1 Mayıs geleceğin yüreği. Bir kez daha ve her daim, alanlarda mümkün bir hayata ve mümkün insan ilişkilerine imgelerin düştüğü bir gün.“Yine dene, yine yanıl”ların oluşturduğu insan seli. Güneşe akın! Güneşin zaptı! Kazanacağızın her rengi. Her yerden, her yaştan, her cinsten, her düşünceden, her kültürden ve her renkten bir yeryüzü çığlığı… Asi ve avaz! Barış ve özgürlüğün uçurtma kanadı… Sokağın yürüyen inadı…
Şiir kırmızısı bir gün… Aşk moru… Düş yeşili…
1 Mayıs 1977’yı anımsıyorum. Taksim’i… Ve ondan 30 yıl sonrasının 1 Mayıs’ını… Ve dudaklarımda yeniden uçuklayan “taksim’de bir gül açacak oldu / baharı yasakladılar sokaklara” dizelerini… “Kıralım zincirlerimizi”den dağılan pas seslerini… İçinde “geleceği birlikte kuralım” çağrısı yapan şiirleri, romanları, öyküleri, notaları, harfleri, tuvalleri, yontuları… Sevişmeleri bir de… Bir gelincikle birlikte göğe renk veren “âşık olmaya benzer devrimci olmak”taki maviliği… Betonları basan çiçeklere eşlik eden alkış seslerini derinden bir yerlerden…
Gökyüzüme kanat izi düşüren bir güvercin ve bir kırlangıç ardından… Onların ardından bağırıyorum penceremi açıp: Ben buradayım. Bugün 1 Mayıs ve ben buradayım. Alanları dolduranları yalnız bıraktım. İçimde taşıdığım her yaşatan çocuklardan pek çoğu o alanlarda ama tutmuyor, kapatamıyor hiçbiri, benden kalan boşluğu. İşten izin alamadım. Ben günde 12 saat, haftada 6 gün çalışıyorum. Şiir de yazamıyorum eskisi gibi. Bakın, bugün 1 Mayıs ve ben buradayım! Bir iyilik edin bana. Benim yüreğimi alın ve alanlardakilerin güneş gözleri önünde ufalayıp geleceğe serpin. Çiçeklere karıştırın sağlam olsun diye. Rüzgâra, ateşe, suya ve toprağa… Poliste rehin kalan üç düğmemi de tomar tomar saçlarımı da katın… Benim için bir şeyler yapın.
Toprağın önünde eğiliyorum. Suyun ve ateşin… Çocukların hıçkırırken boy atmasının önünde… Odamı dolduran tohum gürültüleri Çiçek ve tomurcuk sesleri
1 Mayıs… Darağaçlarından geleceğe yollanan mektup… Mektubun içinde “daha büyük bir güç elde etme peşindeydi che / don kişot’la buluşabilse / yoksa / kim tutabilirdi onu / kim / koşarken imkânsıza” dizeleri… Bir akan dere… Kızıldere… Çokça deniz… 1 Mayıs’ta her yer deniz, herkes Deniz… Kardelenler ülkesinde kuş uykuları… İyi öyküler taşıyan ırmaklara karışan iyi yürekli kadınların, iyi yürekli erkeklerin, çocukların, gençlerin, yaşlıların gözyaşları, sevinçleri… Başka türlü bir dünya umudu…
Bakma sen Bir gün başka döner dünya… Aşk kazanır İnsan kazanır
Onarır yarasını kıyılar Şarkılar yedi dağın çiçeğine bürünür Diz boyu masallar üstünde top koşturur çocuklar
Bugün 1 Mayıs! 1 Mayıs geleceğin yüreği. Ve ben alanlarda değilim bugün. Günde 12 saat, haftada 6 gün çalışıyorum. İşten izin alamadım. Yapılacak bir şey yok. Yaşasın içimde açan kırmızı...
Published Perşembe, Nisan 29, 2010 by borges defteri.
Barış İçinde Yaşama Hakkı
Yaşama hakkı Şair Ho Çi Min ki sarsar Vietnam’dan tüm insanlığı. Silemez hiç bir top, pirinç tarlandaki sıraları. Barış içinde yaşama hakkı.
Hindiçini, engin denizlerin Ötesinde bir yerdir; Ki orada çiçekler, Patlarlar soykırım ve napalmla Tüm haykırışları eritip birleştiren Bir patlamadır aysa. Barış içinde yaşama hakkı.
Ho Amca, şarkımız bizim, Saf sevginin ateşidir Güvercin yuvasıdır güvercin Zeytin bahçesidir zeytin Evrensel bir şarkıdır Zafere ulaşacak zincir Barış içinde yaşama hakkı.
Victor Jara (1932-1973) İspanyolca’dan çeviren: Ulaş Başar Gezgin, Ho Çi Min Kenti, Vietnam (Vietnam-Amerikan Savaşı’nın bitiminin ve Saygon’un kurtuluşunun 35. yıldönümünde)
Published Pazar, Nisan 25, 2010 by borges defteri.
Gidecek mi oraya? O soğuk; buzlu rüzgârlarında astımların gezindiği, fırtınası hırçın yere. Gitmesin! Bırakmasın beni. Akşamüstü hüzünlerime sevinçlerin karıştığı sesiyle gelsin. “Tombişim” desin. Kuş çığlıkları karışsın bitmemiş oyunlarıma. Kelebek yorgunu yumuşak ellerinde ısınsın yanaklarım. Uzun ipeksi saçlarında durgun rüzgârların pusuya yattığı, gizli sevdalarında güvercinlerin kanat çırptığı Behiye Ablam, gitmesin kalsın!
“Yoksulluğun gözü kör olsun, dikenli gömlek! Nereye gider, nerede kalır, kimlerle karşılaşır, zaman da kötü anacım... bilmem ki!”
Alnındaki derin çizgilerde, dinlenmeyi unutmuş yorgun kervanlar, şimdi de biricik kızını alıp götürecek miydi Nimet anadan?
“Kim dedi, nasıl aklına soktular bu Almanya gurbetini! Gitmese, yine böyle devam etse, akşam ezanlarından sonra bir beklediğim olsaydı yine. Ölümümü bile göremez artık. Gelmez, gelemez buralara... Oralara gidenin gölgesi kalıyor. Bir de bitmeyen hasreti: Dokunulmayan, kucaklanmayan, gözlerimizi yaşlı bırakan sevgisi...”
Dert yüklü yanık yüreğini sık sık serinletmeye koştu bize. Yalnızlık korkusunun koyu gölgeli tortusunu dağıtmak için anlattı durdu neneme anneme. Çin malı porselen fincanlarda içilen kahvelerde avuttu üzüntüsünü. Dibi kara fincanın bahtına benzerliğinden dem vurdu. Nenemin fal açarken okuduğu dualarla ısıttı ayaz karanlığı umutlarını. Çocuk yüreğimin küçük dar yollarında biriken sevinç kırıntıları, o’da giderse yaparım diye arada bir yokluyordu zihnimi. Konfeksiyon mağazasında işi bitip eve döndüğü zamanlarda, bir başka görünürdü gözüme. İşyerindeki kıyafetlerini çıkarmış; ev halinin kendine has sadeliğinde sanki bir masal kızı oluverirdi. Kapının girişindeki çeşmede bulaşık yıkarken hali, konuşurken, kireçleri dökük duvarlarda begonya gölgesi hüzünlerin serinlettiği sesiyle, daha biraz önce sokakta gördüğüm Behiye Ablamdan başka birini çıkarırdı karşıma.
“Duydum ki unutmuşsun gözlerimin rengini...” Behiye Aksoy’un kadifemsi sesi duyulurdu arada. Ne kadar çok dinlerdi! Benim göremediğim, aklımın ermediği bir yerlerde, yüreğinin gizlisinde sakladığı bir inci tanesi, unutamadığı bir ışıltının yanıtı olmayan, aldatan sevdası mıydı? Unutan kimdi, unutulan... gözlerinin rengi... ya da unutulmayı bekleyenler? Gitmesin kalsındı. Yine bulaşık yıkasın, onu evlenmek için istemeye gelenleri o istemesin beğenmesindi. Yeni moda giyimlerden, makyaj malzemelerinden bahsetsin, artık yaşın geldi evlenmeyecek misin diye soranlara dudağının kenarında biriken mahcubiyetle yanıtlar verip içinde ulaşamadığı özlemlerin üzerine çöken yoksulluğunu gizlesindi... gitmesindi. Bir gün elinde sarı bir zarfla çıktı geldi. Yağması beklenen yağmurla sel sularına karışması kaçınılmaz bir evden başını alıp gidecek o muydu? Narin parmaklarıyla beyaz kâğıtlara yazdıkları, değiştirmeye çalıştığı yazgısının ardında bırakacak olduğu anası için zehir acısı bir ferman çıkmazıydı. Anasının suskunluğu, yemeden içmeden kesilen ağzında, sessiz bir ölüm mührüne dönüştü. Nenemin yanına geldikçe titreyen sesine, acıdan damıtılmış ateşler sıçrıyordu sanki. Boyası solan bir tualin solgun resmiydi yüzü. Gri yolculuklara yürüyen kayıp bir gece ıssızlığı. “Beni dinlemedi... dinletemedim, tuttuğum bir dalım vardı onu da kıracak bu gurbet. Açlığından ölen mi var? Ne olacak sanki oralara gidip de. Bak bekçi Rafet’in oğlu sakat döndü. Yarım, ayakları kötürüm oldu. Herkes dayanamaz böyle şeye. Bu zaten küçükken bi zatürree atlattı. Ondan korkarım, daha da beter olacak; derdimi kime yanayım!” Nenemle annemin suskun halleri, çaresiz kalmış bakışlarında donuyordu sanki. Nimet ana kızı için söylenip yakındıkça, onu avutmak adına biriken sessizliğin duvarını yıkacak sözcükler tükenmişti artık. Mahallenin dar sokağında akşamüzerleri çıkıp gelen, durgun bir suyun üstünde sessizce duran nilüferleri anımsatan Behiye Ablam, bir daha ne zaman göreceğimin belli olmadığı; adına Almanya denen o yerden dönebilir miydi? Dönse bile ellerinde biriken soğuk rüzgârlara kelebekler konar mıydı? Yanağıma dokunan yumuşak parmakları, hangi acının nasırıyla örselenecekti? “Tombişim” diyen dilinde hangi sözcükler üşüyecekti? Bir gün Nimet ananın yoksul evine açılan tahta kapının menteşelerindeki gıcırtı sustu. Bahçesindeki duvarın dibinde duran pembe gül soldu, begonyanın gölgesi kayboldu, Behiye Ablamın meleksi yüzüne, uzun kirpiklerinin arasından baktığı ayna, kahverengi hüzünlerle lekelendi. Oturma odasındaki yer minderinde buldular cansız bedenini. Ağzında yarım kalan dualarla, avucunda boşlukta duran tespihi ve bir de duvardaki gömme cam vitrinde uzaklara bakan kızının fotoğrafıyla; duran yaşlı yüreğini hangi yangın kuşları nerelere götürdü bilinmez.
(Sonra zamanlar geçti ve gökler gümbürtüyle dürüldü, büyük beyaz taht ortaya çıktı ve onlar ateş çukurlarına doğru savruldu ve buyrultular içinde olanla, büyük beyaz boğanın da maskesi düştü!..
Anlayamayacağınız bir zamanda geçti, burada anlattığım öykü…)
Yoğun bakım cehenneminden yeni çıktım Gömleğim kanser lekesi, mutsuzluğum Günden güne artıyor, biçimini buluyor bende Kaçıp sığındığım hüzün
Sözcükler kör, göl durgun.
Çözülmek üzere geyiklerin indiği göl, Gök sancağını arıyor, sancaktarı olduğumda Özgürlüğün, ey çorak toprak, elini ver Rüzgâra bürünerek gel yanıma
Sözcükler kan, yeryüzü çığlık çığlığa.
Gömülmüş damağıma sürgün muhabbeti.. Siz ey dünyanın tacirleri, yeryüzü tefecileri, Sancağı yükselttikçe sancaktar, Çözülmektedir ayakları şeyhlerin de..
* * *
YAZ MI DEDİNİZ
Yaz mı dediniz, dağlarda geyikler yoktu Ama geri döndü bir yere ait olmanın sesi Bekleyiniz çiçeklenen denizi Bekleyiniz başlangıcın sesini Taşlar arasında otun sesini
Yaz mı dediniz, geçiniz efendim Biz yazı sesinden biliriz Uyandın mı bir su sesi, bir kuş sesi.. Aram öldü, parmaklarının tellere akan sesi Sason’dan dağları dolanıp gelen sesi Yaz toprağına dökülürdü efendim
Aram öldü, asılı kaldı sürgün sesi Kaygının buhurdanına. Geri geldi Diyarbakır toprağına gözleri.. Kürtçe’nin sesini bekleyiniz efendim, Sessizliğin sesini bekleyiniz efendim, Bugün akşam saat beşte, saat beşte..
Yaz mı dediniz, yaz göğüne gömünüz Efendim
AHMET ADA
BORGES DEFTERİ ÖZEL NOT: Şair Ahmet Ada'ya geçmiş olsun dileklerimizi iletiyoruz, bu günlerde hastane ve evi arasında dokuyor yaşam şiirini..Acil şifalar diliyoruz. Yeni şiir kitabı ArtShop Yayıncılık'tan çıktı."2008-2009 yıllarında yazılan, hiçbir yerde yayımlanmamış şiirler toplamı ‘Paçalı Bulut’. Usta şairin geldiği yeri işaretliyor: Sade, yalın, yalınlığın derinliğine ulaşan incelikli şiirler. Dünyada olmanın acısı, hüznü, umutsuzluğu, sevinci var bu şiirlerde; eşitliğin dilini arayan bireyin kurduğu sağlam bir ‘yapı’ anlayışı. Varoluşun sıkıntı ve umudu, tinin yürüyüşü hissediliyor. İmgenin imkânlarını kullanarak, doğayla bütünleşen insanın sesini duyuyoruz. Dünyanın, algıladığımız kadar olmadığını görüyoruz kitabı okuyunca.ARKA KAPAK YAZISI-". Sevgili Ahmet Ada kendi aile arşivinden bir fotoğrafını bizimle paylaştı, onun çocukluk günlerinden.."Bir çocuk fotoğrafı gönderiyorum. Anısı büyük: Annem Nazire Ada, ağabeyim Muzaffer Ada ve küçük Ahmet Ada" diye not düşmüş...fotoğrafı defter okur arşivine emanet ediyoruz..// Borges Defteri
Published Pazar, Nisan 18, 2010 by borges defteri.
"Sanat(çı), belli lobiler, dergiler, sanal siteler, net grupları, yayınhaneler, tekkeler, barlar, meyhaneler çevresinde âdeta çeteleşmiş, düşman kamplara bölünmüş durumda. Bu gettoların dışında kalanın yaşama şansı yok gibi. Ve egolar öyle şişmiş ki, gece yatağa yatmadan önce aynaya baksalar dahi, kolay kolay inmiyor." (hakan işcan)
yaşama şansı yok gibiden başlamak isterdim ve cümlelerimi birbiri ardısıra dizmem de mümkündü ama ben belayı sevsem de hani şu kabaca ve kıssaca "sanat camiası" diye adlandırıp geçilen "zaviyemsi" şeylerden şemsiyelerden hiç mi hiç hazzetmediğimden şunu söylemem yeterli sanki;
kıyl û kal...
ya da ; Güft ü gû
ama bir şey daha demen icap eder gibi sanki o da şudur; modernizmin hakikati similasyon dünyasıdır;
bunun sanatı sepeti ve bütün ilişki ve de kurumları da similasyondur...
similasyon var eden "asil" ilişkilerin uzağında olmak başlı başına bir özgürlüktür.
gerisi kıyl û kal...
sevgiyle Hakan İşcan ve Sufi ve tüm defter'ciler.
bütün nallar atların özgürce koşmasının düşmanıdır..
Biraz lafı dolandıracağım galiba, affola. Bir yandan bir şeyler yazarken, bir yandan da üniversiteyi bitirdiğim günden beri iş hayatının, vahşi-liberal-kapitalist çarkları arasında yıllardır boğuşuyorum. Her kademede çalıştım, her çeşit insanla tanıştım. İş hayatının her türlü belden aşağı oyunlarına, ayak kaydırmalarına, yağdanlıklarına, saltanat entrikalarına, hepsine şahit oldum. Hak bilmezliğin ve duyarsızlığın bir seviyesi, kötülüğün bile kendine göre bir raconu var. Edebiyat dünyası içinde öyle şeylere şahit oluyorum ki, bizans entrikalariyla dolu o vahşi iş dünyası bile çok daha temiz kalır.
Sanat(çı), belli lobiler, dergiler, sanal siteler, net grupları, yayınhaneler, tekkeler, barlar, meyhaneler çevresinde âdeta çeteleşmiş, düşman kamplara bölünmüş durumda. Bu gettoların dışında kalanın yaşama şansı yok gibi. Ve egolar öyle şişmiş ki, gece yatağa yatmadan önce aynaya baksalar dahi, kolay kolay inmiyor. Söylenen değil, söyleyen; yazılan değil, yazan; yapılan değil, yapan önemli. Engelli dostlar alınmasın, kör sağır duymadan, görmeden, okumadan habre birbirini güzelliyor. Diğer yandan, sitelerde, dergilerde, basit sözcük oyunlarıyla birbirine dokundurmalar, sen benim kim olduğumu biliyor musun görmemişlikleri, kinayeli söz sanatlarıyla laf geçirmeceler, put kırma bahanesiyle kendini afişe etmeler...
Şu "üstün insanların" şişik egolarından sıkıldım artık. Ve işin kötüsü, gerçekten de başkalarından "farklı" yaratıldıklarına inanıyorlar... İma dahi edemezsiniz, gençseniz, hemen azarlarlar. Yaşça daha olgunsanız, kalemlerini sivriltip zarifçe haddinizi bildirmeye soyunurlar. Sizden beklentileri varsa sadece küsmekle yetinirler. Editörler çevresinde arı gibi dolanır, insan onurundan söz açılınca mangalda kül bırakmazlar, ama aynı zat-ı muhteremlerin yanıtsız bıraktıkları mesajlarına, küstahça duyarsızlıklarına seslerini çıkarmazlar. Yeter ki, kokteylerde, davetlerde ortada firavunlar gibi dolanırken onlar tarafından poh-pohlansınlar. Alt tarafı bir kitap?.. Değer mi?
İnsanlık hali. Deyip geçelim mi?
Her şeyin metalaştırıldığı, ortaya konulanın niteliğini ve değerini sistemin kendisinin belirlediği, daha sonra da bunu sipariş ettiği bir dünyada bunlara şaşmamak lazım. mı?..
İşin bir de özde can, sözde cananlı açılım siyasasına girmeden lafı Defter'e getireceğim. Bunca yalakalık içinde bana da bir şeylerin bulaşmamış olması olası mı? Beş yıldır süregiden bu yayın içinde tüm baskılara rağmen Defter'in "bu süreci" ısrarla metalaştırmaktan uzak tutmasının, müşteri aramamasının, sadece nitelikli ve duyarlı bir paylaşım platformu oluşturmak kaygısı taşımasının hiç önemi yok mu? İyi olmaz mıydı, şiirin yanında banka döviz kurlarını da eş zamanlı izleseydik? Veya bir bankanın yanıp sönen bireysel kredi avantajı, bir öykünün kenar süsü olsaydı?.. Bir taşla, iki kuş değil, koca bir sürü!.. Sen tut, yeni çıkan kitapları, dergileri koy oraya! İlahi Defter, iyisin hoşsun da, ticaretten pek anladığın yok.
Defter'in tüm bu süregelen çabasının arkasında belki de öneminin hala tam ayırdında olamadığımız ciddi bir düşünsel emeğin, birikimin ve zamanın -ki en kıt iki kaynak- olduğu bir gerçek. Yukarıda bahsettiğim kirliliklere koşut olarak Defter'in bilgece tevazusunun bilgiden gelmesi beni mutlu ediyor. Bütün renklerin hızla kirlendiği bir dünyada Defter'in siyah sayfaları bundan sonra korkarım daha çok hedef olacak, ama nasılsa siyah leke tutmaz. Sözün özü, tükürdüğünü yalamanın tam sırası, sizi bilmem ama, bu aidiyet benim gitgide daha çok hoşuma gitmeye başladı.
Usta'ya son yapılan da, bence safiyane bir saygısızlık değil, yukarıda bahsettiğim yoz ilişkilere ruhunu teslim etmiş güdük yazınsal liberalizmin bilinçli-oportünist bir reklam stratejisi. Başarılı olması da tepkilerle doğru orantılı bence. Biz ne desek boş. Koca külliyat orada. Kimi gider okur faydalanır, kimi gölgesine sığınır. Kimi de çamurundan medet umar. Kabahat paçada, ona bulaşan çamur bile para ediyor.
Sufilerin Sufisi ne demişti, "Bizim söyleyeceğimiz şey arayarak bulunmaz, yine de onu yalnızca arayanlar bulabilir..." Öyleyse, bundan ötesi laf-ı güzaf, aramaya devam. İyi sabahlar,
Published Perşembe, Nisan 15, 2010 by borges defteri.
Ali Teoman’ın ve Cem Akaş’ın iki yazısına yer vererek yayın hayatına “vira” diyen “Sıcak Nal” dergisi (Süreyya Evren’in editörlüğü ve Enver Ercan’ın imtiyaz sahipliğiyle) daha ilk sayısının son satırlarını inanılmaz bir gaf ve kin kusma ayiniyle kapamış. Enis Batur’a çamur atmak, kin kusmak, had-hudut bildirmek bu kez Süreyya Evren’nin üzerine mi bırakıldı? Çürümenin virtüel algı boyutu farklı aygıtlarla ama aynı hücre yapısıyla durmadan karşımıza çıkıyor, hep beraber okuyoruz, bu durum karşısında yapabileceğimiz tek şey kalıyor: aktüel algı zenginliğiyle gidişatın ve ortamı saran ahlaksızlığın, vicdansızlığın, rezaletin üzerine kusmak. Oyun, iki farklı dünyanın iki farklı kişiliğin algısı üzerine kurulan bir suni denge gibi görünse de mesele asla öyle değil.. Farklılıktan fakr(yoksunluk) değil “gena”(düşünce zenginliği) doğduğunu biliyorduk, oysa burada düşünce sefaleti kendini paçavra bir kırıntıya bürünerek gösteriyor. Dergi editörü Süreyya Evren; Enis Batur’un haftalık Cumhuriyet Kitap dergisine yazdığı bir yazsından tek bir (tek 1 cümle) cümleyi : “ister şiirimde(kendi öznel dünyası) ister (düz yazılarımda)-(yine Enis Batur’un kendi kurgusuyla oluşturduğu, kullandığı dil ve dünya) yeni bir dil kurdum” gibi bir cümleyi alarak var gücüyle terim yerindeyse Enis Batur üzerine, “kültür adamlığı” tanımına “çullanması” pek hoş ve ahlaki bir tavır olmamakla birlikte bir dergi editörünün (idam mangasının önünde bile olsa)baş vuracağı bir yöntem olmamalı(ydı) diye düşünmekten de alı koyamıyoruz kendimizi. Yazımızın başında Ali Teoman ve Cem Akaş’ın adını neden verdik? Bir taraftan sırtını bu iki Enis Batur “diline”,”dünyasına”(uzun zaman) yakın isimlere vereceksin öte yandan Enis Batur’a karşı içinde ne kadar tarif edilmiş-edilmemiş “kin” oku varsa hicap duymadan fırlatacaksınız. Bu kadar basit, yüzeysel, içeriksiz ve kolay vuruşlara şu edebiyat ortamı ne zamandan beri alıştı? Terry Eagleton’un üzerine titrediği “pratik eleştiri” kavramı ve ruhsal kurtuluşa giden yolu müjdeleyen yöntem de derdimiz, hatta tasamız, hiç değil, çünkü karşımızda böyle bir kapasite ve ufuk genişliği yok. Kaldı ki, ister eleştiride olsun ister teorik yaklaşımlarda “ teorik şiddet unsurunu” ilk savunanlardan, gündeme taşıyanlardanız, ama burada pratik ve kabulleneceğimiz bir teorik karşı duruş, kuramsal yaklaşım yok. Kişisel iç kargaşa-hesaplarla varılan noktanın da menzili bu kadar olurdu. Siz bu edepsizliği Oruç Aruoba, Turgut Uyar, Ece Ayhan (hayatta olan veya olmayan) ve aklınıza gelebilecek hangi şair, yazara karşı gerçekleştirseniz tepkimiz aynı olur, aynı olacak. Edebiyat ortamını saran boğucu sessizlikler, tepkisizlikler işleri bu aşamalara sürükledi. Sanat’ın kalp atışları kokuşmuş bir sistem ve onun baskıcı aygıtına karşı çıkışlarda hızlanmalıdır, yoksa kendi dokusunu, öz suyunu “aşağı dünya-yukarı güç” diyerek ulu orta harcamanın bir anlamı yoktur. Sorsak ki madem her minimal gösterge anlıksal imgesini canlandırdığı bir öteki uyarana bağlı bir uyarandır o zaman bugüne kadar biz neden tek bir yapısal analizinizi (Enis Batur ve pek çok isimle ilintili olarak) görmedik, okumadık? Yoksa altınıza serdiğiniz o suni güç, iktidar kilimi mürekkep gücüyle değil de ıslandıkça mı koyulaşıyor? Bir dergi editörü “eleştiri” unsurunu böyle seyreltilmiş küf çekirdeği gibi kullanırsa, o yörede tuz depolarının da koktuğunu açıkça deklare edebiliriz galiba. Anlaşılan o ki bu güne kadar ne Enis Batur şiirini ne de onun en azından düz yazılarını ve söyleşilerinin hiç birisini elzem olan gerçekçi mercekten okumamış sayın editörümüz. O Enis Batur ki bunca çabası ve kültür dünyamıza kattıklarıyla hala ve olabildiğince açık bir dil ve ifadeyle ve inanılmaz bir tevazuuyla “ henüz dilime yeni bir sözcük katmış değilim” gibi gerçekten samimiyet içeren bir iç görüyü ortaya koymuştur. Gelin görün pek muhterem baş muharrir’e göre Enis Batur bir gazetenin kitap ekinde “yeni bir dil” den nasıl söz edermiş(dem vurarmış? Ve aslında “sen kimsin ki bize bu yeni dili dayatıyorsun?”ibaresini Sıcak Nal dergi okurunun anlına tuhaf cümleler ve anlamlarla yapıştırır. Dil sorunsalını, şiiri, poetikayı, anlam ve anlam kaymalarını, anlam bilimi, anlamın evrimini, yapısal sorunları 35 seneden beri kendine dert edinmiş bir yazar-şairi böyle ucuz ve hakikaten mide bulandıran na-veciz cümlelerle “vurmak” (eleştiri değil) fiilini bizler ne nedenlilik ne de nedensizleşme terimleriyle de açıklayamayız. Sayın Enver Ercan derginin orta sayfasından yarım boy fotoğrafla poz vererek şiirini kendi editörüne yayınlatırken önce vicdanını iki avucuna alarak bu soruyu kendine soracaktı sonra o sayfaya “onay” verecekti: “Enis Batur kimdir? Bu güne kadar nelere imza attı, neleri, kimleri, hangi değerleri ortamımıza kazandırdı?”. Herhalde vicdani bilançosunun parmağı ağrımazdı, üstelik yazarlar sendikası başkanı olarak kurduğu dergicilik taç-saltanat koltuğunda bir ülkenin saygın ve de bugünlerde bir ekvator bitkisi gibi kendi sessiz dünyasına kapanan bir değerli yazara bu biçimde yakışıksız kalkan-kılıç gösterilmezdi. Ama galiba bir “hakikati” unutuyorsunuz, geçti artık sizlerin o “şaşı bak şaşır” numaralarınızın dönemi. Yeni kuşak okur, edebiyat kulvarının siyanur yudumlamış kuşağı yemez artık bu numaraları. Bu seslenişimiz ise son ve nihai sözcüklerimizdir, bundan önce olduğu gibi bundan sonra da muhatabımız değilsiniz. Bunca iç kanamadan sonra, yanıtınız ne olursa olsun, bizim açımızdan zerrece bir önemi yoktur, ama en azından işlerin hangi samimiyet ölçeğinde yürüdüğünü görmemiz açısından şansınızın hala soluk alıyor olması sıva tutmayan hecelerinize derman olur belki. Her şairin, her şiirinin bir coğrafyası vardır, kara yelleri, geceleri, uykuları, kuyuları vardır, dili vardır, sözcükleri vardır. Her şiir, her dize bütün şairler için yeni bir deneyim, yeni bir dil sürçmesi, yeni bir dil zenginliği, dil serencamıdır. Enis Batur ya da şu an bildiğimiz, severek okuduğumuz şairlerden hangisi yazdıklarında “yeni oluşturulmuş bir felsefi- edebi kuram”dan, “yeni bir anlam biliminden” söz etmiştir? Onun yirmi beş yıllık sadık okurları olarak, böyle bir iddiayı hiç görmedik hiç okumadığımızı bildiriyoruz. Ayağınızı denk alın ve yayınlarınızın ister ilk ister son sayfalarında son “vuracağınız” kişi ve ya kişileri seçerken çok ama çok dikkatli davranmanızı öneririz. Bu sizleri ciddiye aldığımız için değil, üstünü, başını pislettiğiniz edebiyat gömleği ve o kalemlere duyduğumuz hürmetten dolayı bizler için önemlidir. Zeka bu kadar evrensel bir töz olan süreyi, tıpkı psişik sürede olduğu gibi durağanlaştırıp kristalleştirebilir sayın baş muharrir! Bunu ilk önce senin bilmen gerekiyor(du). Ya da yine Enis Batur’un dediği gibi: “kıllar ters dönüyorsa, içinden sakal bırakacaksın”! Olmadı mı? “Zamanın bilinci: zamana suikast..(E.M.CIORAN)” diyerek kara ütopyalara yelken açacaksın..
Zulüm ve karanlık perdelerle eş tutulan bir devranın ardından çiçeklenecek düşler-bir yerlerde- mutlaka vardır..
Published Pazartesi, Nisan 12, 2010 by borges defteri.
Şair Susuyor, Korkun
Şair susuyor sustukça uzuyor yollar şair yürüyor yağmur iki yanı ağaçlıklı bomboş bir yol ve bir heykelin önünden geçiyor bankta oturan bir adam, heykel kimbilir kim, oraya oturtmuşlar şair geçiyor önünden adam, heykel, heybetiyle duruyor şairin elinde şemşiyesi ıslak yollarda tek başına yürüyor şair susuyor sustukça uzuyor yollar
Şair gidiyor çekip tetiği geçmişe (bugüne yol, geleceğe yolcu) açıp perdesini gökyüzünün güneşi selamlıyor şair konuşuyor konuştukça ipler iniyor gökten uçlarında dillenmemiş kelimeler şairin başında bir yumak çözdükçe çözüyor şair yazıyor yazdıkça uzuyor cümleler anlar kısalıyor kısaltın diyor şair cümleleri uzasın anlar çoğalsın hatıralar sandıklar açılsın çeyizler ortaya dökülsün sonra bittiğinde defter kapat kapağını sandığın çık merdivenleri
Şair uyuyor kulakları kapıda gözleri düşlerinde düşledikçe düş oluyor düşler alıp birini yaşıyor soluksuz, sevinç, acı, aşk, nefret, tutku taşıyor hepsini göllerden denizlere şair yazıyor yolların ardını yağmur yağıyor şair yürüyor yürüdükçe uzuyor yollar
Şair düşünüyor çiy damlasını sabah serinliğini günü, geceyi, insanları ay ışığını düşündükçe başında ormanların ağırlığı kesmeli diyor bazı ağaçları dese de biliyor hiç kıyabilir mi bir şair bir ağaca ağaç hasta, ağaç ölüyor kesmeli, son vermeli bu acıya şair ağlıyor ağladıkça uzuyor yollar önünden Endonezyalı bir kız geçiyor genç mi genç güzel mi güzel ardından iki erkek elele tutuşmuşlar geçiyorlar şairin önünden mutlu, rahat
Şair anlatıyor anlattıkça dünya geliyor ayaklarına şair bakıyor ayaklarının ucundaki dünyaya diyor ne büyüksün gökyüzünü görüyor, yıldızları diyor dünya ne küçüksün avuçlarına alıyor, eviriyor çeviriyor sonra kendini görüyor ufacık bir kum tanesi kumsalda oturuyor tek başına denize bakıyor, düşlerine kocaman oluyor şair dünya ayaklarının ucunda şair büyüyor büyüdükçe uzuyor yollar
Şair geliyor dev adımlarla küflü düşünceli minicik insanları alıp ufalıyor sözcüklerinde şair yazıyor yazdıkça uzuyor yollar
Şair üşüyor üşüdükçe titriyor kelimeler
Şair bakıyor baktıkça görüyor gördükçe içi yanıyor
Şair yaşıyor çoğu zaman nefes almadan hayrete düşerek
Şair ölüyor, “gözünüzün önünde haykıra haykıra”*
Aylin Güven Londra dip not: (*Can Yücel )
* * * SOYUT ŞİDDET
her şeyin değişeceğine inanıyordu. ağzına bir iz bırakayım istiyordu ağzımdan.
ben kendi çapsız çekirdeğimin yörüngesinde cisimsiz bir isimdim. “maceralı şarkılar” söylemekle yatıştırmıştım ağzımı. sakince eriyordum. ve boşluğa karışan zerremin uzaklardan seçilebilen parlak geri dönüşlü bir geçmişi yoktu.
o bekliyordu. zordu yeryüzünün bütün bekleyişleri. öncesi düşünülmeyen ve sonrası için bütün bütün adanmış ruhlar yaratan bekleyişler. uçsuz bucaksız anı ormanından tek bir dal kesmeye yeltense el gövdeden ayrılıverirdi kanla tutuşurdu acı. zordu yeryüzünün bütün bekleyişleri.
tarih kitaplarına benziyordu yüzü. her beklemede. yumuşak ve inançsız sözlerle aldatılmış savaş kahramanlarının ölgün bakışıyla yıkanmış ve gittikçe ölü savaşçıların iradesine teslim bir kılıç keskinliğinde.
her sayfasına ayraç bırakır gibi ayırıyordu yüzünü benden gelişimi beklemeye hazırlıyordu kendini.
cisimsiz bir isimdim ben. herhangi bir boşluğun içinde. zerreye ve toza olan yakınlığımla tanırdım yankımı gecenin günden ayrıldığı ışık oyunlarında karanlığın tekrarı şiddetli soyut. ki yankım olsun diye her doğumda cinsiyetsiz aşklar yaratırdım: anlaşılması zor boşlukta/ yorgun düşen hayalleri olurdu onların. benimse maceraya yenik her yanım: dağılıp yankılanmaktan.
yine de: cisimsizliğime inanmasına yetecek kadar koklardım bazen her yerini gözlerinden tuzlu su balıkları sıçrayıp atlardı ağzıma göğüs kafesine dayadığım yüzümle titrerdi kalp atışı böyle duyulur olduğunda bedeni: yüksek dozda dokunmalarla inandırırdım aldatıcı gerçekliğe ağzı gerilir gerilir ve sonunda çığlığı gerilip boşalan bir yayın fırlayıp gitmesi gibi uzaklaşırdı kendinden.
/ inanmayı bıraktı sonunda: her şeyin değişeceğine. uzak çağların ilkel çoğalışını tekrardan ibaretti hayat ve kahramanlar doğuracak kadın kahraman değildi bende şekillenen cisimsizlik:
Published Perşembe, Nisan 08, 2010 by borges defteri.
I.
Bu ağaçta bütün ağaçlar Bu martıda bütün martılar Bütün ağaçlar da ağaçtan aklımda kalan Bütün martılar da martıdan aklımda kalan Ağaçtan aklımda kalanlar da yine bir martı Martıdan aklımdan kalanlar da yine bir ağaç
II. Karda erik çekirdekleri Parmaklarını hohlayan çocuklar martıların beyazı biteviye gözlerini anımsatan aynalarda.
Kartopları vururken alnına çığlıklarına karışıyor çocukların bir bakış,yok ediyor uzayı bir bakışın çağrışımı hatta.
Uyanmak,soluk almak,susamak önceden tasarlanmış bir oyun ben, sadece nesnenin hatırına sözcüklere çağrılı davetsiz misafir
III.
Yüzünde geceleyen o esrik-gülüşün sabahları,gövdenin dalgın güneş-açışına aldanıyor, bu yorgun sabah bir başka geceden seni tanımasa eğer,odayı gülüşünle değil cesedinle anımsayacak
IV.
Yeniden aşık olmak yalanlar söylemek dünyaya karşı çiçeğe gece ,geceye çiçek demek korktuklarının başına geleceğini bilerek gülümsemek sabahları,yağmur sularında gözlerini anımsamak,eğilip bir çocuğun elini tutmak,sarılmak dargın takvim yapraklarına bekler gibi öpüşünü. Yeniden aşık olmak yorgun, yarıda atılmış sigarayı söndüren bakış,yer- değiştiren uzam,öfkeye katılan hıçkırık,bir yadsımayla anlam-kayması yaratan tetikte-yürek. İşte bu yüzden sevmiyorum yalanları ve yeniden tanımlıyorum geceyi gece diye.
Published Pazar, Nisan 04, 2010 by borges defteri.
Gözlerini açtı. Sessizlik. Kulak kesildi. Karanlık. Onu uyandıranın ne olduğunu düşündü, kalp atışlarını dikkate almadan. Hızla çarpmakta olan yüreğine dikkat etseydi, o tuhaf rüyayı hemen anımsayabilecek; tüyler ürperten dakikaları yeniden yaşayacak ve uyanışına anlam verebilecekti. Bir şey onu koruyordu: Bilinci? Belki . Gözlerini kırpıştırdı; olağanüstü bir durum olduğunun farkındaydı ve anlayamayışını uyku sersemliğine veriyordu; uyanma eyleminin tamamlanmamış olmasına. Ellerini alnına götürdüğünde terlemiş olduğunun farkına vardı şaşırarak. Geceye baktı, karanlığa. Nesneleri yavaş yavaş seçebiliyordu, yine de karanlıktı. Korkmaya başlamıştı ama korkusu karanlığa değil, belleğinin canlanma olasılığınaydı. O hep olasılıklardan korkan biri olmuştu; gerçekleşen olasılıklar korkuyu hak etmezlerdi ki. Korkmak normaldi; insanoğlu korkularla dolu bir varlıktı. Korku değil miydi, tüm bu uygarlık dedikleri şeyin altında yatan temelde? Korkularıyla başa çıkmaya çalışan o zayıf varlık; kaçmak yerine – kaçacak yer mi var? – korkularıyla yüzleşmiş, çözüm üretmişti. Tüm bir insanlık tarihi de, tek tek bireysel tarihlerimiz de korku üzerine kurulu, diye düşündü. Kendi korkularının detaylarına girmeye niyeti yoktu, böyle gecenin bir karanlığı yatakta sırt üstü yatmış, kalbi küt küt çarpmakta iken. Yine de kapının önünde çöreklenmiş, pek de hayırlı olmayan o olasılık korkuyu düşünmekten başka çare bırakmıyordu. Gözlerini kapadı, atasözüne inancından. Belleğinin zorlamasına teslim oldu: Ot. Ot’u anımsadı önce.
Bir uçurumun kenarında küstahça varlığını ilan eden, önemsizliğinin intikamını bir gün mutlaka zehriyle alacağının bilgisiyle o çorak toprağa tutunmuş çelimsiz varlık. Zehirli miydi? Muhtemelen. Daha da önemlisi, sen ot’a doğru yöneldiğinde içten içe biliyor muydun zehri? Onu ısırgan sanmıştın belki, düşüncenin ısırganlığına meyilli varlığını belki bu yüzden onu daha yakından görmek için sürüklemiştin o yalıyarın ta ucuna. Önce geride durup uzaktan izledin onu. Seni ona çeken gücü fark ediyor, direnmenin anlamsızlığını daha o zamandan biliyor ve öylece bakıyordun şimdilik. Cılız bir tedirginlik hissetsen de; “ kaçacak yer mi var “ ın bilgisi sende. Daima en büyük bilgeliğin oldu bu. Temkinli adımlarla yaklaşıyorsun ona. Zehrin kokusunu almışsın. Beynin uyarı sinyalleri gönderiyor: Ne yaparsan yap, sakın dokunma !
Dokunulmazlarım vardı eskiden, diye düşünüyor yattığı yerden. Sakinleşmeye başlayan bedeni, olasılığın gücünü fark edip teslim olan zihninin çok gerisinde henüz. Onlarca hoyrat elin, dokunulmazlığı görmezden gelip mıncıklayıp bir kenara attıkları; şimdi değersiz, rağbet görmeyen birer eski eşyaya benzeyen dokunulmazlarım, diye düşünüyor yeniden. Gözlerini açıyor, karanlık hükmünü sürdürmekte. Kurumuş boğazı ve şişmiş diline karşın, orada öylece yatacak. Gözler kapanıyor. Evet ot. O, tehlikesi zehrinde olmayan ot.
Ürktüğün zehirdi. Bu yüzden, ot seni o uçurumdan aşağı ittiğinde hiç şaşırmadığın kadar şaşırmıştın. Düşüyordun, birkaç saniye sonra yere çakılacak ve kim bilir kaç parçaya ayrılacaktın. Öleceğini biliyor ama en çok ot’un da kendini senin peşinden boşluğa bırakışına, dudaklarının hemen üstünde, neredeyse öpecek gibi, seninle düşüşüne hayıflanıyordun. Katilin ölürken peşinde, seninleydi. Sırt üstü bir kayanın üstündesin. Tüm kemiklerin kırıldı, kafan kanlar içinde. Saçların kanla yıkanmışcasına ıslak. Kan ve acı her yerinde. Kayanın üstünde kolların ve bacakların iki yana açılmış yatıyorsun, kıpırdayamıyorsun. Hareket ettirebildiğin tek uzvun gözlerin. Gözlerin açılıyor, kapanıyor. Öyle acılar içinde orada yatıyorken ölüyor olduğunu biliyorsun. Ölüm çok yüksek bir olasılık şimdi. Ot, ot nerede, diye düşünüyorsun. Dudaklarıma konmuş olması gerekmez miydi? Canın bir sigara istiyor.
Kolunu yorganın altından çıkarıp, el yordamıyla sigara paketine ulaşmaya çalışıyor. Daha pakete dokunmadan boşalmış olduğunun farkında aslında. Ot nerede?
Adamın varlığını fark etmek, ölüyor olmaktan daha korku verici oluyor. Boş bakan gözleri ve donuk yüz ifadesi aklını başından alıyor. Biliyorsun. Ölümünü izlemeye geldiğini. Sen öleyazarken utanmaz gözlerini yüzünden çekmeyeceğini. Sana doğru uzanan elinin yardım eli olmadığının farkındasın. Kıpırdayabilsen kaçardın o dokunuştan. Ölmek üzereyken, dokunulmazların ne anlamı var ki? Oysa uzanan el sana değmeyecek. Adam elini üzerinde yattığın kayaya uzatıyor, hafifçe dokunuyor kayaya. Ve yavaş yavaş, öyle yavaş ki elinden gelse onu sırf bunun için öldürebilirdin, bir eli sana ait o ölüm yatağında, boş gözleri yüzünde etrafında dönmeye başlıyor. Gözlerinle takip ediyorsun onu ve artık ot’a ne olduğunu merak etmiyorsun. Seni o uçurumdan itti, peşinden geldi ve şimdi ölümünü izliyor. Solukların sıklaşmaya başladı, fazla zamanın kalmadığını biliyorsun ve o anda tek istediğin hem failin hem izleyicin olan o adamın çekip gitmesi. “git” demek istiyorsun “ git buradan”.
Kalkmak istiyor yataktan. Kalkıp herhangi bir şey yapmak. Bedeni sırılsıklam; yatağına mıhlanmış sanki. İlk kez, gerçekleşen bir olasılık, kelimenin tam anlamıyla, ödünü koparıyor.
Sesin çıkmıyor. Çıkmayacak elbette. Hızlı hızlı soluk alıp veriyorsun. Giderayak en önemli olanın, yapabileceğin kadar çok nefes alıp vermek oluşuna şaşırıyorsun. Ne hayatının en önemli anları canlanıyor gözünde ne de en sevdiklerin. Acıya karşın daha fazla nefes alabilmeyi ve etrafında dönüp duran failin istenmeyen varlığından kurtulabilmeyi istiyorsun sadece. Hangisini daha fazla istediğini bilemiyorsun üstelik. Gözlerini adamdan ayıramıyorsun. İradeni kendi gözlerine mıhlamış adam. Ne kadar güçlü, diye düşünüyorsun. Konuşsa, bir şey söylese varlığından bu kadar tedirgin olmayacaksın belki. Söz’ün anlamını bir kez daha kavrıyorsun o sözsüz katilinin varlığında. Yapabilsen, uzanıp o işlevini kaybetmiş organını, dilini, söküp çıkarmak isterdin yerinden. Ama bu yeterli bir intikam olmazdı biliyorsun. Gücünü sözsüzlüğünden aldığının farkındasın. Sonsuz sessizliğinden. Sen ölüyorsun, o hayat dolu. Az sonra son nefesini vereceksin ve o çekip gidecek hayata kaldığı yerden devam etmeye.
Yatağının yakınlarına bir bardak su almadığına hayıflanıyor. Göğsündeki sarsıntı, terleyen bedeni ve çıkmayan sesiyle yatağa hapsedilmiş sanki. Belleğine lanet okumaktan başka bir şey gelmiyor elinden.
Gözlerini adamın gözlerinden kurtarıp gökyüzüne çevirebilsen ;son göreceğin şey göğün maviliği olabilse. Yapamayacağını bilerek deniyorsun yine de. Adam aklından geçeni okur gibi. Alayla bükülüyor alt dudağı. Ot’un öpüşü gibi zehirli gülüşü. Nefes alıp vermek de önemini yitirdi; artık ölsem, diyorsun. Düşme meylimden kendine pay çıkaran bu taşeron tetikçinin varlığına karşın, artık ölsem. En büyük motivasyonun olan öfke, imdada koşuyor, failin gözünün içine baka baka ölüyorsun. Aklından geçen son düşünceyi okuyamadığından emin, ilk kez kendinden memnun, ölüyorsun.
Yataktan bedenini güçlükle kaldırıp, kendini banyoya atıyor titreyerek. Soğuk suyu yüzüne, saçlarına ve boynuna çarpıyor. Aynaya bakmaktan çekiniyor önce. Sonra başını kaldırıp kocaman açılmış gözlerine bakıyor.
"zehirli bir ot’un öpüşüne karşılık verdim." diyor.
Published Perşembe, Nisan 01, 2010 by borges defteri.
O eski günlerde parasızlıktan dolayı kitap satın almak pek mümkün değildi. Nihayet Shakspeare kütüphanesi üyeliğimi kabul ettikten sonra sevdiğim kitapları emanet olarak almaya aşladım. Daha sonra Sylvia Beach kitapevini buldum. Odeon caddesi ve 12 No’lu binada yer alıyordu. Rüzgar geçidi soğuk caddede. Coşkulu bir mekandı, kış günlerinde ortamı ısıtan büyük sobasıyla ve kitaplarla dolup taşan rafları, yeni çıkan kitapları süsleyen vitrini ve yaşayan ya da ölen meşhur yazarların fotoğraflarıyla süslü duvarları vardı. Fotoğraflar sanki aceleyle çekilmiş türdendiler, ölmüş yazarların resimleri canlıymışlar gibi bakıyorlardı bize. Sylvia’nın canlı ve coşkulu bir yüzü vardı, yüzündeki dümdüz ve pürüzsüz çizgilerle, küçük cüsseli hayvanların gözlerindeki ışıltıyı andıran kahve renkli gözleri, küçük kız çocuklarının sevincini andıran görüntüsü, pür telaş ruh hali, dakik, dikkatli ve hoş sohbet bir aşıktı. Yaşamımdaki hiç kimseyle onunla kurduğum ilişki kadar sevgi dolu farklı bir ilişki olmadı. Kitapevine ilk kez gittiğimde çok utangaçtım ve cebimde hiç param yoktu, kitap kartlarını benim yerime o doldurdu ve “ne zaman paran olursa ödersin, hangi kitabı istiyorsan, okumak istediğin ne varsa alabilirsin” dedi. Bana güvenmesi için bir sebep yoktu, çünkü beni hiç tanımıyordu, elinde sadece verdiğim ev adresim vardı. “Cardinal Lomenon Sokağı, NO 74”, kentte o mahalleden daha yoksul bir adres olamazdı. Bütün bunlara rağmen o denli coşkulu, çekici idi ki üstelik kitapevinin tavanına kadar, hatta avluya açılan arka odanın tüm rafları tıka basa kitapla dolu idi, kitap hazinesini sarıp sarmalayan bütün raflardan kitaplar fışkırıyordu. Seçimime Turgenev’le başladım ve iki ciltlik “Avcının Anıları” ve D.H.Lawrence’in ilk eseri olan “Aşık Erkekler”(‘Aşık Kadınlar’, ‘Gökkuşağı’ gibi yapıtları Türkçeye aktarıldı, ilk yapıtı olarak bilinen ve Ernest Hemingway’ın vurguladığı eserinin dilimize aktarıldığını bilmiyorum-sufi.) kitabını seçtim, Sylvia daha fazla kitap almam için ricada bulundu, bunun üzerine ben “Savaş ve Barış”ı (C. Garnet’in çevirisi) ve Dostoyevski’nin “Kumarbazı”nı aldım. Sylvia: ”eğer bütün buları okuyacaksan erken dönmeye bilirsin” dedi. -Neden? Döneceğim ve parayı getireceğim. Evimde bir miktar param var, dedim. -Bunu demek istememiştim. İstediğin zaman parayı getirebilirsin. (Sylvia’ya) Sordum, James Joyce buraya ne zaman uğrayacak? -Genelde, öğleden sonra, geç saatlerde geliyor, hiç görmedin mi onu? -Yo, hayır, onu ilk kez Misho’s Restaurant’da ailesiyle yemek yerken gördüm. İnsanlar yemek yerken onları izlemek doğru ve edepli bir şey değil. Sonra, Misho biraz pahalı bir yerdir.
-Yemeğinizi genelde evde mi yerseniz? -Genellikle, iyi bir aşçımız var. -Çevrenizde pek restoran yok sanırım. -Siz nerden biliyorsunuz? -(Yazar)Larbo orada yaşardı, orayı çok seviyordu, ama bölgenin yoksulluğundan ıstırap duyardı.. -En yakın yer Pantenon sayılır, ucuz ve fena bir yer sayılmaz. -Ben oraları pek bilmem, biz genelde evde yemek yeriz, eşinizle beraber bekleriz, buyurun. -İlk önce paranızı ödemeye bakacağız, daha sonra nazik davetinize bakarız, her şey için çok teşekkür ediyorum. -Çok hızlı okumayınız..
Cardinal Lomenon sokağındaki evimizin iki odası vardı, sıcak su ve başka olanaklarımız hiç yoktu. Michigan’ın alışık dış tuvaletlerini dezenfekte etmek için evde devamlı tutulan bir kase dezenfektan sıvı kimi rahatsız etmez ki? Ama evin genel manzarası mükemmeldi, yaylı bir yer yatağımız bile vardı ve sevdiğim fotoğraflar evin duvarlarında yer alıyor. Coşku ve sevinç dolu idi evimiz. Elimdeki muhteşem kitaplarla eve varır varmaz durumu eşime anlattım.
-“Ama Tati, bugün gidip kitapların parasını ödemen gerekir”, dedi. -Elbet ki gideceğim, ikimiz birlikte gideriz. Sonra nehir kıyısındaki caddeden yürüyerek eve geri döneriz. -Gel birlikte Sein caddesine gidelim ve bir sanat galerisini gezelim, mağaza vitrinlerini seyredelim. -Muhakkak gelirim. Kimselerin tanımayacağı, bizimde kimseyi bilmediğimiz, tanımadığımızı bir Cafe’ye gideriz,hatta dilediğin yönde bile yürürüz. -… -Sonra başka bir yerde çay içeriz, yemek yeriz. -Yo, hayır, unutma ilk önce kitapevinin parasını ödemeliyiz. -Sonra birbirimizden başka kimseye aşık olmayacağız. - Evet, Asla. -Ne güzel bir öğlen, yemek yiyelim mi?
Açım, dedim. Bu gün sadece bir fincan kahve içtim.(Hemingway genelde Cafe’lerde yazardı, ara sıra küçük bir otel odası kiralardı, sırf dingin bir ortamda yazabilmek için-sufi).
-Nası,l bir şey çıktı mı Tati? -Fena sayılmaz, ya da öyle temenni ediyorum, öğlen yemeğine ne var? -Patates püreli koyun ciğeri, Salata, Turp, ve Elma Tartı.. -Ve artık tüm dünyanın kitapları okumak için elimizin altındadır, yolculuklarımızda bile yanımıza alabiliriz kitaplarımızı. -Çok onurlu bir iş, değil mi? -Elbet ki. -James Joyce’un yapıtları da var mı orada? -Elbet ki var. -Aman tanrım, böyle bir yeri bulduğun için ne çok mutluyum.. -“Biz her zaman mutluyuz”, dedim, ama ahmaklık ettim, o an tahtaya vurmadım, oturduğumuz yerin her yanı “tahtaya vurmam için” dolup taşıyordu..(Tahtaya vurmak biz Anadolu insanıyla beraber Portekiz ve İspanyolların da halk geleneğidir, sanırım Ernest Hemingway bu geleneği İspanya yolculuğunda öğrenmiş-sufi.)
ERNEST HEMİNGWAY Çeviri: Sufi.
Tortusunu kıyıya bırakmış ırmağın ulaştığı duruluk ve aydınlık yüreğinizi okşasın, daima. Kitap aşkı, okumak aşkı yeryüzünün en görkemli kazanımdır. Aşksız ve kitapsız mı? Asla!/sur.