
Kelâmın ve zamanın, düşünsel eskizlerle yeryüzünü yarattığı çağlarda, dizdarlar ve Allahüekber dağları vardı... Edimlerimiz unutulanın anımsanmasıdır. Günlerce Once meydanında seni bekler, İsa yıldızı ve badem dalı baharların, kırmızı manolyaların avuntusuyla yaşardık. Sonra ilk göz görür, ilk el tutardı. Onlar, hipokampüs ve amigdale, neşe ve etkinlikle yaratılanı, ilkinsi olanı sevdiler… Üç varsa, iki geçerliydi! Ve öngörülerle kesinleme oluşturamaz ama kesinlemelerle öngörüler yaratabilirdik. Zapata, reform için Diaz’a başvurduğunda aldığı yanıt sen kimsin olmuştu, erk el değiştirdiğinde, Zapata’nın köylülere ilk yanıtı, sen kimsin oldu… Karanlık ışığın gizil yüzüdür, cetveller ve pergellerle oyulmuş mağaralarda yaşıyoruz. Fellini siklameni, Paolo menekşesi ve meleğim şeytan söylemi, lazer ışınlarıyla yanan kuşlar ve parçalanan uçak imgesi, anlağımızı darmadağın ediyor.
Güneşin dudağını yılan soktu ve Neptün aşkıyla tanrının sırtını sıvazlayan melek söz kuşunu gene çağırdı ve turuncu töresine gem vururken çiçek gene açıldı… Tavus kuyruğundan yayılan kıvılcımlar, aşkın kinetiği, kanon ve metron, Urartu ve Tuşba, Menua su kanalı, Hendra ve Sars virüsü Toscana ovalarına yayılıyordu. Türeyimsel kuşun bıraktığı nişasta paresi, yağışın etkisiyle oluşan iletkenlik, Büyük Hadron Çarpıştırıcısı’nı paralize ediyor. İnsanlar aynalarda kardeşini gördüğünü sanıyor ve kendisini onun adıyla anıyor. Lokal sideral zamana kıstırılmışız... Dostlar, Mevlana’ya giderken yolumu kaybettim, ilk karşıma çıkan kişiye oraya nasıl gidebilirim dedim, şuradan giderek, yüzünü ona dön, o sana gelecektir dedi. Şiir gibi aşkta tanımsızdı. Ve çok sonra bir Moritanya magistresi bildim; suda dalmıyorsam, biri beni seviyor demektir. Ve Kırmızı ve Siyah Stendhal’dir. Kaotiğin şatafatı, ölü toprağı, para ve parti ve tröstlerin buyruğunda ölüp gideceğiz. Hepimiz birer gölgeyiz teyzeciğim, öteki gölgelerin düşlerini kopyalayan. Luristan yöresine gidişimiz, normalist tavırlar ve mekanistik gerçeklerin esiriyiz. Yürekten öpmeler nedir ki...
Yaşam o denli soyutlaşacak, iletişim o denli gelişecek ki, bugünün fantastik ya da fütürist dediğimiz şiiri, geleceğin toplumcu gerçekçi şiiri sayılacak. Ve şiir gerçekte; sonsuzluğa yakarıdır, bunun içindir ki, biz ona yaklaştıkça o bizden uzaklaşır. Bristol takviminde buğz edilen burçlar, zarif bir bıkkınlıkla makyaj yapan kadın, eril yorgunluklar, ölümü öldürdüğümüz gün, gergedan yumurtası, Partenon’un ağırbaşlı çizgilerine zarar veren otlar, duyaç ve algıç. Ve boğaların geçit törenini aydınlatan bu güneş, zamanında Girit sokaklarında boğaları küfre buladıkları için ölüme mahkum olan insanların geçit törenini de gördü!..
Öldü ve kadınlar mezarlığına gömüldü. Çünkü dedi Rab; Siz onu yaşarken ayırmıştınız!.. Avrobesk şiirlerimiz, Leyla’nın Eva olduğu, batı/nî ağlatılara döndü, seksen şiiri seksek şiiri oldu vesselam ya da filan feşmekan. Peçeli devrimci Marcos’a neden yüzünü sakladığını sorduğumda devrim başarıya ulaştığında önderini mitleştirip, tanrısallaştırıyorlar ve toplum hemen eski kast sistemine dönerek; gene ölü atı kırbaçlıyor, bu işi başardığımda ben gene eskisi gibi marangozluk, ayakkabı tamirciliği veya fırın işçiliği yapmaya devam edeceğim ama devrimin kalıcı olmasını istiyorum artık demişti…Yanıtı yeterli miydi bilemem ama… Adı ve yüzü olmayan bir devrimciydi o... Bir gün dağlarda benim burada ne işim var diye bir pişmanlık duyduğunda, kayan bir yıldızın gökyüzünde bıraktığı incecik izi görmüş ve işte o zaman aydınlandım, bildiler ki; yeryüzünde küçücük bir iz bırakmak için buradayım dediği söylenmiştir. Kayan bir yıldızın gökyüzünde bıraktığı iz gibi, yaşamda bir iz bırakmak mottosu işte… Rodrigo’nun gitar konçertosu, bir bardak çay, bir de…
(ama işte neredeyse akraba çıkacağız! Okulun hangisi, okurken herhalde işe girmeyi düşündün, seni anlayabiliyorum... Sen de yalnız yaşadığın için anlayabiliyorsundur, şimdi pişmanlıkların bir yararı yok, yaşam asla yinelenip, kopyalanmayan bir şey, yaşanıyor ve geçiyor, sanatçı ruhlu insanlar, iç hesaplaşmaları ve alınganlıkları sürekli yaşayabiliyor, güçlü ve çatışkan bir dilin var, ekinin gizlendiği... Yaşam günlük hayhuyun dışında gerçekte çok güzel, günlük sıkıntılara yenilirsek, hele senin yaşında... Senin tepkini bile veremeyen niceleri var, şiir gibi, yaşamın son estetine ulaşmak için yola çıkmış, kendini en güzel biçimde çoğaltmak için mutluluklar, derinlikler, anlamlar üretmek üzere varoluşunla -tatlı, hırçın ve yer yer acımasız bir kavgaya girmişsin- deyimi hoş gör ama ayrıcalıklı olduğunu bil, yaşama senin kazandıracaklarının ayrıksı ve eşsiz yanlarını görmeleri ve onları sunabilmek adına, bütün bunların olabileceğini düşün, yoksa sen bu düşüncelere kapılmasaydın…Sanatın ruhsal şiddetlerle sarmalanmış koridorlarında koşabilmek, kendisini sükun ve sükut denizlerinin huzur dolu akışına terk etmeye benzemez… Bütün bunların bir serüvenin parçası olduğunu düşünerek, güçlü olmalısın! Yoksa sıradanlığın kollarında munis bir hayat sürmek ve öylesine yaşayıp gitmek ne kolay, sen bunu ister miydin, sen tam böyle olacaksın ki, sen olasın ve bizler ona içten içe bir hayranlık duyarken, kendi anlamsızlığımızın içinde her bir şeyi tüketip giderken, o özgün, kendi başına bambaşka şeylerin ve yaşanmamış, söylenmemişlerin peşinde koşan ve bir demir kelebek olan sana özencimizi bir kez bile dışa vuramadan, hiçliğin içinde savrulup gideceğiz. Biliyor musun, yol bu nedenle ikiye ayrılıyor, senin kanına seçtiğin yolun ateşi düşmüş, artık kurtulamazsın, ateş yakıcıdır ve bu tür insanlar ne yazık ki, ancak küllerinden doğuyor…)
Kendisini müjdeleyen parapsikolojik şiir, parasosyolojik, paraastrolojik…Uyku satıcılarına bakarak; ’Ren çağında leoparlar esnerdi, iman çıkarıcıları, ölmüşler için uyku uyuğuyla birlikte, bir gün uzayın derinliklerine savrulup gideceğiz dedi’. Kulaklarımız kurtların akrabası olduğumuzu söyler. Yağmur meleklerin yedi renkli kuşağı için ağlar. Sadaka bekleyenin avucuna ilk parayı kendisi koyar ve yenilenler yazık ki cellat parasını da öder. Ateşin açlığını ve susuzluğunu gördüm, yürekli kişi kaplanın kuyruğuna basan değil, av için o ölümcül anı bekleyen kişidir der. Çatıdaki balık, denizin dibindeki kartaldan daha iyi görür. Göz ısırmaz, tırnak çiğnemez, diş görmez, taç giyense sokağı süpüremez, Hangi kültür barbarlıktan kök salmaz ki, Kumran İncili bağıt yoksa, zinada yoktur diyor. Yılangillerden maymunun, sırt tüyleri başına doğru, insanınki ayaklarına doğru uzar. Taupe-grillon adlı köstebek (bir kürek darbesiyle!) ikiye bölündüğünde üst tarafı alt tarafını yemeye başlar. Göçleri sırasında Amerikan güvercini öylesine kalabalıktır ki ortalığı karanlık basar. Güneş karardığında, başıboş dağ hayvanları tehlike saçar. Zaman sürekli kendini öldürmektedir. Ölümsüz Venüs’ün yalnızca ağzı bile modacılara karşı utku kazanmaya yeterlidir. Atlas ve Tullia ve Tarencia kızlarımın adıydı. Cugnot’nun buharlı otomobil tasarımı vardı ve yıl 1769’du, acaba Osmanlı nasıldı o sıralar. Öngörüler elimizdeki bilgilere göre yapılır, bilim ise elimizdeki bilgilerin yanlışlanıp, geçersiz kılınmasıyla ilerler. Diyor ki, tehlikelidir öngörüler. Geçenlerde bir bahçıvan yanına bir yardımcı almış, sonrası bir gün ben gidiyorum, şu çiçeklerle bu ağacı budar mısın demiş, döndüğünde yardımcısı nasıl buldun budama tarzımı, en çokta ağaca özenip, bezendim işimi yaparken diye sormuş, bahçıvan yanıt olarak iyi güzelde, ‘Ağaç nerede’ demiş!.. Başka bir meselde, dünyanın en iyisi olmak isteyen şaire, yaşlı ustası, o zaman şimdiye dek yazılmış tüm şiirleri okumalısın demiş. Şair günün birinde okuduğunu ve belleğinin şiirlerle dolduğunu söylemiş. Usta, şimdiyse tüm okuduklarını unutmalı ve artık yazmaya da başlamalısın diye eklemiş…
Kardeşlerim, bizler; ağırsı ton, çaçaron, metalik su, bu çiftlikte Gogol var mı, Çiçero’n, geçmiş ve gelecek, şimdi ve dün; bi/linç, kan ve hakan sorgusuyla; Marangoz’un, Eskimo’nun, Şintoizm’in izindeyiz!..
Ve sonsuzca kaotiğiz.
Gautama!
Biz kimiz, biz kimiz, biz kimiz?..
ULUS FATİH