
“ben gördüm, burada gördüm.
gözlerimle gördüm.
dağın taşın yandığını gördüm..”-Ferit Edgü(Yaralı Zaman-Sel Yayınları, 2011).
“ ve tüm reddedilmişler, canı yanmış bir
sürü kadın erkek, bindiler bir gemiye..”- Stephen Vincent Benet
Can alıcı soru, elbette ki tiz ses cinsinden: ‘ama nereye doğru ve o gemi şimdilerde nerede?’ sorusudur.
Hangi bilinmez limana demir atmış? Ve bunca yarayı, tutunamayanı, acıyı, yoksunluğu, ıstırabı kim hangi gemiye yeniden yükleyecek? Kendi yurdumuzda(n) sürgün edilmiş, örselenmiş, yok sayılmış varlıklar, yaşamlar, diller, kültürler, mozaiklerin nerdeyse tümüne terk edilmiş adalar gözüyle bakılıyor.
“sesimi sordum insana
belli ki o da unutmuş,
bir sesim olabileceğini..
halen şaşkın,
bakıp duruyor aynama..”- S. Tuğtepe
Ya dünyanın hali?
Bir zamanlar aydınlanma kapılarını aralayan, hatta en ölgün haliyle geçmiş yüzyılın felsefi-edebi parıltısı, birikimi bir yana, Batı kıtası bugünkü, yeni yüzyılın ilk girizgahında tarihin neresinde duruyor, neresinden karşılıyor insanlığı, görünen, görünmeyen biçimiyle? Mevcut haliyle, totaliter hapishane gardiyanlarının her şeyi gören gözlerinin hapsinde kıvranan tecrit edilmiş bir yerde yakınlık ve bağlılık duygusu oluşturamayacak kadar lekeli ve sığdır artık.
Rusya’da büyük toplumsal çalkantıların yaşandığı 1917 yılından itibaren çok şey kabuk değiştirdi. Halkların kendi iradelerine sarılmaları, azınlıkların kendi yaşam biçimlerine sahip çıkmaları, cinsel özgürlük kavramının(1922 Rus Anayasasında tescillenen yönelim ki Avrupa kıtası ancak 1990-2000’li yıllarda o hak-hukuka kavuşabildi) korunması ve diğer kazanımlar, tümü modern düşüncenin ve duyarlı bir politik çizginin önemli ürünleri idi, ama her toplum gibi orası da kendi içinden büyük bir dirençle karşılaşır, çürüme dipten şekillenir ve tarihi döngüyü bitirir. Bizim işimiz edebiyat olduğu için kendi sorunlarımıza da bu çerçeveden bakmak zorundayız. Yazmak sorunsalından söz ediyorum, o büyük çileden. Biz her ne kadar meseleyi kutsama eğiliminde de olsak da bir başka şeyi gözden kaçırmayacağız: “Yazmak, iletmek değil, dayatmaktır-G.Deleuze”, evet, resmen dayatmak!
Kim neyi, nereye kadar, kime dayatıyorsa kalemin gücü orada biçimleniyor.
Neruda bir yazısında “ İhtilal Rusya’sında Mayakovski’yi çekemeyenler onu intihara sürüklediler” diye not düşer. Burada insanın kafasını karıştıran soru, Neruda’nın hangi aydın kesimini topun ağzına oturtmasıyla ilintilidir? Çünkü bu çok büyük bir suçlamadır. Görünüyor ki bazı konular on yıllardır tartışma konusudur. Sonuca ulaşana selam olsun!..
Aydın kavramının tümden sorgulandığı ilginç bir tarihi dönemecinin eşiğindeyiz, yığınların göz diktiği ve bir dönemler pür dikkat kesildiği o kendinden menkul ve çoğu zaman içi boş savunuculuk dönemler artık kapanmıştır(bu konu ilk kez defterde C.M’nin Enis Batur’la ilgili yazdığı kısa yazısında dikkatimi çekti, merkez konularımdan birisi olmaya aday bir ön fikir diyebilirim, üzerine gideceğim, çünkü konu kendini mitoloji-modernizm, nihilizm üçgeninde hissettiriyor, Lacan, Lukacs, Zizek karşılaşmaları da cabası ). Modern zamanlardan çok önce de zayıf va mazlumların savunucu kaleleri, söz ehli vardı. Yıkılmaz bir ittifak olduğu sanılan aydın ve kitle arası birliktelik, modern girizgahlarda o kitlelerin gerçekleştirdiği eşsiz gelişmenin neticesinde ittifakın sorgulanması sonucunu getirdi.
Ferit Edgü, yıllar önce “Yeni ders notları” adlı kitabında kendince haklı gerekçelerle : “Şaşıyorum, günümüzde “devrimci şiir” yazan ozanların hemen hemen tümü, küçük burjuva duyarlılığından yararlanıyorlar. O duyarlılık da, söylemek gerekli mi, klişelerden oluşur” yazar ve ilave eder: “ yazarı, içinde yaşadığı ortama(topluma) bağlayan, yarattığı dildir”.
Öyle görünüyor ki, günümüz dünyasındaki var olan koşullar altında, insanlar ne kadar birbirine yaklaşıp birbirlerine ne kadar benzer hale gelirse, insanlığın birliği bilincinden o kadar uzaklaşacak. Uzak bir ufukta yansıyan bir gölge halindeyken insan suretini net bir biçimde görmekteyiz. Yaşadığımız dönemin trajedisi, hem coğrafi hem de toplumsal anlamda muazzam ölçüde daralan mesafenin tüm ulusları, ırkları ve sınıfları komşu yapmasıyla, bireyin öz-saygısını koruma hususunda karşılaştığı zorlukların muazzam ölçüde artmasının aynı zamanda yer almasında yatmaktadır. Ünlü düşünür Amiel “her zorbalık insan haysiyetini ve bağımsızlığını ayakta tutan her şeye karşı son derece hassas ve hasmane içgüdü taşır” der, haksızca da sayılmaz, çünkü “ötekileştirmek”, “öteye” itmek adına yapılan girişimler sadece kırılma yaratıyor, toplumsal “iç kanamalara” zemin hazırlıyor.
Ferit Edgü’nün son kitabı “Yaralı Zaman” çok yalın bir dili benimsemiş, hem ayna hem toprak görevini üstleniyor okuru için. Sahici ve anlaşılır bir dili var ki beslendiği tek kaynak yaşamın ve aksettirdiklerinin sahiciliğidir çoğu zaman. Kurgu değil, yolun, yolculuğun duyarlı, dokunaklı sesidir kitap. Ferit Edgü tıpkı Montaigne’nin yaptığını yapmıştır bugüne kadar: “ kağıtla, sokakta karşılaştığım ilk insanla konuştuğum gibi konuşurum” ya da “yazarım” dedi ve gerçekleştirdi bunu!.
“Bizim eski kitaplarımız şöyle der:
İnsan yurdunu bırakıp gider mi?
Bu dağlar senin yurdundur.
Kurt sürüye daldı diye insan sürüyü bırakıp gider mi?
Kuzular, toklular, koçlar, koyunlar tümü senindir.
İnsan ağlar oldu diye dizlerini döver mi?
Söyle, döver mi? Akılsız kafasını taşa vurur mu?
Oturup düşünmez mi?
El ele vermez mi?
Yaralıyım, yaralısın, yaralı, demez mi?
Hiç mi bi’şey demez, hiç mi konuşmaz, hiç mi hiç mi hiç mi..”- F.E (Yaralı Zaman-Sel Yayınları 2011)
Bana bu satırları, düşünceleri yazdıran ise Ferit Edgü’nün Sel Yayınlarından çıkan son kitabı ‘Yaralı Zaman’ oldu. Soluksuz ve coşkuyla okuduğum tüm kitapları gibi, güzel, silinmez bir edebi tat bıraktı benliğimde. Kitabın şiirsel örgüsü kendi iç sınırlarını fazlasıyla zorluyor, yer yer F.E yazın küresinden bildiğimiz o enfes minimal göndermeleri bu kitapta da göze çarpıyor. Ülkenin en batı coğrafi ekseninden en doğu, en mahrum, en çaresiz toprakları: Hakkari’yle (ve bilmemizde yara ve yarar var: Hala yani şimdi, şu an Hakkari’ye bağlı bir yığın elektriksiz, susuz köyler var..) etkileyici bir karşılaşmanın öyküsü aktarılıyor. F.Edgü’nün duyarlı yüreği okurunu her zamanki gibi varoluş sorunlarının yakın mesafesine taşıyor.
Şairin dediği gibi “yetmiyor bunca aptallığa insanlık bilgisi”, işte böyle garip ve tuhaf, hatta kan kokusunun bulaştığı bir zaman diliminde barış sözcüğünün serin esintisi yüreklere yerleşmeli ve korunmalıdır. Acımasız zaman bundan fazla yara açmasın yüreğimizde, diye.
Argos Ahıska