
O treni ben çaldım. İster inanın ister inanmayın, hayatım boyunca yegâne hırsızlığım buydu. Rayların üzerinde salına salına giden o şey, sadece bir lokomotif değil, ilk gördüğüm andan beri uykularımı renklendiren kırmızı bir düştü… Üstelik bu düş, kendi başına hareket ediyordu.
Ben, subay çocuğu olarak çok fakir sayılmazdım. Ama babası yağ tüccarı olan Sinan, kesinlikle mahallenin en zenginiydi. En güzel oyuncakların da onda olması, peşinen kabullendiğim bir kaderdi. Kocaman ahşap bir sandık içindeki o rengârenk hazineye, Sinan’ın sudan sebeplerle bana kızıp küsmediği zamanlarda dokunabiliyordum sadece. Tabiî, bin bir tembihini de sineye çekmek şartıyla:
“Duvara sürtmek yok!… Merak edip içini açıp bakmak yok! Bahçeden dışarı çıkarmak yasak!”
Kağıt kanatlı tahta uçaklar, farları yanan kurmalı otomobiller, çatapat patlatan kovboy tabancaları, minik kurşun askerler… Ama ne olursa olsun, benim gözüm ondaydı;
o lokomotifte! Sonunda dayanamadım, çaldım! Annem fark edene kadar da kontrplak üstüne kibritlerden ray yapıp odamda gizli gizli, doya doya oynadım. Pişman olmadım mı; oldum tabiî! Neden raylarını da çalmamıştım ki?... Kitapta okuduğum o meşhur gangsterin dediği gibi, “Çok istediğin bir şeye sahip olmak için Tanrı’ya dilekte bulunacağına, onu çalıp ‘Beni affet’ diye dua etmek…” daha çok işime gelmişti. Annemin zoruyla Sinanların kapısına gizlice lokomotifi bırakana dek, bu günahımın sefasını bir haftalığına da olsa, sürdüm… Daha sonra başına bir sürü iş havale ettiğim Tanrı, beni bu konuda affetti mi, bilmiyorum. Ama benim trenlere olan düşkünlüğüm daha da alevlendi.
Lisedeyken yaz tatillerinde Adana’ya dedemlere, daha sonraları da iş için Ankara’ya, her fırsatta trenle gittim. Hatta yurt dışında bile, hep tren yolculuklarını yeğledim. İlaç şirketlerinin bana sağladığı bedava olanaklarla, Almanya’nın ülkeyi baştan başa geçen dakik trenlerinden, Japonların teknoloji harikası hızlı trenlerine kadar, bir çoğuna bindim; keyifli yolculuklar yaptım. Ama yine de bunların arasında hiç unutamadığım, yıllar önce, o Ankara’ya yaptığım seyahatti.
***
Erkan’la Ankara’ya, Türk Diyabet Vakfının o yılki kongresine gidiyorduk. Bu kez yataklıda yer bulamayınca, Boğaziçi Ekspresinde karar kılmıştık. Çapa’dan başlayan arkadaşlığımız, doktor çıktıktan sonra gerçek bir dostluğa dönüşmüş, hayatlarımızın en önemli hemzemin geçitlerinde, farkında olmadan hep birbirimizi arar olmuştuk. Ben, Selma ile evlendikten sonra, işi biraz abartarak kardeşi Neslihan’ı, Erkan’a baş göz etmeye çabaladıysam da, kayda değer bir sonuç alamamıştım.
Pencereden hızla akıp giden peronlara, evlere, ağaçlara bakarak her zamanki gibi yolculuğun zevkini çıkarmaya çalışırken, başını mesleki bir derginin arasına gömmüş Erkan’a da takılmadan duramıyordum:
“Oğlum, sen tam bir ineksin… Bu kez de Hulusi Hocanın kürsüsüne gözünü diktin değil mi?... Biliyorum; adamın ayağını kaydıracaksın… Yazık adama. Kaldır kafanı bir bak; Bostancı!...
Bu deniz… Adalar… Bir zamanlar bu sahil yolu; tamamen denizdi. Şu Çamlık Çay Bahçesi’nin dili olsa da, konuşsa… Geçip giden hayatın farkında mısın sen?”
“Sen bu yüzden hâlâ hastane köşelerinde sürünüyorsun. Rahatsız etme beni! Hem Hulusi gibi titrek elli, yaşlı hocalardan öğreneceğim bir şey yok artık!”
Bazen öyle olur ya; en yakınınızdaki insana dair o âna dek hiç düşünmediğiniz bir şey, hiç olmayacak bir yerde, ansızın aklınıza düşer; hem şaşırır hem utanırsınız. Sanırım, ben ilk tanıştığım günden beri -Oyuncakları rüyalarımı süsleyen Sinan gibi- Erkan’ı da kıskandım.
O, geleceğin en gözde cerrah adaylarından biri olarak benden çok daha başarılıydı. Üstelik,
daha yakışıklı…
İşte, ben bu sese, daha doğrusu ray boşluklarının insanı bu dinginleştiren tık-tıklarına hayrandım. Tren geleceğe doğru yol alırken, bu ses, seni nasıl da geçmişe götürüyor… Yaşadığın şehirden uzaklaşıp yabancı bir kente giderken, küskün ve tedirgin ruhlar için melankolik bir senfoni:
Tık-tık… Tık-tık… Tık-tık…
Hayatımı daha yeni yeni düzene sokmaya çalışıyordum. Selma ile boşanalı beş ay, on iki gün olmuştu. Kapıyı her defasında anahtarımla açmaya ve beni soğuk bir karanlığın kucaklamasına henüz alışıyordum… Yalan! Aslında buna hiçbir zaman alışamadım! Selma ayrılma konusunda o kadar kararlıydı ki, karşı koyacak gücü kendimde bulamamıştım. Sadece “Olmuyor.” dedi.
“Birbirimize bunu yapmayalım Volkan… İşi zorlaştırma; birbirimizi koruyalım…”
Birbirimize yapmamamız gereken şeyi, anlayamadığım halde, bunları her zamanki gibi öyle bir ses tonuyla söylemişti ki, itiraz edersem Kırmızı Lokomotifi çalmaktan daha beter bir günah işleyeceğime inandırmıştı beni. Birbirimizi korumak için ayrılmamız mı gerekiyordu?...
Neden, neye karşı koruyacaktık?... Oysa bilmiyor muydu, asıl ben ‘Onsuz’ korunmasızdım. Üç yıllık evliliğimizde bütün hayati kararları, o; tek başına aldı. Boşanmamız gibi evlenmemiz de buna dahil. İlişkimiz raylar gibiydi. Biri gidiyor; diğeri sadece onu takip ediyordu… Bana âşık değildi. Ne yazık ki, bu konuda her zaman dürüsttü. Aynı zamanda meslektaşım da olan sevgili eşimin, pek çok doktor gibi yaralar karşısında acıları paylaşmaya zamanı yoktu. Yalnızca gerekeni yapıyordu. Benim hâlâ âşık olmam ise, önemsiz bir semptomdu. O, baş operatör olarak kalbimi hunharca söküp almaya çalışırken, ben, kendi ameliyatına neşter uzatan bir zavallıydım. Bu çöküntünün kronik bir duruma dönüşmemesine çabalıyordum. Bir anda boşlukta kalmıştım. Paslı raylarının arasında yaban otları bitmiş, güzergâh dışı bırakılmış istasyonlar gibi. Çalışmanın, kariyerin, yemenin içmenin, eğlenmenin, kısaca hayatın anlamsızlaştığı bir amaçsızlık denizinde sürükleniyordum… Sadece bununla kalsa, iyi; aniden önümde belirip beni yutmaya çalışan hüzün girdaplarından da, kendimi sakınmam gerekiyordu. Yine de bir faydası olmuştu bu kısacık evliliğin; hiçbir zaman iyi bir doktor olamayacağımdan artık emindim.
Yanımızdan geçen trenin gümbürtüsüyle irkildim. Kompartımanlara istiflenmiş hayatlar, birbirinin içinden geçiyordu. Selma ile ben de, birbirimizin hayatına böyle bir anda girip çıkmıştık. İki yabancıydık artık. Trenin penceresinden hızla akıp giden istasyonlardaki belli belirsiz yüzler gibi, birbirimizi bir daha asla göremeyecektik. Raylarımız bir makasta ayrılarak artık hiç kesişmemek üzere, ayrı yönlere doğru uzaklaşmıştı. Sırtımda taşımaya mahkûm olduğum bu acı ise, karanlıkta çığlığımı bastırarak üzerimden geçen bir gece ekspresiydi, hâlâ.
Deniz… Karanlık… Ağaçlar… Karanlık… Yazlık evler… Karanlık!… Küçükken Sinan’ın oyuncak bir projeksiyon makinesi vardı. Yüzümü dürbün gibi ekranına dayayıp üzerindeki düğmeye basınca, gözlerimin önünde renkli resimler birbiri ardına şak-şak
beliriverirdi. O geçişlerin arasında bir saniye ortalık kararır, sonra rengârenk dünya yeniden açılırdı: Tüneller!… O güzelim deniz, birden simsiyah, saydam bir perdeye bürünüyor; kompartımanın solgun ışığında pencerede yüzümü görüyordum. Oysa kendimle yüzleşmeye hâlâ hazır değildim…
Beton elektrik direkleri, daha sık geçmeye başlamıştı. İzmit’e yaklaşmış olmalıydık?... Kiraz ağaçlarına bakılırsa; Tavşancıl… Hey gidi Tavşancıl, hey!... Gençken buraya gelirdik. Tren yolunun kenarında bir bankanın dinlenme kampı vardı; onun yanındaki arsaya çadır kurardık. Şimdi yerini bulamadım?… Deniz, henüz bizi terk etmemişti.
O yıllarda hâlâ masmaviydi… Çok güzel kızlar gelirdi o kampa. Geceleri ateşin karşısında Selâmi’ nin akordu bozuk gitarıyla dans ederdik. Bütün yaz, bir çift göze tutsak, kıpır kıpır bakışmalarla geçerdi.
“Volkan! Hadi, restorana yemeğe gidelim. Karnım acıktı; hem seninle konuşmak istediğim önemli bir konu var.”
Erkan’ın seyahatin başından beri alışık olmadığım gergin hali, bu kez sesine de yansımıştı.
“Ankara’ya dek o dergiden başını kaldırıp hiç konuşmayacaksın zannettim profesör. ”
Restoran kalabalıktı. Kapıda, ağır bir koku ve çatal bıçak seslerinin karıştığı bir uğultu vurdu yüzümüze. Dipteki masaya sıkışarak yemekleri sipariş ettik. Ben, gömleğimin üst düğmesini açmış, kravatımı çoktan gevşetmiştim. Erkan’ınki ise, kolalı gömleğiyle uyum içinde hâlâ ilk sıkıldığı haliyle duruyordu. Bir süre, üniversite yönetimindeki iktidar kavgalarından dem vurarak hocaları çekiştirdi. Kariyerini de etkileyen akademik torpil mekanizmasından dert yandı. Ben, ona fırsat yaratmak için lafa girip konuşmuyordum. Gevşemesine yardımcı olmaya çalıştım. Özel bir sorunu olmalıydı. Sabırla asıl konuyu açmasını bekledim.
“Nasılsın Volkan?”
“Ne demek bu?...”
Orada olduğumu yeni fark etmiş gibi takındığı bu tavrı garipsedim. Oysa, önemli bir şey söyleyecek insanların, ne kadar ön hazırlık yapsalar da konuya nasıl gireceklerini kestirememelerinin tedirginliğini gözlerinden rahatça okuyordum. Ve o kararsızlık, kara bir bulut gibi yavaş yavaş üstüme geliyordu. Üstelik, görünürde başımı sokacak en küçük bir sığınak bile yoktu… Bu huzursuzluğun dürtüsüyle, oturduğumuzdan beri ilk kez çevreme alıcı gözüyle baktım. Yanımdaki adamın beyaz gömleğinin yakasında bordo rengiyle patlayan papyon, tartışmasız bu yemek vagonunun en dikkat çekici görsel öznesiydi.
“Yani, hayat nasıl gidiyor… Özel biri var mı?”
“Bir kadın mı?... Hayır! Artık bu konuda oldukça seçici davranmayı düşünüyorum dostum…
Hem biliyorsun, uzun süre yoğun bakımda kaldım; yaralarım sayende daha yeni kapanıyor.”
Bakışlarını benden kaçırarak bıçağıyla tabağının kenarındaki yağlı et parçasını amaçsızca didikliyordu. Ben önümdekileri silip süpürürken, o pek yememişti. Her zaman kendinden emin ve kararlı olan, benim gizli gizli kıskandığım adam… bu değildi.
“Evet haklısın; öyle yapmalı…”
“Ne geveliyorsun ağzında Erkan?”
“Şey… Nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum… Ama önce benden duyman lazım.”
“Hadi… Bir dene dostum.”
Vagonun en ucundaki garsona, görünmeyen bir çay bardağını havada karıştırarak sipariş verdim. Yanımdaki papyonlu adam da en az benim kadar meraklanmış olacak ki, pencereden bakar gibi yaparken kulağından fışkıran kılları sayacak kadar omzuma yaslanmıştı. .
“Ben... Evleniyorum!”
“İnanmıyorum! Bizim profesöre bak sen… Gizli ve derinden mercimeği fırına vermiş de haberimiz yok. İşte, buna içilir! Hiç itiraz etme; yarın gece Sakarya Caddesi’nde bildiğim bir yer var; kafa çekmeye oraya gidiyoruz.”
Bu geçici rahatlamamın, bir yanılsama olduğunu sezmekte gecikmedim. ‘Bir tren restoranında yemek yiyen iki eski dost…’ konulu yap-boza uymayan garip bir sessizlik oldu.
İşin kötüsü, uzadıkça uzadı. Onun bu tutuk hali, artık sinirimi bozmaya başlamıştı. Sanırım, kara bulutlar o an tam üstümdeydi. İçimdeki ses, susmam gerektiğini söylediği halde, elimdeki çatalla şişkin bulutları şişlemeye engel olamadım.
“Ee... Ben tanıyor muyum hanımefendiyi?”
“Eh… Evet.”
“Hem eh, hem evet… İyice meraklandırdın… Kim?”
…………
“Hadi ama profesör!”
“Selma.”
“Ne?…”
“Selma!”
Sadece bir isim benzerliği olmasını boş yere bekledim. Ama Erkan’ın benden kaçırdığı bakışlar, son umudumu da oracıkta eritti. Bu trenler, ya çok soğuk olur; ya da çok sıcak. Bu, en sıcaklarından biri olmalıydı. Yok, yok; en sıcağıydı! Yanımdaki papyonluyla camda göz göze geldim. Erkan’ın dilinden tıslayarak dökülen o ismin, yüzümdeki etkisini görmek için, inatla gözlerini bana dikmişti. Tren, uçsuz bir tünele girmiş, sonsuz karanlığın içinde çılgıncasına hızlanarak yol alıyordu.Tüm sesler, çatal bıçakların metalik şıkırtılarıyla birlikte elenmiş, sadece Erkan’ın ağzından çıkan, duyabildiğim son sözcük, rayların ritmine uymuş beynimin içinde zonkluyordu: Sel-ma… Sel-ma… Sel-ma…
Biliyorum; baştan beri bütün vagon, bu yanıtın peşindeydik. Erkan’ın karşısında, artık koltuğa sinmiş, gitgide büzülen bir kompartıman böceğiydim. Söylediği o iki hecelik isimle, kıllı ve çirkin bedenime bir gazete yiyerek sersemlemiş, yere yuvarlanmıştım. Simsiyah gölgesiyle bir an önce üzerime kapanacak kösele bir topuğu bekliyordum. Zaten kaçmaya yeltenecek gücüm kalmamıştı. Tüm eklem ve boğumlarım, mide bulandırıcı bir ses çıkararak ezilecekti. Yıvışık kabuğumla vagonun tozlu zeminine yapışıp kalacaktım. Ta ki, son durakta eprimiş, iğrenç kokulu bir paspas tarafından zeminden sökülüp atılıncaya dek.
Onun dudakları hâlâ kıpırdıyordu. Tık-tıkların o rahatlatıcı titreşimi de çoktan silinip gitmişti. Başım mı dönüyordu; vagon mu?… Ayırt edemiyordum. Bardaklar, tabaklar devrilmeye başladı. Birileri çığlık atıyordu. Oysa, zamanın o anında bütün çığlıkların yasal temsilcisi, sadece ben olmalıydım. Papyon, artık bana değil, arkamdaki bir şeye gözlerini dehşetle açmış bakıyordu. Ben de merak edip kıllı boynumu ve antenlerimi o yöne çevirdim: Restoran vagonunun kapısından diğer vagon gümbürtüyle içeri girdi.
***
Mikado’nun çöpleri gibi birbirinin içine girmiş vagonların birinden çıkardılar beni. Geceydi. Ve serindi. Üzerimde hareketsiz yatan papyonlu adamın gözleri, yuvalarından fırlarcasına hâlâ açıktı. Her yanımdan iniltiler ve yardım isteyen yakarışlar geliyordu. Ben, yaşadıklarımın gerçek olduğuna ihtimal vermiyordum. Birileri beni kurtarmaya gelinceye kadar hep kötü bir kâbus gördüğüme inandırdım kendimi. Ölümcül bir tren kazasından çok, Selma’nın Erkan ile evlenecek olması, bu düşüncemi yeteri kadar pekiştiriyordu. Kızgın yağı andıran mekanik bir koku genzimi yakmaya başlamıştı. Sırtım ve belim ağrıyordu. Bir süre sonra, bir şey hissetmemeye başlayınca bu kez paniğe kapıldım. Yaşadıklarım gerçekse ağrıların kesilmemesi gerekiyordu. Yoksa bedenim hissizleşmeye başlayıp teslim mi oluyordu?... Ümitsizliğe kapılarak birkaç kez Erkan’a seslendim; ama anlamlı hiçbir karşılık alamadım. Sadece her bağırışımda çevremdeki iniltiler artıyordu; o kadar. Zaten bağırırken göğsüme de keskin bir sancı girdiğinden bir süre sonra bundan vazgeçtim. Sakin olmalıydım; yoklayabildiğim kadarıyla herhangi bir kırık veya açık yaram yoktu. İç kanama ihtimalini düşündürecek bir bulantı, uyuşma ve bilinç kayması da hissetmiyordum. Elimden gelen tek şey kıpırdamadan beklemekti. Sonunda yüzüme ışık tuttular; korkmamamı, beni sedyeye
alacaklarını söylediler. Artık emindim; yaşadığım her şey gerçekti. Erkan’ın trende yemek yerken söyledikleri de…
***
Sekiz gün hastanede yattım. Ufak tefek ezilmeler dışında önemli bir şey yoktu. Biraz fizik tedaviyle, bu kötü anıyı hiçbir iz kalmadan atlatacaktım. Erkan benim kadar şanslı değildi; bir süre komada kaldığını öğrendim. Beyin travması geçirdiğini ve vücudunda ciddi kırıklar olduğunu söylediler.
Ayağa kalkınca gidip kendi gözümle de gördüm. Hayati tehlikeyi atlatmıştı; ölmeyecekti. Ama, her yanı sarılı, vücudu askıda, öylece yatıyordu.
“Nasılsın Erkan?”
“Geldiğine sevindim.”
Sadece sol elinin parmaklarını oynatabiliyordu.
“Ucuz atlattık…”
“Her şey için üzgünüm Volkan.”
“Ben de… Şu anda sağlığın her şeyden önemli.”
Yerine göz diktiği hocası, bizzat ilgileniyordu. Ama hocanın bana söylediğine göre, belden aşağısı büyük bir ihtimalle artık tutmayacaktı. Kendime itiraf etmekte zorlansam da, onun için hiçbir zaman gerektiği kadar üzülmedim. Bunun için elimde yeterli nedenim olduğuna inandırdım kendimi. Ayrıca o askıların arasında çarmıha gerilmiş yatan, ben de olabilirdim.
“Belimden bir kez daha girecekler.”
“Biliyorum Erkan, Hulusi Hoca gerekeni yapıyor; baksana herkesi başına nöbetçi dikmiş.
Merak etme; her şey yoluna girecek. Hadi, ben yine uğrarım…”
Yalandı; bir daha hayatım boyunca onu görmedim. Ayrıca Erkan’ı o durumda yatağında terk eden, sadece ben değildim… Gerçek öykü kahramanlarının kendi işlerini tesadüflere bırakmamaları gerektiğini biliyorum. Ama benim, başkasının hayatını çalıp sonra ‘Beni Affet…’ diye Tanrı’ya dua edecek cesaretim, -Kırmızı Lokomotiften sonra- hiçbir zaman olmadı.
Başıma gelen bu kazaya rağmen dedim ya, çocukluğumdan beri ben hep trenleri sevdim.
HAKAN İŞCEN