
Uzun ve yorucu ama bir o kadar zevkli ve verimli bir Nietzsche(tüm yapıtları) okuma sürecinden sonra , tek bir cümle çıktı dilimden : “Dünya mı? Cehennem gerek..”! Küçük okuma notlarımın bir ucuna silik bir kalemle not düşerek oracıkta uykuya daldım. O gece rüyamda Wagner’i gördüm uzaktan bir fotoğrafı gösteriyordu, belli belirsiz, sonra oldukça absürt bir ses her yeri kaplıyordu: “ne o saçların kırık kırık mı görünüyor? Dert etme ..marka şampuan kullan, düzelir”! Hiçbir şeyin düzeleceği yok bay Wagner, her şey sil baştan yeniden başlıyor benim için, içinde, içimde dehşet bir cehennemle beraber, sonra Andre Malraux çöküyor duvarın dibine ve “ işte fotoğrafta gördüğün adam Marx’la beraber 20. Yüzyılın düşünce temel taşlarını oluşturan kimsedir, dikkatli bak yüzüne” dedi ve çekti gitti. Uyandım mı? Hayır! Hepimiz hala derin uykudayız, uyanmamız hiç bir zaman istenmedi, uyanmamamız için her şey yapılıyor. Olsun, yinede hem Marx hem Nietzsche, hem tüm divane Sufiler, ötekiler, ötekileştirilenler bizimdir, bizdendir, bizdedir.. Nietzsche’nin kendisi ise yaşadığı zaman diliminde, yazdıklarının anlaşılıp anlaşılmadığı sorusu karşısında : “ Bu sorunun zamanı değil, daha çok erken, bazı kimseler ölümlerinden çok sonra doğarlar, yaşamı ve eğitim sorununu benim algıladığım gibi algılamaya daha çok var, belki tek bir yapıtım için, örneğin “Zerdüşt böyle buyurdu” için üniversitelerde kürsüler kurulacak” diye yazar. İşte insanoğlunun daha dün adım attığı üçüncü bin yılın eşiğinden onun ortaya attığı sorularını ve yanıtlarını bir kez daha düşünmek zorundadır bunun için hala çok geçerli nedenler var. “Neden ama?” diye bir soru gelirse şunu söyleyebilirim. Nietzsche politik alanı hep çok hakir-alçak bir alan olarak gördü. Kendisi bu alandaki görüşlerini mükemmel biçimde sıralar: “ Yeryüzündeki hiçbir politik anlayış ve hiçbir devlet veya politik düzen, hak, hakikat veya felsefeden, kültürden, marifet ve bilimden yana olmadı, her devlet ve politik düzen, güç erki öyle bir politik kültürden, öyle bir marifetten yanadır ki amaçlarının izleğinde olsun, onun çıkarlarına hizmet etsin” , sonra ilginç bir dileğini dile getirir: “keşke tüm devletler filozofları kendi hallerine bıraksalar… güç erkinin hizmetindeki bir düşünür ya da filozof iktidardaki sınıfın sözcüsü olur, onların hizmetinde düşünceler üretir ki bu da artık felsefenin felsefe, filozofun filozof olmaktan çıktığı andır”. Politik gidişat hakkındaki en ilginç görüşü ise şu sözlerde özetlenir: “Bir toplumda eğer sıradan halk günlük politik gidişata kilitleniyorsa ve ondan söz ediyorlarsa, bu şunu gösteriyor ki politikacılar işlerini düzgün yapmıyorlar! İyi yönetilen bir toplumda ve politik düzenin düzgün çalıştığı bir yerde herkse kendi alanıyla içten ve olduğu gibi ilgilenme hakkı doğar ve yaşam kalitesi dahil, maddi, manevi ne varsa tüm alanlarda yükselişe geçer, toplum ve bireyler olağan ve doğal akıştan saparak günlük politik çekişmelerde kaybolmaz, boğulmaz.” Sanırım burada Nietzsche ile Platon aynı düşünceyi paylaşıyorlar, çünkü Platon da benzer bir sonuca varır: “Herkes kendi işine bakmalı..”. Nietzsche, içinde yaşadığı toplumu derinden eleştirdi durdu, o sözlerin çoğu bugünkü toplumlar ve insanlığın gidişatı için önemlidir. Makineleştirilen yaşamlar ve duygu, yaratıcılık yoksunu bir gidişat karşısındaki tıkanıklıklar. Onun o can alıcı sorusu karşısında yanıtımız nedir: “ gücün şer eksenli olmasına rağmen, hanginiz ondan vazgeçebilirsiniz?
Nietzsche’nin etkisi sadece felsefi akımlarla sınırlı değil, Psikiyatri alnında Jung ve Frued’u da derinden etkiler. Edebiyata olan etkisi ise tartışılmazdır. Varoluşçuluğun temel taşında ne kadar etkinse, bugün belirli çevreler onu Postmodern düşünür olarak görmeyi tercih ediyorlar ki tartışılmaya oldukça açık bir çıkarsamadır. Nietzsche ve postmodernizm ilişkisini ilk dile getirenlerden birisi Foucault’dır. “Kelimeler ve Şeyler” kitabında şöyle der: “ Bize burada, aynı anda hem vaat, hem de görev olan geleceği sunan Nietzsche, çağdaş felsefenin düşünmeye oradan başlayabileceği eşiği dikkat çeker; bu gelecek, kuşkusuz, felsefenin üzerine uzun zaman sarkmaya devam edecektir.” Foucault’ın bu görüşü tartışılmalı, çünkü Nietzsche hiçbir zamam kapsayıcı ve bütüncül bir soykütükçü kurama sahip olmadı, hatta onun sistematik tarih yazımı yöntemi bile sıkı bir irdelenmeye gereksinim duyar.
Nietzsche’nin en büyük katkısı yapıtlarını kaleme aldığı Almanca dili olmuştur.
Onun tüm yapıtları bugüne kadar birçok akademik çalışmaya konu olurken, her çalışma, her yazı ve onun çevresinde kaleme alınan tüm yazılar(dünyanın hemen hemen bütün dillerindeki üretimlerden söz ediyorum, ama ne yazık ki en az üretim yapılan dillerden biri de Türkçemizdir) yeni açılımlara sürüklüyor okurları. Tıpkı Zerdüşt’ün ilk bölümündeki o son konuşmanın nasıl da güneşin huzurunda yapıldığı gibi. Güneşin mutluluğuna duyduğu heyecan aslında iç cehennem yolculuğuna karşı duyulan heyecanın da ip ucunu aktarır, kendi bilgeliğini paramparça ederek başka bir varlığa bağlılığını bildirir. Zekanın nasılda ölümcül bir tehlike olduğu varsayımını işaretler. Onun önce kendisi, sonra sıkı okurunun çevresinde ördüğü ağ işte o sözünü ettiği “üç düşünür bir örümcek” eder denklemine eşittir: “ her felsefe tarikatında üç düşünür birbirlerini sırayla ilişki içinde izlerler: birincisi kendi bünyesinden özsuyunu ve tohumunu üretir, ikincisi bundan ipler eğirir ve yapay bir ağ örer, üçüncüsü de bu ağın üstünde, buraya düşecek kurbanları bekler- ve felsefeyle sürdürmeye çalışır geçimini.”
Enis En
Fotoğrafla ilgili kısa not: Nietzsche'nin hasta yatağında ve ölümünden çok kısa süre önce çekilmiş fotoğrafını bir dostum gönderdi. İşte bu fotoğraf tüm algımı, okumalarımı alt-üst etmeye yetti. Bakışındaki gizemi, içine kapanışı ve çevresindeki tüm nesnelere vedası! Ve Cehennemle o şahane buluşması, üstelik 7000 yıllık birikime meydana okurcasına bunu yapmak. (e.e)