bunları bilmezmiş gibi, ördüğün söz’ün bir ucundan yakalayarak dolaştıkça dolaşıyorum; kördüğümlerden korkmadığımı hatırlatıp, hatırlayarak. Biteviye…)
Sözcüklerin rüzgâra kapılıp süzülüşlerini izlemenin büyüsüne kapılan bendim, Doxa ise hala bir görünüştü. Gözlerimi uçuşan sözcüklerden ayıramadığımdan, diğer kolun havalandığını, ikinci bir dansın başlamak üzere olduğunu fark edemedim.
(Nicedir söz’üme dair fikrim hep aynıydı: “ sana demedim ama istersen alabilirsin.” Ya da “ kimseye demedim ama isteyen alır.” Şimdi ise, tüm söz’üm sana yöneliyor elimde olmadan. Bilsen, alır mıydın?)
Memnuniyetle aldı rüzgâr kapısına bırakılan sözü. Savurdu, döndürdü, ıslığına katık etti; bakışlarımıza aldırmadan götürebileceği kadar uzağa götürdü. Kendinden memnun Doxa, eğilip heybesine rüzgârına verecek yeni dansçılar aradı. Arayışın sonlanmasını sabırsızca beklerken yüreği gümbürdeyense bendim. Aldığı hediyeye minnettar olması gereken rüzgâr, açgözlülükle savurdu Doxa’nın eteklerini. Soluklanıp, gelecek olanı bekledim.
( Akıl, kaçınılmazca, nesneler yaratırmış kendi kendisine. Bu yüzden her düşünenin bir tanrısı varmış. Öyle diyor bir büyük zihin. Haklı olmalı ki, düşündükçe söz’ünü, tanrım oluyorsun harf harf…)
Sen bilmezsin Doxa’yı. Saklı bir matemi ima eden söz gibidir varoluşu. Sezer ama konduramazsın. Rüzgâr sert esiyor, dediklerini duyamazsın.
( Söylemek ya da hepten susmak mümkünken, mırıldanışlarımı sağa sola savurdum. Umdum. Sonunda anladım ki, sözcükler yeterince, yetkince, gönlümce susmayacakları gibi söylemeyecekler de. Hiç. Böyle.)
Kerelerce ellerini daldırıp çıkardı Doxa heybesine. Önce avuçladığı sözcükleri sıkıca tuttu bir süre elinde, sonra bıraktı dans edip süzülsünler diye. Bu seyirliğin iki izleyicisi, rüzgâr ve ben keyfi uzatmanın yollarını aradık kendi yöntemlerimizle. Rüzgâr yükseldikçe yükseldi, ben elime geçirebildiğim kadar söz’ü ceplerime tıkıştırdım. Doxa’nın heybesi boşaldıkça doluyor gibiydi ve kimsenin bundan şikâyet ettiği yoktu.
( “Yazmak ben’den o’na geçmektir.” cümlesi aklımdan çıkmıyor. Yazmak ben’den o’na geçmektir… Yazmak ben’den o’na… Ben’den o’na… Ben’den… O’na… Aklımdan çıkmıyor işte, ne yapayım!)
Sen Doxa’yı bilmezsin.
( Ondandır ki, evren koskoca bir yazı defteri… Yazmak… Ben’den… O’na…)
Doymazdı ya şu rüzgâr, heybesi boşaldı Doxa’nın. Avuçlarını son kez açıp kapadığında savrulan sözcükler, dansın kapanış selamını benim ayaklarımın dibinde yaptılar. Bu son sözcükleri okuma gereği duymadan cebime tıkıştırırken selamladım Doxa’yı. Rahatlamış tebessümünü bana değil, rüzgâra göndermiş olmasına ise hiç kızmadım.
( Hiç iletilmemiş söz gibiyim… Biri beni söylese ya…)
Kimse bilmez Doxa’yı…
Melek Ekim Yıldız,
MEY
Published Cumartesi, Nisan 07, 2012 by borges defteri. 

ANLAM KAZICILARI, ADALAR VE KÖPRÜLER
Köprüleri vardır anlam kazıcılarının. Bir öncekinden sonrasına adalarını; denizlerine koyduğu taşlarını birbirine bağlayan incecik köprüleri vardır ki; anlam kazıcıları eskisinin içinden doğanı, bu incecik köprünün üstünden taşırlar ve yeni bir ada yaparlar denizlerinde; doğması için yeni adaların... Sonsuzluktur bu. Sözcüğün sözcükle, anlamın anlamla ürediği ve büyüdüğü bir sonsuzluk...
Anne gibi değildir...
Her doğuran asla anne değildir.
İlla benzetmek gerekiyorsa; harflerden, hecelerden, sözcüklerden oluşan kalabalığıyla, belki biraz benzerler deryanın içine, hücre bölünmesi çoğalanlara; ilklerin diyarına.
Anlam kazıcısının hem içinde, hem de dışındadır o.
İçselleşmiş, samimi; sözcüklerinin çırpınan kalpleriyle bir senfoni orkestrası gibi hem ritimli, hem de anlamlı; çok hücreli bir canlıdır artık o. Hem acı verir, hem de sevinç.
Anlam kazıcıları öldüğünde, çok güzel adalar bırakırlar gerilerinde. Onları birbirine bağlayan incecik köprüleri keşfetmek de, arkalarından dua gibidir... En güzelidir! Hüzünlüdür! Sevgi doludur.
AŞKIN UFUK HALİ
Dünyanın hali;
matemin tam ortasında
kımıldayınca suyun kalbi
düştüm yine sözcüklerin deryasına.
Seçmece...
İçi kırmızı
dışı felaket
dizelerden dalgalar
yıkıldıkça üstüme
sıyırıp gönlümü
aldım eynime
ışığın karanlığı sildiği anı.
Yayıldım serin gölgesine.
Aşktı uzayan
akşamla kavuşan.
Açıldıkça
açıldım bir gül gibi.
Dünyanın hali;
matemin tam ortasında
pupa yelken bir kalbi
üfledim uzaklara.
Zaten sevmenin en güzel hali
aşkın ufuk hali.
Geçmişiyle çırpınanların
uzaklıktır umudu.
Geleceği ise
deryanın en dibi.
Karışır orada kum gibi
sevdanın binbir hali.
Pul var orada!
Parıltısıyla yakamoz var;
kırılmayı bilen.
Tutunmayı bilen yosun var.
Aşk var orada, aşk!
Suyun her titreşiminden bir şarkı
her zerreden bir canlı
kalbime kan gibi dolan.
Uzaklık var orada!
Dünya'nın hali,
matemin tam ortasından uzakta
bir uzaklık var
şifalı bir su;
derdime derman.
Süha Tuğtepe
Published Çarşamba, Nisan 04, 2012 by borges defteri. 

Kimin yaşadığı değil burada
kimin öldüğü mesele;
ne zaman öldüğü değil
nasıl öldüğü;
bilinen büyükler
değil
bilinmeden ölen büyükler,
ülkelerin tarihi
değil
insanların yaşamları.
öyküler düş,
yalan
değil,
gerçek değişir
insanlar
değiştikçe,
gerçek dengeye erince bir
insanlar
ölecektir
gerçek olup
çıkacak
böcektir
ateştir
seldir .
CHARLES BUKOWSKI
İngilizce’den çeviren: Mustafa Ziyalan
Published Pazar, Nisan 01, 2012 by borges defteri. 

Güven duygunuzu ne zaman yitirdiniz?Hatırlıyor musunuz? Ve bir insan güven duygusunu neden yitirir? Yüzümüze gülen biri çıktığında acaba ne istiyor diye düşünüyor muyuz?Neden böyle oldu bu toplum? Kim itti bu güvensizlik badiresine insanları? bu cehennem şölenini kim hazırladı? Ne ka+(dar) zamandır bu b(öyle)? ( x ,+,-, # /= ).
Böyle yaşanabilir mi? Kısa bir süre belki böyle şeyler duyabiliyor insan. Çok yakınındaki bir kişiden hiç ummadığınız bir tümce çıkabiliyor, veya bir darbe yediğinde böyle hissetmek de son derce doğal aslında.Ben de ara sıra güven duygumu tamamen yitirdim, hep yanı başınızda olacağını sandığınız prıl prıl bir sevgiliyi, bir insanı kaybetmek..o yıllarda bile inançlarım hiçbir zaman isyan ettirmedi beni, ancak sallandığımı inkar etmiyorum, içime tıkadığımı da, belki bu günlerde ödediğim bedel işte o içe tıkamaların getirdiği acıyla beraber dışa vurumudur. Daha sonra da inandığım insanlar oldu, hiç karşılıksız, tümüyle açık, sevgiyle yıllarımı verdiğim kişiler. Benim inancımda “insan iyidir” hep. Nietzsche’ye kalırsa “iyiliğin” kökeni zayıflıktan geliyor, ben böyle düşünmüyorum, bu nedenden dolayı belki, “gönüllü gitme” “yeryüzünü terk etme” fikri hep saçma geldi bana. Bazı insanlar eğer “biraz daha az iyi”lerse bu onların sorunudur. İyiden, kötüden ne çıkarsama yaptığımıza bağlı kalarak. Yanılan kendileridir, karşısındakini yanılttığını sanan insan kadar zavallı biri var mı? Ona sadece acımak gerekiyor.Yürüyoruz ve "yürümek" başlı başına bir bela umman. Yaşam yolu bana sorarsanız izafi, ancak içinde yaşarken dünya zamanıyla öyle pek de kısa değil, uzay düzleminde bir hapşırık süresi kadar kısa olsa gerek! Çoğu zaman hiç ardımıza bakmadan yürüyoruz, gelecek önümüzde. Geçmişimizde insanlar bırakıyoruz. Bazısı yoruluyo, yaralanıyor, acı duyuyor, isyan ediyor. Kimisi ardına bakmadan yürüyor. Hangisi yanlış, hangisi doğru?Kime göre yanlış ? ya da doğru? Dediğim gibi ben yanılmıyorum, insanlar iyidir(!!!) ve bizler her kötü olayda bile bir şeyler öğreniyoruz.Görüyoruz,bakmıyoruz! Deneyim kazanıyoruz, çünkü olağan üstü durumlar insan ilişkilerinin aynası oluyor bir anlamda. Özel bir durum yaşadığınızda dostlarımızın davranış ve tavırları size çok önemli ipuçları veriyor.Bu durumlarda o dostlarımızın “dostlukları” ve kaygılarından dolayı dünyanın en güzel iki sözcüğüyle teşekkür etmek bile az gelir. İstanbul’dan yola çıkarken bir “susku ve sükun ovasının ” yolcusu dostum, tüm zor anlarımda bir milyon cc’lik güç kaynağı işlemi gören bir mektup verdi bana. Her uyandığımda yarı uykulu gözlerimle o satırları okudum. On bin yıldan fazla bir süredir ki söz üzerinden dönüyor dünya, özün kemale erdiği an. Defter arşiviyle paylaşacağım bu mektubun tamamını, her, “ama her neredeysen” (kendi deyimi ile) çok iyi olman dileğiyle candostum.
mektuptan kısa bir bölüm.
(“ ..birde yolcu kimdir dedin.Yolcu, yola düşen ve aslından haberdar olandır. Yolcu, yoldaki konakları hızlı geçen, dumandan arınmış ateş gibi varlığını yakıp arınan insandır, tıpkı çevremizde bizim seçtiğimiz dostlarımız gibi sevgili Sur..”)
Sufi.
Heav.en.ly:
Düşünmeden,acımadan,aldırmadan
yüksek duvarlar örmüşler dört yanıma.
Anlamadım bunca duvarlar nasıl yükseldi.
Ses soluk işitmedim. Sezdirmeden kapadılar beni dünyanın dışına.
Yol ve İthaka‘nın anlamı çok sonra uğradı bu Sufi’ye:
Bana bu zamansız yolculuğu verecek sanki İthaka .
O olmasaydı da çıkacaktım sedef,kehribar yoluna,
“Zaman az,
acımasız
ne öğrenebilirsen öğrenmeye bak bilgelerinden.”
( uzaklara selam olsun)./Sufi.