
Modern şiirin tartıştığı en önemli meselelerin başında hiç kuşku yok ki “gerilim” gelmektedir. Bireyin içerisinde bulunduğu bu durum, sanayileşmenin ve beraberinde kırdan akan insanların atomize olmuş ve hatta nesneleştirilmiş varlıklar olarak büyük bir fabrikanın olağan dişlileri haline getirildiği ve an’a indirgenmiş modern zamanların neticesinde bilinçli ya da bilinçsiz yaşadıkları durumdur artık. Toprak, tabiat, insan ile kurduğu ilişkiden ayrışan ve bütünüyle betonlarla yalıtılmış yeni mekanlarda yaşamak zorunda kalan modern insan, nesne üzerinden kurgulanmış, planlanmış, sınırlandırılmış yeni hayatının getirdiği hayal kırıklığı ile geriye dönememenin oluşturduğu kopma duygusu arasında büyük bir zihinsel ve fiziki gerilim yaşar. Bu mevcut gerilimli duygusal hâl, O’nu insana ait bütün varoluşsal değerlerden alı koyan büyük sistematiğin bir neticesidir aynı zamanda. Meta ilişkilerinin şekillendirdiği sistematik, zaman sonra insanın da bu meta dünyada her hangi bir nesne olması seviyesinde algılanmasına neden olur. Oysa modernizm ve onun büyük anlatılarından kapitalizm, temel argüman olarak yeryüzünü mutlu, her şeye sahip olabilen insanların içinde yaşadığı bir cennet olarak idealize etmişti. Sanayi devrimi bunun içindi mesela. Protestan ahlaktan beslenen çalışma güdüsü onu bir ibadet şeklinde formlandırıp, kilisenin dışına taşıyarak, sürekli hareket halinde, ilerlemeci tarih algısının nesnesi olmuş yeni bir insan ortaya çıkardı da denilebilir.
Modenizmin yeniden kurguladığı kentlerde sürekli çalışarak önce kendi hayatının ve sonra ulus-devlet bütününün ilerleyeceğine inandırılan bu insanın birinci dünya harbi ve ardından ikinci dünya harbi ile büyük bir zihinsel travma yaşadığını gördük. Yüz binlerce insan geleneksel zamanlara ait savaşlardaki ölme ve öldürülme biçimlerinden çok daha vahşice, Avrupa’nın orta yerinde birbirlerini katlettiler. Modernizm iddiası “hem doğal, hem tanrısal olan, hem akıl karşısında saydam hem de yaratılmış olan kutsal dünyayı sekteye uğratmıştır. Onun yerine, son erekleri insanın artık ulaşamayacağı bir dünyaya göndererek, akla ve dünyevileşmeye ait bir dünya koymamış; gökten yere inmiş, insanlaşmış bir Özne ile teknikler tarafından kullanılan bir nesneler dünyası arasındaki ayrılığı dayatmıştır(1)”. İşte bu özne ile teknik dünya arasında gidip gelen modern duygu buhranı karşısında yaşanan hâl, bütünüyle büyük bir gerilimden ibarettir aslında. İnsan özne olduğu zaman kendisidir. Nesne olduğu ve nesneleştirildiği zaman ise kendi varoluşunun dışında verili bir anlam aralığına sıkıştırılarak kendisi olmaktan çıkar. Artık dışsal olan dünya bütünüyle bir tehditler topluluğudur. Bu, önce kendisine, sonra da ilişkide bulunduğu her şeye (insana, topluma, tabiata..) karşı bir yabancılaşma getirir. Yabancılaşan insan ise, bütünüyle dünyevileşmiş, kendisine büyük sistem tarafından kodlanan rolü yerine getirmiş herhangi bir nesneden ibarettir artık. Hayatının bütün anları büyük kurgu tarafından belirlenmiş, verili bir kısır döngüyü sorgusuzca yaşaması önerilmiş, sorgular ise mutsuz olacağı tembihlenmiş atomize bireydir modern insan. Bu hâlin farkına varabilen insanın pratik ve zihinsel dünyasında kendisini yeniden inşa edebilecek donanım yok ise, ortaya çıkın sadece büyük bir gerilim olacaktır. Gelimli durum insanî ilişkilerin kopmasına neden olur. Aynı mekanı paylaşan ama aslında hiçbir şey bölüşmeyen, ilişkileri meta üzerinden şekillenen yeni bir insan örgüsü çıkar karşımıza böylece. Bu insanın en büyük özelliği artık yarılmış bir bilincin içerisinde yaşamak zorunda kalan ve psikolojik ve kültürel şizofrenik eğilimler gösteren gerilim’dir. Devlet ve ideolojik aygıtları ile toplumun tamamına yayılan büyük kontrol düzenekleri sayesinde şizofrenik durum verili bir şekilde genele ulaştırılır ki, iktidar düzeneği toplumu kendisine, psikiyatri klinikleri ile bağımlı ve köle kılar. Deleuze’nin dediği gibi “teknolojinin gelişmesiyle modern devlet, makinasal kullaştırmanın yerine çok daha kuvvetli toplumsal boyun eğmeyi(2)” getirir. Artık toplumun bütünü kontrol altındadır ve gözetlenerek, devlet ve ideolojik aygıtları tarafından yapacağı her şey hazır menüler şeklinde dayatılı bir hayat sunumuyla önüne konur modern insanın.
Bu, büyük zihinsel gerilimi ilk fark edenler ise, bir modernizm eleştirisi şeklinde ele alınmaya müsait olan Marksizm’den çok daha evvel, şairlerdir. Dolayısı ile sezgilerine dayanarak erken bir medeniyet eleştirisini Marks ve Nietzsche’den evvel modern şiirin kurucuları yapmışlardır. Çünkü temelde şiir insani olandan yanadır. Onu sömüren, metalaştıran, tahakküm eden bütün iktidar ve aygıtlarına karşı tarihin her döneminde direniş gösteren birincil söz eylemi şiirin içinde yer bulmuştur kendisine. Ancak modern şiirin geleneksel şiirden form ve tematik bağlamda kopmasını gerektirecek temel meselesi, kendisini konumladığı “modernizm eleştirisi”dir.
Bu eleştirisini mesela simgesel olarak verili imla, cümle, dize kalıplarını deforme ederek yaptığı gibi, mevcut kapitalist sistematiğe karşı geliştirdiği eleştirel diliyle de tematik alana yayar.Diğer bir mesele olarak “yabancılaşma” kavramının içini ciddi eleştiriler ile dolduran önemli kuramsal metinler Marksizm içinden çıkmıştır. Çünkü Marks yabancılaşmayı, kapitalizmin doğurduğu üretim ilişkileri ve mülkiyet duygusunun ortaya çıkardığını iddia eder. Özel mülkiyetin olmadığı bir toplumda insan kendisine ve de toplumuna yabancılaşmayacaktır. Bu bağlamda Batılı tarih ve medeniyet okumasına göre ilkel toplumlarda var olduğu iddia edilen komünal yaşam aralığı bir nevi Marksist teorinin beslendiği ana zemindir. Çünkü orada özel mülkiyetten bahsedilmez ve dolayısı ile insanın kendisine ve çevresine yönelik bir yabancılaşma söz konusu da olamaz. Yabancılaşmanın özel mülkiyet ve emeğin meta haline gelmesi ile başladığına dayanır Marksizm. Hıristiyan teoloji ise Hz. Adem’in Yaratıcıya verdiği sözü yerine getiremeyerek, yasağı çiğneyip, şeytanın sözüne uymasında arar. Batı dışı ve özellikle İslam toplumlarında ise bu kavrama karşılık gelecek bir mesele tartışılmamıştır. Ne zaman İslam toplumları Batıcı bir modernleşmenin tasallutu altına girmişler ve pozitivizmin yapılandırdığı bir insan inşaasından hareket etmişlerdir, ancak o zaman dünyayı ve bireyi algılamalarında bir yarılma olduğunun farkına varmışlardır. İslam toplumlarının bu bilinç yarılmasından doğan gerilim ve yabancılaşma meselelerinin tahrip ediciliği hiç kuşku yok ki, Batılı toplumlara göre çok daha trajik olmuştur. Çünkü ontolojik bağlamda insanı ve insan çevresinde ola gelen ilişkileri (insan-insan, insan-tabiat, insan-Allah) kendi dinamikleri çerçevesinde ve geleneğin özgül ağırlığı içerisinde yorumlayan İslam toplumları, kopartıldıkları bu hâlden, modern boyuta taşınırken savunmasız kalmış, kendisini tanımlarken kullanacağı argümanların ithal sözlüğü duygu ve anlam dünyasını betimlemede hiçbir işe yaramamıştır. Daryush Shayegan’ın dediği gibi “Batı-dışı uygarlıklar iki paradigmanın zamanını yaşamaktadırlar: kendi paradigmalarını ve büyük bilimsel devrimlerden doğan paradigma -Foucault’nun deyişiyle modern episteme-… iki paradigmanın çatışması, ontolojik, psikolojik ve estetik uyumsuzlukların temeli olduğu kadar, gelenekle modernliği karşı karşıya getiren çelişkilerin de temeli[dir.S.K.](3)”. Bu yüzden Batı dışı toplumlara ait hem geleneksel, hem de modern olanı aynı zaman boyutunda yaşamak ve kavramak zorunda olmak, büyük bir çatışım ve gerilim ortaya çıkartır. Zaten varolan iki ayrı medeniyet kodlarının insan, kozmos ve Yaratıcıya ait farklı bilgi ve anlam havzası, modernliği algılama hususunda da başkaca duygusal ve bilişsel kapılara açılır.
Tanrı’yı yeryüzünden kovmuş ve onun yerine hümaniter bir temellendirme ile insanı yerleştirmiş ve dolayısı ile salt dünyevileştirmiş olan Batılı-Hıristiyan insanın Tanrı Olma arzusu yerine mesela İslam Tanrı’ya sığınma, O’na teslim olma ve hatta tasavvufi terminoloji ile O’nun aşkı ile O’nda kaybolmayı amaçlar. Tuncar Tuğcu’nun yeniden okumaya açık eseri Yabancılaşma Problemi’nde mesela özgürlük kavramı merkezinde ele aldığı bu konu için “Yücelten bir olgu olarak özgürlük iradesi, temellerini İslam inancında bulur…Kendi başına var olan Tanrı sınırsız ve sonsuz güzelliktir, sınırsız ve sonsuz özgürlüktür; ona sığınmak, ona teslim olmak, onun güzelliğinden ve özgürlüğünden pay almaktır; sığındıkça, teslim oldukça özgürleşmektir; özgürlüğün bu irrasyonelliği onun dialektik doğasından kaynaklanır. İslam inancında temellerini bulan özgürlük iradesi, insanı ve çevresini iyileştiren, güzelleştiren bir olgudur(4)” der.
Görüleceği gibi özel mülkiyetten hareket ederek özgürleşeceği ya da yabancılaşacağı ikilemi arasında sıkışan Kapitalizm ve Marksizm karşısında İslam’ın onarıcı özgürlük talebi insana daha geniş bir eylem ve zihinsel pratik alanı açmaktadır. Bu özgürlük arayışını Batılı büyük anlatılara başkaldırarak dile getiren yine Batılı düşünce sistematikleri, dünyevi olanın dışına çıkamayarak ne yazık ki yine sınırlı bir özgürleşme aralığı içinde ya “saçma”, ya “hiç”, ya da “susma” kavramlarına sığınarak geçici bir rehabilite alanları çıkarmışlardır. Bu alanlar modern insana yeni çözüm sunmaktan çok, bir kaçış olarak el alınabilir ancak. Camus, Beckett, Cioran’ı ancak böyle ele alabiliriz. Hatta Camus saçma olan bir hayat için insanın kendi kendisine şiddet uygulayarak intihar etmesini dahi gereksiz, yetersiz ve saçma bulur. Dünyevi olanın ötesine geçememiş modern şiir akımları da bu sınırlı alan içerisinde simgesel ya da tematik başkaldırıları temsil etmek durumundadırlar. Türkiye bağlamında konuşursak modern insanın içinde bulunduğu gerilim ve yabancılaşma halini ilk kez ciddi anlamda ele alan İkinci Yeni şairleri olmakla beraber, onlar da Batılı akımlar gibi salt durumu tespit etmenin ötesinde yeni ve farklı bir anlam aralığı açamamışlardır. Yani Sezai Karakoç hariç hiç birisinin şiirinde modern insanın gerilimli ve yabancılaşmış hayatına bir öneri bulamayız.
Şiirlerini Defter, Varlık, Ütopiya, KavramKarmaşa, Öteki-siz, Mecmua gibi dergilerde yayınlayan Bayram
Balcı’nın üçüncü şiir kitabı Livar’da (Kibele Yayınları. Birinci Baskı. Haziran 2009. İstanbul) yer alan ürünler bu bahsettiğimiz “gerilim” omurgasına oturan bir medeniyet eleştirisi temelinde ele alınmaya müsaittir. Daha evvel Canıma Değmez Hayat (Ütopya Yayınları. Aralık 1999. Ankara) ve Yerdibi (Virtüel Yayınları. Haziran 2002. İstanbul) isimli iki şiir kitabı bulunan Balcı’nın dergilerde yayınlanan yeni dönem şiirlerini kapsayan Livar adlı kitabı da dahil olmak üzere şair, koyuluğu sürekli artan bir modern hayat ve medeniyet eleştirisinin izini sürüyor. Ancak biraz evvel İkinci Yeni’den bahsederken not düştüğümüz “modernizmin tasallutu karşısında ne önerileceği” bugün Türk Şiirinin ana meselesi olduğu kadar, Bayram Balcı şiirinin de tartıştığı bir alandır.
“tüketim çılgınlığına yenilen mutsuz uygarlık”(s.20)
“hakikati teslim alır imajlar”(s.15)
“herkes kendi mezarını arayan uygar bir ceset”(s.12)
“tutkunun ölesiye kölesi insanlar”(s.11)
“sadece çeşmeler değil bu çağda sular da paslanır”(s.38)
“insan zaten bu çağda bir yanılgıdır”(s.46)
gibi örneklem dizelerde kendisine yer bulan eleştirel duruştan hareketle, modern insanın huzura erişmesini sağlayacak pratik ve teorik düzleme ilişkin net bir öneri öncelendiğinde, Balcı’nın şiirinin Shayegan’nın Batı dışı toplumlar için kullandığı “yaralı bilinç”ten beslenen bir aura taşıdığını söyleyebiliriz. Bu, gelenek ile modernlik arasındaki gerilimden dolayı yaralanmış bir bilinç taşıyan insanın soracağı en büyük soru artık, Balcı’nın kitabına ismini veren Livar adlı şiirde geçen “çağın azaplarından hangi / hakikat kurtarabilir ömrü”(s.17) sorusudur. Hangi hakikatin ömrümüzü kurtaracağı sorusu artık bütünüyle karşılığını bulmakta güçlük çektiğimiz bir mesele olarak hem Modern Türk Şiirinin ve hem de aslında Türk modernleşmesinin önümüze bıraktığı ana tartışma alanlarının başında gelmektedir. Yukarıda bahsettiğimiz gibi İkinci Yeni, Balcı’nın bu önemli sorusuna açık seçik bir cevap vermeye yanaşmamış, sadece olgusal olarak meselenin (gerilimin ve yabancılaşmanın) farkına vararak ancak böyle bir alan içerisinde kalmakla yetinmiştir. Ece Ayhan’ın sivilliği, Sezai Karakoç’un İslam medeniyeti kodlarından hareket ederek yeniden dirilişi dışında İkinci Yeni, tartışabileceğimiz bir ütopya dahi işaret etmemiştir bize. Bayram Balcı’nın şiiri de bu noktada farklı okumalara müsait bir metin olarak durumun trajikliğini görmüş ve buradan hareketle sorular sormaya cüret edebilmiş bir şiirin izini sürüyor denilebilir. Dolayısı ile günümüz şiirinin tartıştığı konformist, uyumcul bir birey yerine itirazları olan, “bir çetedir çünkü devlet(s.48)” suçlamasını yapabilen, bunu dillendirirken de artık kurumlar ve ideolojiler adına değil, çarpışa çarpışa geri çekilip “ezel baharda bana yenilmiş bir devrim yakışır(s.61)” diyen “yalnız” bir birey olarak söz alır artık. Bu yalnız birey sürekli sorguya çektiği modern insanın haline eleştiriler getirirken bir ahlak savunusu, bir etik üst belirlenimden hareket ederek karşı durmasına rağmen, bir vakıa olarak gerilimin bütün izdüşümlerine de sahiptir. Bu doğal durum ile günümüz Türk Şiirinin mevcut fotoğrafı bir anlamda kesişir. Bütün yıkıcı eleştirilerinden sonra Bayram Balcı’nın şiiri farklı okumalara açık olarak bize içinde mistik, tasavvufi, dini terminoloji taşıyan dizelerin yanında, bu bilgi havzalarından hareketle yapılanmış yerleşik dinsel algıları zorlayan dizeler de sunar. Dolayısı ile O’nun şiirindeki gerilimli bireyi anlayabilmek için kullandığı dinsel terminolojiye ortodoks bir aralıktan bakarsak, önümüzde heteredoks bir metin durmaktadır. Yani ortodoksi açısından okunursa “babasız ademleriz biz(s.10)”, “tanrısız kubbesiz tapınakların / duasız kalbidir varlığın ilk harfi(s.45)”, “dua ediyor bir kadın: tanrım…bütün kusurlarını bağışlıyorum(31)” gibi dizeler tartışmalıdır böylesi bir aralıktan okunursa. Burada bilmemiz gereken şey, heterodoksinin Tanrı inancı ile merkez dinsel algının Tanrı inancı arasında farklılıklar olduğudur. Enelhak, hulûl gibi temel kavramlarda kendisine karşılık bulan bu Tanrı inancı “Allah’ın insan bedeninde cisimleşmesi şeklinde özetlenebilir(5)”. Böyle bir inançtan hareket eden söylem için “tanrının kusurlarının affedilmesi” meselesine varmak kendi içinde heterodoksinin uzantısı olarak bir mantık taşıyor.
Bunun yanında “sonsuz ve sınırsız olanın hükmünü giydim işte(14)”, “artık kuyularda Yusuf yok / utanıyorum kan içinde yaşamaktan(s.37)”, “hangi kuyunun dibinde bir yusuf kalmışsa / ben işte ona bir yakup’la gidiyorum(s.40)” gibi dizeler yerleşik dinsel algının içerisinde anlamını kolayca bulan ifadeler olarak da ele alınabilir. Balcı’nın şiiri biraz evvel bahsettiğimiz ve Batı dışı medeniyetlerdeki modern bireye ait gerilimi yaşarken, aynı zamanda daha içsel olarak dinsel düzlemde ortodoksi ile heteredoksi arasında gidip gelen ikincil bir gerilimi de barındırır belleğinde. “Tebliğ, mezhep, ayet, sevap, dua, kader, elif, kıyam, nefs, niyaz, Yusuf, Yakup, sufi” gibi kelimeleri şiirinin temel malzemeleri arasına sokan şair, bir şekilde dinsel olan ile ilişki halindedir zaten. Balcı’nın kişisel tarihi açısından gelmiş olduğu Alevi-sol gelenek dikkate alındığında şiirinin daha çok ortodoksi ve heterodoksi arasında melez bir duyarlılık taşıdığını iddia edebiliriz. Bunun, şiiri açısından geniş alandan söz söyleme ve beslenme imkanı vereceğini, dolayısı ile döngüsel bir duyarlılık ve sözlük yerine her iki dinsel algının malzemelerinden istifade ederek çok kimlikli bir şiir ortaya çıkaracağını düşünebiliriz. Kaldı ki elimizdeki ürünler bunun böyle olduğunu gösteriyor. Ancak bu hâlin doğal olarak bir gerilim ürettiğini söylemek de mümkün. Aidiyet ilişkileri içerisinde kendisini vareden ve buna göre Tanrı, evren ve insana ait yerleşik dinsel algının dışına taşan, bunu mahrem bir bilgi olarak cemaat içi dilin sınırlarında tutan geleneğin özgül ağırlı karşısında, onu yarıp aşabilecek, farklı söylem alanlarının sözlüğünden, duyarlığından çekinmeden beslenebilecek bir zihni performanstan hareket edebilmek de doğal olarak gerilimli bir şiirsel örgü çıkartır ortaya. Balcı’nın şiirini belki bu gerilimli durum besliyor. İçinde varolduğu gelenekten sıyrılıp çıkan çok nadir şair gibi özgün ve aynı zamanda sivil bir alandan seslenmesi O’nun şiirini belirttiğimiz gibi farklı okuma biçimlerine çok kolay açabiliyor.
Dolayısı ile “mansur gibi dara çektim özümü(s.32)” diyen de, “hangi kuyunun dibinde bir Yusuf kalmışsa / ben işte ona bir yakup’la gidiyorum(s.40)” diyen de O olacaktır. Buradan bakıldığında Bayram Balcı ikili bir gerilimin şiirini yazıyor. Batı merkezli modernleştirme karşısında bütünüyle karşı bir savunu ile O’nu reddeden, aygıtlarına açıktan savaş açan, ahlaki ve insani bir mevzi olarak meta ilişkileri yerine daha soylu bir örüntünün ürünü olan bireysel ve toplumsal ilişki arayışındaki şair, her ne kadar bize zihninde kurguladığı ve “çağın azaplarından hangi / hakikat kurtarabilir ömrü” sorusunun cevabını net olarak sunmasa da, en azından tarafını belli eden ve meselesi olan bir şiiri söylemektedir. Meselesi dediğimiz şey hiç kuşku yok ki, modernite karşısında yaşadığı gerilimi azaltacak “hakikat” arayışıdır. Bu arayış O’nun şiirini günümüz Türk Şiiri içerisinde bireysel buhran ya da bireysel konformizm sınırları içerinde kaybolup gitmiş sentetik şiir karşısında, daha evrensel, daha insani ve toplumsal, gerçek hayatta karşılığı olan, zamanın boyutundan kopmamış sahih şiir tarafına koyar. Yani mesela apayrı medeniyet kodlarına sahip olan bu toprakların insanının Batı merkezli modernleştirme dayatımı karşısında yaşadığı zihinsel travma sonucu ortaya çıkan psikolojik ve toplumsal gerilimi şiirine mesele edinmeyen, bundan bir rahatsızlık duymayan ve hatta oryantalist, ithal bir mantık ile buralara ait duyarlılık ve toplumsal özellikleri görmezden gelerek yazılan şiirin, yerli bir şiir havzası içerisinde değerlendirilmesi de mümkün değildir. Balcı’nın şiiri bu anlamda bütünüyle yerli bir duyarlılık ve zihinsel algıdan beslenen ve hatta Hallac-ı Mansur ne kadar yerli ve bizim ise onlar kadar buralı olan bir izleğin takipçisidir diyebiliriz.
Batıcı modernleştirme sonucu kendisine ait cevap üretebileceği kültürel kodlarından ilişkisi trajik bir şekilde kopartılmış bütün toplumların yaşadığı şey, bu cevap üretebilecek argümanlar ile ilişkisi kesildiği için yaşadığı büyük anlam boşluğudur. Ne zaman sağlıklı bir şekilde buraya ait bir paradigmayla yollar yeniden kesişir, o zaman ancak gerçekcil ve özgüveni yüksek bir cevap, metinlerde karşılığını bulmaya adaydır. Balcı’nın şiiri gelmiş olduğu heterodoks dünya ve ilişkide bulunduğu ortodoks kültür aralığının değerler ve sözlüğünden beslenebilme özelliği sayesinde “bir yerlerde yazılacak temiz bir sayfa mutlaka kalmış olmalı(s.12)” umudunu da taşıyan bir şiirin içinde varolmaktadır. Ancak henüz ömrü huzura erdirecek hikmet meselesi “yaralı bilinç” durumunun bir bileşkesi olarak net bir adres göstermemektedir bize. Bu yüzden şiirinin bu netleşmemeden kaynaklanan bir a’raftalık ve gerilim taşıdığı ortadadır. Yine de günümüz şiirinin önemli bir handikapı olarak hikmet arayışından geri çekilmiş, bireysel ve toplumsal sorulara katılamamış sentetik şiiri karşısında Balcı, soylu bir cesaret ile öne çıkarak bütün bu çarpışmaları göze almış bir şiir damarından hareket ediyor denilebilir. Bu, başlı başına önemli bir mesele.
“adım adım sahnelenen bir cinnetin ortasında
ıvır zıvır yazıyorsa şairler
bu hiçbir şey olmuyor demektir hayatta
söndür sigaranı (s.48)”
diyebilen bir şair zaten bütünüyle sentetikleşme tehlikesi karşısında tercihini baştan yapmış, duyarlılıklarını bireysel duygu dünyasının sınırlarından aşırarak büyük insanlık acılarının olduğu yere doğru çevirmiş bir şiir söylemiştir. Sürekli itirazları olan, metalaşma ve metalaşmanın doğurduğu ilişkiler biçimine eleştiriler geliştiren, bunu yaparken de yeniden bir kapatma şekli olarak ideolojik dünya tasarısı öneren bir şiir değil, salt vicdanı olan yerden insanlık durumuna bakabilen bir şairdir karşımızda duran.
“çünkü ben bu dijital çağda kaybettim / karnımdaki kum taneciğini (s.60)”
“durmadan tüketiyoruz / durmadan tüketiyoruz (s.58)”
“her şeyin aynı adla anıldığı bu çağda / hiçbir topaç dönmez kendi kendine (s.48)”
“zamanın girdabına yuvarlanan postmodern ilişkiler / siler zihin penceresinde canlanan görüntüyü (s.38)”
“mekanın kuşatmasını esas alan yenilgi (s.19)”
dizelerinde kendisine zemin bulan eleştirel ve itirazcıl söylem bu bağlamda ele alınabilir dolayısı ile.
Özellikle modern çağa has psikolojik ve bağıntılı biçimde sosyo-psikolojik bir kavram olarak yorumlanan “yalnızlık” da Bayram Balcı’nın şiirini okurken izini sürebileceğimiz ana omurgalardan birisi. Kopan geleneksel ilişkiler, modern mimarının vermiş olduğu yalıtılmışlık duygusu, çalışma hayatının kutsanması ile salt üretim ağlarının içerisinde herhangi bir modül gibi kendisine yer ihsas edilen yeni insan, dinin ya da onu temsil eden başkaca inanç alanlarının kurumsal olarak ötelenmesi gibi başlıca belirteçler neticesinde, büyük kentsel bir kalabalığın tam ortasında ne yazık ki büyük bir yalnızlık hissetmektedir artık. Aslında modern insanın hayatının tamamı planlanmış, kodlanmış, gruplandırılmış ve ilişkileri çoğaltılıp belirlenmiş olmasına rağmen yine de yaşanan durum, boşluğu doldurulamayan yalnızlık’tan başkaca bir şey değildir. Çünkü meta ve pragmatizm üzerinden yapılandırılan ilişkiler biçimi, duygusal bir tatmin vermekten çok, bedeni ve hatta hedonistçe pornografik bir haz önermekte. Zaten modernizm denen ideoloji insanın bu ilişkisizliğini dahi kendisi kontrol etmek istemiş ve bunun için aracı meslek ve kurumlar ortaya sürmüştür. Psikiyatri, iletişim bilimi, klinikler, terapiler, kişisel gelişimciler, fazlalıkları(!) alınmış uzak doğu bilgelikleri vs. gibi.. Belki şu da söylenebilir ki modern insan istese de, istediği gibi yalnız kalamamakta, büyük sistem onun her duygu ve pratiğini düzenlemektedir. Oysa geleneksel bir bilgelik biçimi olarak “inziva” kavramı mesela, yalnızlık’tan bütünüyle ayrışık, öteli, onarıcı, içsel alana yolculuk açıcı, arınmacıdır. İnziva’da yaşanan süreç ruhsal bir sağaltım olduğu kadar, manevi bir mertebe alımıdır aynı zamanda. Yani tasavvuftaki “çile kırma” meselesi bu açıdan düşünülebilir. Ya da yine mürşid’in talebesine önce tek başına yapacağı, yalnız ve uzun bir yolculuk ödevi vermesi gibi.. Burada da yine amaçlanan coğrafik düzlemde bir yere varmaktan çok, manevi düzlemden mesafe almak ve boyut değiştirmek şeklindedir. Çünkü yalıtılmamış bir tabiat ile yolculuk sırasında kurulan doğrudan ilişki, tabiatın temsil ettiği asıl aşkın boyutu keşfe kapı aralar. Bediüzzaman’ın mesela talebeleri ile inzivaya çekildiği dağ başında gezintiye çıkınca yabani meyveleri yemeyi, orada mevcut böcek ve hayvanların rızkı olduğu için önermemesi önemlidir. Çünkü inziva neticesinde insan kendisini de tabiatın doğal bir parçası olarak kavrar. Hazcı, bireyci, yalnızlığından doğan insan-altı mertebenin arızi semptomlarından kurtulur. Bu anlamda modern insanın istese de deneyeceği yalnızlık, bütünüyle seküler bir tek kalma biçiminden öteye geçemez. Bu da aslında başlı başına bir gerilim üretir. Çünkü huzura ermek için yalnız kalmak arzusunda olan birey, dilediği duygusal mutmainliğe ulaşamaz. Uyku hapları, anti-depresanlar, terapiler ve ardından ödenen paralar.. oysa parasını ödediğimiz bir karşılıklı konuşma biçimi aslında temelinde insani ve ahlaki de değildir.
Bu yüzden meta üzerinden gelişen bir yardım biçimi, metalaşmış bir hayat sınırlarının dışında da anlamlandırılamaz. Hayatın bütün kompartımanlarından aşkın olanı işaret eden ne var ise onu kovmuş, ona karşı yapılanmış, kendisini onun ile tanımlamaya çalışmış kim var ise tarihin karanlık dönemlerine ait korku ve kaygı üreten bir bilgi olarak sunmuş modernizm ideolojisi, insanoğlunu bütünüyle “yalnız” kalmış duygusunun tam da ortasında bırakmaktadır. Bu, yalnızlık duygusunu giderecek simülatif kurumları da (psikiyatri, terapi, popüler kültür, okul, bürokrasi vs.) kendisi üreterek insanın her alanını çepeçevre sarmalamış olan modernizm, sebebi kendisi üreterek, sebep üzerinden insanı sömürdüğü gibi, sonuç üzerinden de benzer bir sömürü düzeneği kurup O’nu bu duygusal boşluktan kurtaracak alanın da yine kendi sistematiği içerisinde hazır bulunduğunu söylemektedir. “Yalnız isen sana bir terapi önerebilirim” cümlesi ile başlayan bu süreç ne yazık ki insan oğlunun kalbinden söküp alınmış olan boşluğu doldurmaktan uzaktır. Anti-psikiyatri hareketlerinin kuramsal metinlerine bu yüzden yeniden bakmak gerekli.
Tanım olarak bakarsak “Yalnızlık, kişinin kaçınmak için her şeyi yaptığı, acı veren, korkutucu bir yaşantıdır… terkedilme, vazgeçilme, tehlikeye maruz kalma duygularını içerir(6)”. Balcı’nın şiiri özellikle bir psikanaliz dergisinin içerisinden çıkardığım bu tanımın bütün emarelerine sahiptir. Modern zamanlara ait ve aşkın olan ile kopartılmış irtibattan sonra, sağaltımı dünyevi olanın sınırları arasında dönenip duran bir yalnızlık durumu O’nun şiirinde gerilimli bireyin duygusal ve zihinsel sarsıntısını belirleyen en önemli meseledir de bir bakıma. Çünkü temelinde yalnızlığının farkında olan ve bu fark etmenin vermiş olduğu acının (tıpkı tanımdaki gibi) içerisinden konuşan bir şiiri yazmaktadır. Bu yüzden O’nun şiiri acı veren, acıyı hissettiren bir duygusal transfer çoğaltmaktadır.
“Kendimizle baş başa kaldığımız anda / içine düşeceğimiz yalnızlık korkutuyor bizi(s.58)”
“kimsesiz hayatımıza herkesi çağıran / ayın arsızlaştırdığı yalnızlık turnuvası(s.25)”
“yalnızlığım metelik etmiyor / har vurup harman savurdum aşkı(s.21)”
“yalnızlığımızdaki kusur / hangi kostümüyle çıkacak girdaptan(s.18)”
“sustalı bir yalnızlık saplandı güne / kalbim kanayan bir ecel kervanı(s.54)”
gibi örneklem dizelerde karşımıza çıkan yalnızlık duygusu, modern olanın trajedisini içeren ve bu durum
neticesinde bireyin yaşamış olduğu gerilimli zihnin izlerini taşıyan söylemlerdir. Ancak şunu da belirtmek
gerekiyor ki Balcı’nın şiirindeki yalnız birey, daha evvel de belirttiğimiz gibi umudu da besleyen bir duygu
dünyasındadır henüz. Umut olacaktır çünkü bir şiirinde söylediği gibi “hikmet” arayışındadır. Hikmet arayışına durmuş bir şiirin dillendirdiği yalnızlık bu yüzden içinde devinip çarpıştığı hayatı yeniden bir anlam aralığına oturtmaya cür’et ettiği için de gerilimlidir. Çünkü hem aşkın olandan kopmuş ve değer skalası ancak dünyevi (nesneler dünyası) dar alanına sıkışmış günümüz modern insanı ve bağlamında edilgen olmanın ötesine geçememiş sentetik şiirin bireyi gibi, içinde varolduğu yalnızlık duygusunu aşamayıp çözümü saçma’da, susma’da, hiç’de ve daha da ötesine geçer isek “intihar”da görmemiş, sorular sorarak zihnini açmış ve mutlak olan bitende bir “hikmet” olmalı mertebesinde durmuştur. Bu, muhtemelen kendisinin içinden geldiği inanç alanının bir korunağı olarak da ele alınabilir. O’nun hayattan ve insanlar arası ilişkilerden bekleyip, oradan modern zamanlara yönelik eleştirel söylemini besleyen meseleler de bir bakıma bu inanç alanının ananevi yüksek ahlaki ve ilkesel kuşatımıdır. Bütün bunları da içine alarak vardığımız zeminde ortaya çıkın şey, O’nun şiirindeki bireyin yalnız durumuna rağmen, yıkıcı bir medeniyet eleştirisi yapabilecek özgüvene sahip olarak kendi inanç alanının beslediği bir hikmet arayışının peşinde koşmasıdır. Bu koşu doğaldır ki -Batı dışı bir medeniyetin şairi olarak- çarpışıp soru sorabilecek cesareti ortaya koyduğu için hem “yalnız” kalacak, hem de yalnız kalmanın getirdiği “gerilim”i üretecektir.
Selçuk Küpçük
Dipnotlar:
1-Alain Touraine. Modernliğin Eleştirisi. YKY. 5.Baskı. İstanbul.2004
2-Gilles Deleuze – Felix Guattari. Kapitalizm ve Şizofreni 2. Bağlam Yayınları. 1.Basım. Nisan 1993. İstanbul
3-Daryush Shayegan. Yaralı Bilinç. Geleneksel Toplumlarda Kültürel Şizofreni. Metis Yayınları. 4.Basım. Nisan 2002. İstanbul
4-Tuncer Tuğcu. Yabancılaşma Problemi. Hıristiyanlığın ve Marksizmin Kökleri. Alesta Yayınevi. 1.Basım
Ağustos 2002. Ankara
5-Reha Çamuroğlu. Sabah Rüzgarı. “Enelhak” Demişti Nesimi. Kapı Yayınları. 4.Basım. Temmuz. 2005. İstanbul.
6-Raşit Tükel. Yalnızlık Üzerine Notlar. Psikanaliz Yazıları -Yalnızlık Özel Sayısı-. Sonbahar 2001. Sayı: 3. Bağlam Yayınları