
Bu dik yokuşta ev tutmak benim fikrim değildi, tercihim düz ve geniş sokaklardan yanadır. Fakat Müjgan'a karşı yürütülen bir mücadelenin kazanılma şansı pek yoktur ve sonunda ben de kaçınılmaz kaderime çaresizce boyun eğdim. Sevgilisinin istekleri doğrultusunda sürüklenen kişiliksiz bir adam izlenimi bıraktığımın farkındayım ama gerçek pek öyle sayılmaz. Ne yazık ki bu gerçek tam olarak açıklayamayacağım kadar karmaşık. Sadece var olduğunu ya da olması gerektiğini biliyorum, hepsi bu. Bir gerçek her zaman bir yerlerde bulunmalı. Beraberliğimiz, dokunma mesafesinde bile uzak olma durumunun sürekli tekrarı ve bu tekrarın bitimsizce arzulanması şeklinde tanımlanabilir. Çoğunluk tarafından yadırganması normal olan bu tanımın üstündeki belirsizlik bulutunu, bir Vertigo çifti olduğumuzu dikkate alarak dağıtmak belki mümkün. Eğer bu bir aşksa, daha önce aşk üzerine yapılan bütün metafizik yorumların gözden geçirilmesinde yarar var. Bunu yapması gereken de ben değilim, Müjgan . Onun isteklerini yerine getirmeye harcadığım zaman hayatımı yeterince kesintiye uğratıyor, bir de ilişkimizin çözülemez sarmallığı üzerine kafa yoracak halim yok. Bizim gibi sosyal açıdan hiç de sevimli gözükmeyen bir çiftin ilişki analizi kimi ilgilendirir ki? Keşke bu sözlerimde samimi olabilseydim. Gerçekten bu analizin beni bile ilgilendirmemesini çok isterdim, ama ne zaman farklı bir zihinsel etkinliğe yönelmek istesem bu konu mutlaka bir yolunu bulup düşüncelerime sızıyor ve bütün farklılık girişimlerini kendine özdeş bir aynılığa dönüştürmeyi başarıyor. Ben de işte böyle düzenli aralıklarla, onunla bir Vertigo konferansında tanıştığımız noktaya dönüyor, birlikteliğimizi bu geri dönülmez konuma nasıl taşıdığımıza kafa yorup duruyorum. Bilmeyen için belirtmek yerinde olur, yılda bir kez San Fransisco'da düzenlenen dünya konferanslarının yanında, ülkeler, yıl içinde kendi ulusal toplantılarını da organize etmekte özgürdürler. Özgürlerdi demek artık daha doğru, çünkü kısa bir süre önce bütün etkinlikler dünya hükümetlerinin aldığı ortak bir kararla durduruldu. En önemli gerekçe olarak da bu oluşumun kitleler üzerinde yol açtığı ve son derece zararlı olabileceği öne sürülen bir yabancılaşma türü gösterildi. Bu artık gündelik yaşamın tekdüzeliğini dengeleyen eğlendirici bir seçenek olmaktan çıkmış, hayatın bütününü hedef alan yayılmacı bir harekete dönüşmeye başlamıştı evrensel yasak bildirisindeki açıklamalara göre. Haberi öğrendiğimizde yeni bir yerel konferansın hazırlıkları içindeydik, katılım başvuruları arasından James Stewart'la Kim Novak' a en çok benzeyen çiftleri seçmekle görevlendirilmiştik ve her şey bir anda son buldu. Yasak kararından Müjgan'ın benden daha fazla etkilendiğini belirtmeye bilmem gerek var mı? Kendi adıma bu karara gizlice sevindiğimi bile söyleyebilirim. Benim ancak saçma sapan şeyler yazabileceğime inandığı için Müjgan notlarımı pek okumaz, bu nedenle açık konuşmamda sakınca yok. Hayatımı makul ölçüde renklendirdiğini düşündüğüm bu organizasyon artık keyifli olmaktan çıkmak üzereydi. Gerek Dünya Komitesi, gerekse biz yerel katılımcılar tekrarın büyüsüne kendimizi öyle kaptırmıştık ki, oluşumu geleceğe taşıyacak yenilikleri tasarlamakta yetersiz kaldık. Bana kalırsa bunu başarmak hiç de o kadar kolay değildi ve özgün film, değiştirilemezliğinin olanca heybetiyle varlık nedeni olduğu konferansın önünü yine bizzat kendisi kapatıyordu. Kısacası sistem kendini bize karşı korumakta böyle paranoyak bir telaş göstermeseydi, hareket zaten yakında kendini bitirecekti.
Bundan bir süre önce, zamanımızın pek çok genç erkeği gibi mühendislik eğitimini tamamladıktan sonra hidrolik vana ve benzeri teknik gereçleri imal edip pazarlayan bir firmada işe başlamıştım. Bilindiği gibi insanlar genelde mutsuzdur, birileri bunun yaşamın sürmesi için gerekli olduğunu bile söylemişlerdir. Ama mühendisler gerektiğinden de fazla mutsuzdur ve mekansız bir direğe zincirlenmiş konumda kendisinden kaçırılan dünyayı umutsuzca izliyormuş hissini yaymakta bu mesleğin kayda değer bir başarısı vardır. İşte beni 'orada' olamamanın doyumsuzluğuna mahkum eden bu hissin aymazca saldırıya geçtiği gecelerden birinde, mail adresime gelen bir çağrıyı zincirlerimi gevşetme fırsatı olarak kabul ettim. Dünya çapındaki Vertigo Konferans serisinin bundan böyle ülkemizde de düzenleneceği bilgisi verilerek belirtilen özelliklerdeki adayların katılımının beklendiği bildiriliyordu. Beni tanıyan birilerinin yaptığı kötü bir şaka olduğunu düşündüm önce, ama şöyle bir zihnimi kurcalayınca aklıma böyle biri gelmedi, kötü niyetle bile olsa bana bu zamanı ayıracak birini tanımıyordum. İnsanlar ne de olsa sevdiklerine şaka yaparlar, oysa beni seven az sayıda kişi için herhangi bir espri yeteneğinin varlığından söz edilemezdi . Bu ihtimali dışlayıp aranan özellikleri okudum, tabii önce iyi bir Alfred Hitchcock izleyicisi olmak ve özellikle konferans konusu olan filmi saplantı ölçüsünde sevmek koşulu aranıyordu. Erkek adaylarda aranan nitelikler içindeki 'ince uzun yapılı, orta yaşlı' ifadesinin ikinci terimi biraz can sıkıcı olsa da, hemen peşinden, fizik şart sağlandığı takdirde yaş konusunda esneklik gösterilebileceği ve yükseklik korkusu sahibi olmanın da artı bir avantaj olarak değerlendirileceğini okumak yüreğime su serpti. Yalnız gecelerime eşlik eden Hitchcock DVD leri arasından Vertigo'yu seçip, Madeleine'in ölümüne kadar olan ilk bölümü bir kez daha izledim. Sonra da oldukça ayrıntılı soruların yer aldığı başvuru formunu doldurup yolladım. Özniteliklerimizle ilgili soruların yanında, filmin kısa bir yorumu, en sevdiğimiz sahneler gibi bölümler de yer alıyordu. Bir hafta kadar sonra, başvurumun onaylandığını bildiren bir mail aldım, belirtilen zamanda A. adresinde kesin kayıt için bulunmam isteniyordu. Randevunun bir tatil gününe denk gelmesi hoş bir tesadüftü ve kent merkezine yakın adresi bulmam zor olmadı. Oldukça yüksek, eski bir yapıydı bu. Çevresinde dolaştım girmeden önce, rutinin dışına çıkılmak üzere olan bütün durumlarda olduğu gibi kaygıyla korku, tedirginlikle heyecan arası, imkanlarımı zorlayan belirsiz bir şey tarafından rahatsız edildim. Birazdan hiç bilmediğim bir yere girecektim, o yer de beni hiç bilmiyordu ve bu iki hiçliğin az sonraki çakışması matematik kuralı haklı çıkararak bir varlığa dönüştü. Hatta kural biraz abartılı işlemiş olmalı ki, varlık sayısı birden fazlaydı. Özel giysiler içindeki karşılama ekibinden biri işlemlerimin en üst katta yapılacağını, asansör bozuk olduğu için de merdivenleri kullanmam gerektiğini söylediğinde, yükseklik korkum nedeniyle bu isteğini yerine getiremeyeceğimi bildirdim kendisine. Bunun üzerine beni hararetli bir şekilde kutladı ve önceden hazırlanmış olan kartımı bir nezaket cümlesiyle teslim etti. Ardından bir başka görevli beni konferansın yapılacağı tek katlı ve geniş bir alana yayılmış binaya yönlendirdi. Sanırım kendimin bir miktar ötesine geçmiştim ya da eski varoluşuma farkından olmadan bir ek yapılmıştı, çünkü bu yeni mekana rahatlatıcı bir aidiyet duygusu ve olumlayıcı bir ruh halinin eşliğinde girdim. Profesyonelce kotarılmış başarılı bir organizasyon olduğu açıkça belliydi, görevlilerin giysileri yine özel ama öncekilerden farklıydı. Bir kadın ve bir erkek beni saygıyla karşılayarak açılış kokteylinin yapıldığı salona kolayca ulaşmamı sağladılar. Göz alıcı ölçüde geniş bir salonda, ilk bakışta biraz algı güçlüğüne neden olan bir çiftler yığınıyla karşılaştım dersem hiç de abartmış olmam. Fakat elbette yeni ortamlar daima bir miktar olumsuz gizem içerir, onu tüm ayrıntılarıyla kavrayıp aşmak için de belirli bir süreye gereksinim duyulur. İşte bu süreyi nasıl değerlendireceğimi kaygıyla düşünürken yanımda beliren bir şahıs, yabancı bakışların üzerimdeki öteleyici etkisine karşı koymama ve salonun diğer ucuna geçmeme yardımcı oldu.
Salonun bu yakası, ilk bölümün aksine, konferansa yeni katılan teklere ayrılmıştı, Müjgan'la tanıştırılmam da burada gerçekleşti. Her şey önceden belirlenmişti ve biz nedenini sorgulayamayacağımız biçimde birbirimize uygun görülmüştük. Güzel sayılırdı, ben pek benzetememiştim ama orada bulunduğuna göre Kim Novak'ı andıran bir yanı mutlaka vardı, ayrıca psikoloji bölümünde yüksek lisans yapıyordu. Küçük tanışma törenimizden sonra yeni eşleştirilmiş çiftlerin görüşmeye alındığı küçük odalardan birine götürüldük. Aynı tipte yan yana sıralanmış çok sayıdaki odadan biriydi bu, her birinde görevlendirilmiş deneyimli çiftler yeni gelenlere önce kuralları bildiriyor, sonra da onlara bağlı kalınacağına dair konferans yeminini ettiriyorlardı. Kurallar derken de öyle uzun bir liste anlaşılmasın, hepsi sadece iki taneydi. İlki, güçlü bir tutkuyla birbirine bağlanması zorunlu olan çiftlerin asla tam anlamıyla kavuşamamalarını emreden kuraldı. Kısacası, cinsel ilişki kesinlikle yasaktı.
Kural bildirimi aşamasından sonra oryantasyon komitesinin bulunduğu bölüme giderek, bütün dünya için geçerli standart programlar ve görev dağılımları hakkında kısa bir brifing aldık. Konferansların kuramsal olan ilk bölümü filmin sekanslara ayrılarak izlenmesi ve bildirilerin sunulmasından oluşuyor, uygulama kısmında da amatör çekimlerin yapıldığı workshop'lar düzenleniyordu. Bizden, Madeleine'in Golden Gate köprüsünün altından denize atladığı bölüm üzerinde uzmanlaşmamız istendi ve böylelikle konferans dışındaki hayatımız da hep bir parça o bölümden izler taşıdı. Zaten bu bir anlamda zorunluydu, çünkü ikinci kural çiftlerden kadın olanın kent içinde ara sıra kuşku verici gezilere çıkmasını, erkeğin de onu yoğun bir ilgiyle izlemesini gerektiriyordu. Aynı çevrede uzun süre kalıp dikkat çekmemiz sakıncalı olabileceğinden, makul aralıklarla adres değiştirmek, bir kural olarak değilse bile çok önemli bir tavsiye olarak bildirilmişti. Ne de olsa bizler tuhaf görünümlü çiftlerdik ve semt sakinlerinin kendilerine benzetemedikleri insanlardan rahatsızlık duymaları da bilinen bir olguydu. Konferansın hızla yayılmasıyla birlikte bu tuhaf çiftlerin sayısının kelebek etkisiyle artması sonucu, bütün önlemlere rağmen her semtte en az bir Vertigo çiftinin bulunmaya başlaması da organizasyonun önündeki çözümsüz problemlerden biriydi. Bu dolaşımın emlak sektörüne getirdiği hareketlilik bile, yol açtığı sosyal huzursuzluğun yanında ihmal edilebilir hale gelmişti.
Müjgan ve ben, kentin alçakgönüllü kenar semtlerinde, eşyalarını sırtında taşıyan garip gezginler gibi üç yıl boyunca dolaştık durduk. Müjgan'ın ailesinin maddi durumu pek kötü sayılmazdı aslında ama o evini terk etmişti. Artık hayatta olmayan ve ölüm nedenini bana açıklamadığı isyankar teyzesinin başkaldırıcı ruhunu devraldığını gururla tekrarlıyordu her fırsatta. Dersleri dışında, bir şirketin insan kaynakları bölümünde yarı zamanlı statüde çalışıp ortak bütçemize katkı sağlıyordu. Bense, kuralları yerine getirmekle işimi aksatmamak arasındaki dengeyi sağlamaya çalışırken hayli zorlanıyordum. Kurgusal takipleri olabildiğince boş zamanlara denk getirmeye çalışıyorduk ama bu çaba yeterli olmadı ve bir süre sonra istifa etmek durumunda kaldım. Konferansın maddi yardımı, arabası olmayan çiftlere 1959 model bir Chevrolet vermenin ötesine geçmiyordu. Bunun sonucunda da, gerek kentte, gerekse dünya genelinde bu eski araçların hızla çoğalması, küresel ilerlemeyi öngören sistem tarafından zaman dışılığın tehlikeli bir saldırısı olarak yorumlanmakta gecikmedi. Haliyle biz de bu arabayı aldık, ancak yine de geçinmek imkansız olduğundan Müjgan'ın yardımıyla bir işe girdim. Mühendislikle ilgisi yoktu, çalışma saatleri biraz daha esnekti, ama insanlar yine aynı şeylerden şikayet ediyor, benzer özlemleri dile getiriyor, yönetiliyor ve denetleniyorlardı.
Gençtik, evli değildik ve üstelik ne halt ettiğimiz de belli değildi. Bu özellikler ev bulmamızı öyle güçleştiriyordu ki, bunu başarıp oturma sürecine girdiğimizde komşuların hiç de sevgi imlemeyen bakışlarında bile Mona Lisa'nın dingin gözlerindeki sonsuz rahatlatıcılığı bulabiliyorduk. Antika arabamız da dikkat çekiyordu haliyle ve onu sadece birimiz kullanmak durumundaydık. Seyredenler bilir, filmde kameranın, San Fransisco'nun inişli çıkışlı caddelerinde Kim Novak'ın arabasını izleyen James Stewart'a odaklandığı uzun planlar vardır. Bu nedenle arabayı benim, yani takip edenin kullanması daha uygundu. Kimi zaman yürüyen, kimi zaman da toplu taşıma araçlarını kullanan Müjgan'ı bu şekilde izlemenin nasıl yıpratıcı bir çaba olduğunu bilmem tahmin edebiliyor musunuz? Bizim bulunduğumuz zaman ve mekan parçası filmdekine kıyasla çok daha zordu. 1959 yılının San Fransisco'sunda değil 2000 lerin İstanbul'undaydık ve yaptığımız şey çılgınlıktı. Ama giderek gizli bir ayine dönüşen bu sapkın gezilere izahı güç bir tutkuyla bağlanmaya başlamıştım. Müjgan'ı gerçekten yitirme ihtimali, heyecan verici bir korku kılığında bütün benliğimi sarıyor, kurgu gereği onu belli bir noktada yakaladığımda ise bağlarını gevşetip uzaklaşıyordu. Onu olanca maddesel gerçekliğiyle karşımda gördüğümde yokluğunun büyüsünü kaybediyor, bir sonraki takip gezisini iple çekmeye başlıyordum. Buluşma yerlerimiz doğal olarak köprülerden birine yakın deniz kenarlarıydı, buralarda mümkün olduğunca diğer çiftlerle karşılaşmamaya özen gösteriyorduk. Arada çakıştığımız da oluyordu ister istemez, bazen de ben takip halindeyken başka Vertigo erkeklerine rastlıyordum, direksiyon başında sıkıntılı bir yüz ifadesiyle partnerlerinin izini bulmaya çalışıyorlardı. Mutlaka ki bu çiftlerin de anlatacak çok şeyleri vardır ama ben sadece kendi öykümüzü biliyorum, belki onlar da kendilerininkini yazarlar bir gün. Bir de hiç tanımadığım bazı insanların beni izlediğini fark ediyordum bazı günler, bir süre ısrarla arkamdan geliyor, sonra da ortadan kayboluyorlardı. Aynı evde altı aydan fazla kalmamamız, barınma sorunumuzun çözümündeki en büyük güçlüktü kuşkusuz, bunu nasıl başardığımızı sormazsanız biliyorum, sorarsanız bilmiyorum. Şu an bir düş gibi anımsadığım bu dönemin gerçekten yaşandığına ben bile inanamazken başkalarını nasıl inandırırım, hiç bir fikrim yok. Belki böyle bir zorunluluk da yok, nasılsa bütün yaşanmışlıklar sonunda bir şekilde rüyaya dönüşür. Sürekli değişen komşularımızın yüzlerini birbirine karışmış zamanların içinde garip bir farksızlığa bürünmüşler gibi hatırlıyor olmam da bu dönüşümün bir sonucu olsa gerek.
Bütün güçlüklere rağmen gerektiği gibi yaşamaya çaba sarf ettik. Yurt dışına çıkamasak bile arada yanılmıyorsam üç İstanbul Konferansında daha görev aldık. Daha önce söz ettiğim o bıkkınlık, keyfin keyif olmaktan çıkma noktasına da sanırım az kalmıştı. Müjgan'ın bedenini önce kaybedip sonra bulmanın eş aralıklı döngüselliği, aramızda hiçbir tensel birleşme olmamasına rağmen o bedeni yüzlerce kez fethetmişim gibi, tat vermeyen bir doyum hissi üretiyordu artık. Bunun yanında Müjgan'da da olağan dışı bazı gelişmeler gözlemlemeye başladım. Kaybettiği teyzesinden daha sık söz ediyor ama ölüm nedenini açıklamaya yine yanaşmıyordu. Hepsi ölüm temalı tuhaf şiirler de yazmaya başlamıştı ki, bu aşama gerçekten biraz ürkütücüydü. Aslında her şeyde ironi aramaya meraklı tuzu kuru kişiler psikoloji yüksek lisansı yapan birinin psikolojisindeki bu bozulmadan da malzeme çıkarabilirler, ama içinde yaşayanlar için olgular hiç de böyle komik olmayabiliyor bazen. Durumu günden güne daha kaygı verici hale geliyordu, sudan sebeplerle çıkardığı tartışmaların yanında anlamsız istekler de öne sürmeye başlamıştı. Semptomlar özellikle güneş battıktan sonra şiddetleniyor, hava karardıktan sonra da beni pencerenin önünde saatlerce kendisiyle birlikte sokak lambalarını seyretmeye zorluyordu. Zaten az sayıda olan arkadaşlarım ve ailemle bağlantılarımı en aza indireli çok olmuştu. Özellikle annemin ne kadar endişelendiğini tahmin edebiliyor ama kötüye gittikçe beni kendine tutsak eden bu garip kız yüzünden haftada bir ettiğim kısa telefonlar dışında ona da pek bilgi veremiyordum. Gündüzleri biraz normale dönüyordu dönmesine, ama takipler bence artık çok riskli olmaya başlamıştı, bu ruh halindeki birinden herşey beklenebilirdi. Bizi bu kuraldan affetmesi için konferans eşbaşkanını aramayı önerdim, şiddetle reddetti. "Merak etme", dedi, "Korkmana gerek yok, henüz o düşündüğün şeyin zamanı değil, ama yollarda zaman geçirmekten sıkıldım. Bundan sonra denize giderek daha çok yaklaşacağız."Dediği gibi de yaptık, her ev taşımada denize biraz daha yakınlaştık. Bunun için daha fazla paraya ihtiyacımız vardı ama ben Müjgan'a zaman ayırmaktan yeni işimi de aksatır hale gelmiştim, en sonunda oradan da kovuldum.
Belirsiz bir zaman kipi olan geleceğin, tahmin edilemeyeni daha çok içerdiği iddia edilir. Bunun karşı ucunda da, geçmişin deneyselliğine bağlı oluşan gelecek tasarımı vardır, bunları eski yalnız gecelerimdeki okumalarımdan hatırlıyorum. Bizim geleceğimiz bunlardan hangisine uyarlanabilir acaba? Bu zaman kipi gerçekten kafa karıştırıcı ve Müjgan'ın henüz bu genç yaşta teyzesi ve eski filmler aracılığıyla, hiç bir öngörüye ihtiyaç duymayan geçmişle bağlantı kurması kendince bir çözüm yolu belki de. Geçmişin geri gelemeyecek olmasını da pek kabullenemediğini söyledi bana üstelik. Özellikle Konferansın dünya genelinde yasaklanmasından sonra bu tür tuhaf konuşmaları daha da artmıştı. Denize doğru olan hareketimizden ödün vermeye de hiç yanaşmıyordu, hatta bu arzusu daha da güçlendi. En sevdiği buluşma yerlerimizden biri olan Haliç Köprüsü'nün Ayvansaray ayağına çok yakın, Fener semtindeki bu dik yokuşa taşınmamız da bu arzu patlamasının eseri zaten. En azından burada para sorunumuz biraz azaldı, onun entelektüel arkadaşlarından biri, artık kullanmadığı eski evinde düşük bir kirayla istediğimiz kadar oturabileceğimizi söylemiş, bir yanından geniş bir Haliç manzarası, diğer yanından da Rum Lisesi görülebiliyor. Müjgan, bu sokakla, filmde James Stewart'ın oturduğu yokuş arasında benim katılmadığım bir benzerlik kuruyor sürekli. O Kim Novak' a ne kadar benziyorsa, bu yokuş da filmdekine o kadar benziyor bence, bu konuyu onunla tartışmaya hiç gerek yok tabii. Son zamanlarda da kafayı, Denize İnen Sokak adlı kayıp bir filme takmış durumda, o filmin bir kopyasını bulmam için baskı yapıp duruyor, sanki elimdeymiş gibi. Neyse ki arkadaşı bize bolca eski filmin yanında, eski bir pikap ve yetmişli seksenli yılların seçme caz albümlerini bırakmış, bunlarla oyalamaya çalışıyorum. Şiir yazmaya da devam ediyor elbette, ama artık işi daha sıkı tutup yazdıklarını bana göstermiyor. Akşamlarıysa sahilde uzun gezilere çıkıyoruz, Haliç Köprüsüne doğru. Yükseklik korkumu unutup merdivenlerden tırmanmayı önerdi bir seferinde, bunun benim için imkansız olduğunu hatırlattığımda ise itiraz etmeyip sessizce geri döndü. Sokak lambalarına olan tutkusu da burada fazlasıyla karşılığını buluyor. Kimi yarı çökmüş durumdaki, kimbilir hangi zamanların geçişine tanıklık etmiş köhne binaların yüzeylerine, o zamanların izini ararcasına ışığını yansıtan bu lambaların her biri için ayrı bir şiir yazmak istediğini ama bunun imkansız olduğunu söyledi bana. İmkansız derken şiirsel yeteneğe mi vurgu yaptı yoksa başka bir şey mi ima etmek istedi, bilemiyorum. Bir çoğunu olduğu gibi bu sorumu da yanıtsız bıraktı. Geçmişle ilgili konuşmasını yaptığında da o lambalardan birinin altındaydık. Çok hoşlandığı bir konuyu tekrarladı önce, ünlü bir çağdaş düşünürün Hitchcock sineması ve özellikle Vertigo filmi analizlerinden söz etti, anlamakta zorlandım her zamanki gibi ama belli etmedim. "Geri dönülmezlik kuralına inanmıyorum", dedi sonra birdenbire. "Geçmişin bir yerlerde birikip geri döneceğine inanıyorum. Kaos teorisinde de buna benzer bir fikir var. Bugüne kadar bunu kimse görmedi belki ama bir gün olması kaçınılmaz." Sonra da kendisini Vertigo'daki o ölümsüz dev ağaçların bulunduğu ormana götürmemi istedi benden. Görüldüğü gibi istekleri giderek yerine getirilmez bir karaktere bürünüyor. Bir de şu henüz zamanının gelmediğini söylediği şey kafamı kurcalıyor sürekli. Bu bekleyiş gerçekten tedirgin edici.
Mustafa Resa Becan