
Doğrudan konuya girmek gerekirse, evet, makine insanlığa ihanettir. Bu da ömürlerimizin/ömürlerin içinde yaratılmış bir karadeliktir. Bu karadelik'te yaşam/ömür sürmek, ne mümkün artık. Nasıl ki, silahlar olmasa, insanlar savaşmaz demek, bugün mümkün değilse, bu karadelik olmasa, hayat bayram olacak demek de mümkün değil. Sanat'ın varlık
nedeninin inkarı temeline oturtulmaya çalışılan her düşünce, tez vs., içinde olduğumuz karadelik'i kavrayamamakla alakalı. Elbette, kültür endüstrisinin talanına maruz kalmış bir "sanat" faaliyetiyle sınırlı bakmıyorum meseleye. Ve elbette bir kültür endüstrisine dönüştürülmüş "sanat/şiir" faaliyetinin reddinden yanayım.
Şii dediğimiz şey, en basit ifadeyle, insanın görünmez/görünemez hislerinin/içinin dışa yansıtılmasıdır. İnsanın içinin ya da öbürleri tarafından hissedilemeyecek hislerinin, kimi simgeler, imgeler vs'ler aracılığıyla öbürlerine gösterilmek istenmesine, insanın içini
öbürleriyle paylaşmak istemesine neden karşı çıkayım ki. Böyle bir gerekliliğe neden ve ne'için karşı çıkılır.
İnsan, salt kendisi, sadece diğerlerine/öbürlerine dokunuşlarla müteşekkil değildir. Öbürleri ya da bizler, bize dokunan bir insanın sadece bir yönünü görmüş oluruz. Bize dokunan insanın başka/öbür yönlerini ise, başka ve farklı nesneler vasıtasıyla anlamaya çalışırız. Ses, dil, söz, mimik, yazı vs. bize dokunan insanın bütünlüklü ifadesinin araçlarıdır.
Şiir ise bütün bu bütünlüklü araçları ortadan kaldırır, yerine kendisi geçerek sahici bir esas oluşturur. Her türlü insan ilişkilerinin temelinde "şiir" vardır. İki insanın birbirleriyle ilişkileri, şiirseli ifade eder. Sanatı sadece resim yapmak, öykü-şiir-roman yazmak, heykel yontmak, müzik ve film yapmak olarak algılıyorsak o başka. Bütün bunlar endüstriyel şeylerdir. Bütün
bunların; resim yapmak, şiir yazmak vs. kültür endüstrisine eklemlenen faaliyetlere dönüşmesine/dönüştürülmesi ne tavır almak başka bir şeydir.
İnsanın hayatı, doğayı, yaşamı, ve öbürlerini anlama çabası da denebilecek ''şiire'' karşı çıkmak ayrı şeydir. Sokakta karşılaşmış iki insanın birbirlerini selamlamaları şiirseldir. Nasıl ki, milyon yıllar önce, insanın mağaraların karanlık duvarlarına bir takım şekiller çizerek, kendini, kendi içini öbürleriyle paylaşmasında bir kötülük yok idiyse, bugün de insanın aynı içgüdüyle
kağıtlara, ya da dile içinin gölgesini düşürmesinde, şiir yazmasında bir kötülük yoktur. Kötülük; kağıda düşen gölgelerde kötülük aranmasındadır.
İnsan dünyanın vicdan azabıdır. İnsan, söylediği her söz ile, yazdığı her harf ile, kullandığı her renk ile kendini dünyaya biraz daha bağlar. İnsanın kendini dünyaya bağlamasının nesi kötü ki. Dünyaya bağlanma isteği, gerçekte karanlık bir gayeye bağlılıktır. Çünkü, başarının değil, yenilginin aracıdır dünya. Yenilgi selametidir insanın. Yenilginin insanı öbür dünyaya götürmesi söz konusu mümkün değildir. Kendiliğinden sarsılarak bir değişmedir bu. Yıkıntıların arasından ortaya çıkmaktır sözünü ettiğim.
Şiir; kimi anatşistlerin savunduğu gibi hayata karşı bir tahrifat değildir. Şiirin dili bir zırh değil çünkü. Şiir kimseyi başkalarına karşı korumaz.
Dil'in kendisi insanı başkalarına karşı koruyan bir zırhtır. Evet, evet ama şiir dilin ötesidir, şiir dilden daha eskidir. Gövdemizin içinde olduğumuz gibi dil'in de içindeyiz ne yazık ki. Oysa
"şiir" gövdemizin içindekini haykırma biçimlerimizdir ve daha ötesidir.
Haykırma biçimleri, modren sanatla bir ihanet aracına dönüşmüşse n'apcaz, şiire sırtımızı mı dönececeğiz... Hepimiz lâl konforunun karanlık zihnine mi çekilelim? "Hangi amaçla yazıyorsun?" "Hangi girişimin içindesin ve bu girişim neden yazıya başvurma gereksinimi duyuyor?"
"Ve bu girişim hiçbir durumda sadece gözlemleme gibi bir amaca neden sahip olamıyor?"
Şiir, sezgidir.
Sezgi ise sessizliktir.
Dil işin içine girdiğinde sezgiye ihanet başlar. Çünkü dil, sezginin sonuçlarının yitirilmesine hizmet edebilir. Kağıt üzerine karalanmış birkaç kelimede insan her zaman kendine ait bir şeyler bulabilir. Kelimeler açıklık kaygısıyla cümlelere dönüşüyorsa, bu okuyan da sezgi
ihtiyacını doğurur. İnsan söylediği her kelimeyle kendisini dünyaya biraz daha bağlar. Ama
yazıyı kurgulayarak (sanat yaparak) dünyaya bağlanmak aynı zamanda ondan biraz daha uzaklaşmaktır. Buna perdeleri yırtarak eyleme geçmek de diyebiliriz. Öyleyse yazıyı kurgulayanlara (sanatçılara) şunu sormak yerindedir; dünyadaki hangi şeyler'in perdesini kaldırmak istiyorsun, bu perdeyi kaldırarak, dünyada nasıl bir şeyler umuyorsun?
"Şair!" sözün eylem olduğunu bilir, perdeyi yırtmanın değiştirmek olduğunu da bilir, bir şeyin üzerindeki perdeyi yırtmanın değişim ihtiyacıyla mümkün olabileceğini de bilir. Bunun için toplumun ve insan durumuyla ilgili durumların imajların taraf tutmadan anlatılması
tasarımının gerçekleşmesi güç bir düş olduğunu da bilir. Bu düşten vazgeçmelidir "şair". Çünkü, insanoğlu taraf tutmadan kendini var edebilme olanağını yitirmiştir. Velhasılı; şair bilir ki, sözcükler namlusuna mermi sürülmüş bir tabancadır. İnsan konuştukça, yazdıkça ateş etmektedir. Şair, şiiri reddebilir ve Susabilir de. Ama ateş etmeyi seçtiğine göre, bunu bir çocuk gibi gözlerini yumarak ve yalnızca patlama sesini dinlemek üzere yapmasını beklemek, garip bir teselli ikramiyesi olabilir, anarşizm açısından. Matbu adamlıklar meselesine gelince; bütün portatifleri, rotatifleri, hayderbergleri, çinko ve kurşun, boya ve muşamba, ya da ağaçtan bozma
bobinleri yakamayacağımıza göre, bilmem hangi basılı metinler aynı macera ile gözlerimizin önüne gelirlerken, ne fark var aralarında. Haaa, içerik mi? İçelim elbette. Güzelleşelim.
Bu meselelerde benim derdim şu; madem ki, tabancayı doldurduk, o vakit salt patlama sesini duymak için değil, hedef gözeterek ateş etmeliyiz. "Şöhret", "iktidar", "sanatçı kimliği", "sanatçı kimliğinin masumiyeti", "nitelikli sanat'', ''kişilikli sanatçı" Vb. Kalben bu kavramların tartışılmasını gereksiz bulsam da, yine de bu kavramlar karşısında "meskun mahalde ateş" etmeyi sürdürür şair. Sanatın herhangi bir biçimiyle alakadar olmak, tornacı, kalıpçı,
mimar, mühendis gibi, o insanı toplum içinde bir işbölümüne götürebileceğine ve götürmesi gerektiğine karşıyım. Şair denilen zatı muhteremin, kendisine şair denmesinden duyabileceği haz, onu yukarda sözünü ettiğim kültür endüstrinin kucağına atar ve artık orada Donkişotluk yapmanın alemi yoktur. Kendisine şair denmesi için kavgalara girişme hırsını, çabasını, azim ve kararlığını ise onaylamam mümkün değil.
Her insanın sesi güzeldir. İnsan sesi güzeldir. Ama bazı insanların (türküçü-şarkıcı) benim sesim herkesinkinden daha güzeldir diye bangır bangır bağırmalarını hep komik bulmuşumdur. Bunu komik bulduğum gibi, bazılarımızın da, kimi insan seslerinin hastası olmalarını saçmalık olarak görmekteyim. Sezen Aksu hayranlığı, Erkan Oğur sesinden etkilenmek, ya da Duman kolik olmak, zaten güzel olan insan sesine ihanettir. Özcümle: şiire evet, şair kimliğine hayır. Çünkü adına ne dersek diyelim, ister şair, ister bilmem ne, yapılan şey; insanın dünya karşısındaki vicdanıdır. Ve elbette önemli olan nüfus cüzdanlarımızdaki adlarla yazmıyor olmamız değildir. Yazdıklarımızın arkasında durup durmadığımız ve kullandığımız sanal adların arkasında hınç ve kin gibi kimi ihtiraslarımızı gidermeye çalışmıyor olmamızdır. Küfre, hakarete yönelip yönelmediğimizdir, içtenlik vesamimiyet...
Baki selamlar.
Bayram Balcı