
İnsanlardaki şu içtenlik parodisi, samimiyet buhranları, bir şeyi, bir durumu durmadan değerlendirmelerindeki sevgisizlik hali. Kendisiyle anlaşamayan ne çok “ben”ler var. Haysiyetini yitirmiş bir ülkede, şuura bir bıçak gibi saplanan, kudretin çaresizliğiyle çürüyen “ben”ler arasında, şahsiyet neyi ifade edebilir ki. Günaha bulaşmak bir çare olabilir mi. Kaçılabilir mi günahtan. Ne ki artı-değere teslim olmuş insanlığın yarattığı tüm bilimsel değerler sistemini kısaca ve kabaca belki haysiyetsizlik olarak açıklamak mümkündür. Tabii ki, her şey, bir şeye karşı koyduğu için yaşar. Ne saçma bir düşünce biçimi. İşte ben, her şeyin karşı koyduğu o şeyim. Hem zaten insan zihnini ütopyasız, mitolojisiz (efsanesiz, destansız) bırakmak, bedeni susuz bırakmaya benzer. Günah bedenin susuz bırakılması değil de nedir? İnsan zihni belki de bütün canlı zihinlerinin bir toplamıdır ve bu yüzden bir yandan artı-değer üreterek kendini ve dünyasını ve geleceğini mahvederken, bir yandan da mitolojiler arasında geleceğini arar. İnsan zihninin bu zenginliği sadece matematik-analitik zihniyet değildir elbette. Milyonlarca canlı zihni nasıl matematik bilmezse onların toplamı olan insan zihni de matematiğe mahkûm edilemez. Kaldı ki, matematik ilk icat edildiğinde bir Sümer uygarlık buluşudur ki, asıl işlevi de artık-ürünü hesaplamakta kullanılmıştır. Günümüzde neredeyse insan mantığı bir hesap makinesine dönüştürüldü. Peki, milyonlarca canlının zihnini, hatta atom altı parçacıkların hareketini, ölçüye gelmeyen astronomik büyüklükleri nasıl ve neyle kavrayacağız? Matematiğin gücünün bu mikro ve makro evrenlere yetmediği açıktır. En azından kapıyı yeni anlam yöntemlerine açık tutmak gerekir ki, kendimizi peşinen dogmalara boğmayalım. Ama şu küresel krizler içinde insan boğuluyor ya da şöyle daha doğru; insan kendini boğuyor. Değil mi ki, intihar ettiğinin tek farkında olan canlı insandır. İntihar engellenemez bir süreçtir. Başlar ve biter. Bitiş yok olmaktır. Yine de canlıların sezileri küçümsenemez. Ne varsa yaşam adına o sezilerde gizlidir. Bu sezilerin makro ve mikro evrenlerden bağımsız oldukları da söylenemez. Seziler dünyasının evrenin temel bir özelliği vardır. Mitoloji bu seziler evrenini kavramada pek de değersiz sayılamaz. Belki de en az bilimsel yöntem kadar evreni kavramamıza da katkıda bulunabilir. Ama tabii ki, benim şimdi şu anda hakikati söylemek gibi bir iddiam yoktur. Hakikat belki de hiçbir işimize yaramayacak bir şey de olabilir. Ki, ben zaten hakikatin ne olduğunu da bilmiyorum. Şu kalabalık sinema salonunda kendimle konuşarak, daha doğrusu kendimle kavga ederek beklerken, birden farkına vardım ki; kadir-i mutlak tanrının da hakikati bildiğinden pek emin değilim.
İnsan hep kendisiyle didişir. Ben de işte böyle kendimle didişirken birden kimi gördüm dersiniz, nerdeyse günah kadar genç, gözlerini bana dikmiş, bakan bir kız. Gülüyordu. Bir grup şairin portresine gibi sanki, bakıyor ve gülüyordu. Yine bir sanat erbabına daha çaktık işte diye düşündüm. Sırrımı ele geçirmek istiyor, bana bakıyor, beni düşman bir dünyanın tam da orta yerinde çırılçıplak, savunmasız bırakmak istiyordu. Sartre’yi hatırladım. Başkasının bakışının taşıdığı güç karşısında, bakanın bakılana verdiği dehşet duygusunun içinde sakince çırpınıyordum. Oldum olası şu gala türü şeylere hem gitmek isterim, hem de yalnızlığın beni bunaltacağını bilir gitmek istemem, ama giderim yine de. Giderim ve oralarda kendimi daha çok bütün gün evrak temize çeken bir “kağıt faresi” gibi hissederim. Devuşkin gibi yani. Herkes gibi olmamak, herkes gibi oynayamamak, ve göründüğüm için kendimi beter hissetmek boğucu bir duygu bunu biliyorum. Tam da galasına geldiğim filmin afişinin asıldığı olduğu panonun yanında, duvara sırtımı dayamış, avucumda tuttuğum içi boktan bir şarapla dolu plastik bardakla oyalanırken, Raskolnikov’u hatırladım birden. Aylak Adam C’yi belki de. İroni orta sınıfa özgü bir stratejidir. Bazı stratejilerin içinde saklı bir trajedi de vardır. Ama duvarın ötesi ölüm olabilir mi hiç? Cicili, bicili hanım hanımcık kadın ve erkeklerin doldurduğu bu salon, benim için ölümün ötesi değildi.
Sırtımı dayadığım duvar sallanıyor gibiydi. Hayat gerçekten de büyük bir boşluk. Sayfaları boş ya da kargacık burgacık yazılarla doldurulmaya çalışılan dev bir ansiklopedi. Bunca kalabalığın arasından, insanları ite kalka gülen iki kocaman gözün, bana doğru geldiğini fark ettiğimde ise artık her şey için çoktan geç kaldığımı hissettim. Pervasızdı. Taze bir günah gibiydi. Gelip burnumun dibine sokuldu. Patetik bir yanılgı olabilirdi belki benimkisi. Hamamböceklerinin arasında boğulmuş da olabilirdim. Apaçık bir duyarsızlık içindeydim yani. Burnumun dibinden birden, “hadi gel birlikte Tutunamayalım” dedi, fısıldıyordu, onun bir yılan olduğunu ossaat anladım.
“Beni ölümden öteye götürebilir misin” dedim. Filmi izleyip izlemeyeceğimi sordu. Dilinin, konuşurken ağzının içinde nasıl yuvarlandığını izledim. Kalbimde ağır bir yük vardı. Gerçekten bir yılan olduğunu hissettim. Yanılmak benim şu koca dünyada en sahici hissimdir. Yanılmak benim kaderimdir. Ama oynarken özgür olmak asla mümkün değil. Tanrının yasasına karşı gelmek için canına kıyan Kirilov’un dünyasına “hoş geldin” dedim. Bir kumarbaza benzediğimi söyledi, ya da ben öyle sandım. Ama kulaklarımda “alçaksan sonuna kadar gitmelisin” cümlesi çınlıyordu. Bir hamamböceği, bir vida, yakılmış bir kibrit çöpü olmaktansa alçak olmak iyidir diye düşündüğümü sanırım bilmiyordu. Taze, genç bir günah. Sadece gülüyordu.
Daha iyi bir ahlak olup olmayacağını boş yere düşünüyordum ki, taze ve diri “Filmi izleyecek misin?” diye ikinci kez sordu. Şuuraltımın çığlığını duymuş gibi bakıyordu bu kez, tam gözlerimin içine. Murdar halimize güldüm. Gülmem sinirlendirdi sanki onu. Elindeki plastik bardaktan boktan şarabını sonuna kadar içti. Sanatın “piyasa yapması” elbet bir tezat ve hatta rezalet. Paylaşmakla piyasa yapmak arasındaki o narin çizgi, modern dünyanın yegâne açmazı. Sırnaşık, yılışık kaldırım fahişeliği. Tiksinç, tiksinç olduğu için de cezp edici. “İçi öfke dolu çekilmez bir insanım ben” dedim. Cümlemi bitirir bitirmez suratıma bir tokat gibi konuştu: “Yeraltından Notlar’dan fırlamış gibisin.” Hayır diyebilirdim, daha çok Aylak Adam’ın C’si olduğumu söylemek isterdim elbette. “Ama, Gorçarov’un uyuşuk, bezgin, hayalperest beyzadesi olmak isterdim” dedim. Bunu öylesine, sadece gülelim diye söylemiş olabilirim. Gülmedik. Çünkü artık gülmek yalanı gizleyip, hakikati açığa çıkaramıyordu. Varoluşumuz bir hastalıktı çünkü. Yalan bizi kurtaracak gücünü yitirmişti. Kibir bize göre değildi. Koluma hafifçe dokundu. Birlikte kıkırdadık. Zebercet ile Raskolnikov, C ile Devuşkin, Aleksiyle Bazarov hatta ve hatta hani şu bir böceğe dönüşüveren Gregor Samsa ile Selim vd.leri. Bunlar aslında hep aynı kişilikler. Aynı kişiliklerin başka başka hayatlar içinde karşımıza çıkış durumları. Bir dejavuuuuuuu gibi yani. Sürekli tekrarlardan oluşmuş bir haleti ruhiye. Şimdi şurada, burada, bu siktiri boktan galada, ne işimiz var ya bizim, diyen şuuraltımızda yaşanan bir durum. Daha önce yaşamışlık hissinin o geri zekalı ahlaksal paspası aklın. O zaman bizi kimse bir yere götüremez ki. Hem sevmeyip terk etsek bile, ya sevgimizin fazlığının ve sahiciliğinin bazılarının kıskanç dürtülerini zorbalaştırması sonucu sokağa çıkmak, terki diyar etmek zorunda kalsak bile, şu lanet şuurumuzu ne yapabiliriz ki? Elimi avucunun içine aldı. Parmakları buz gibiydi. Ölü gibi kayıtsız İnsancıklarız işte. Başka da bir şey değil.
Sinema salonundan çıktığımızda ikimizde hafiflediğimizi sandık. Kendimizi bu dünyadan dışlanmış hisseden iki Mışkin’dik yani. Koluma girmişti. Kolumdan çıkmasını bekliyordum. Hayır, ben asla günah işlemeyecektim. Eve gidecektim. Evde kendi günahımı sevecektim. Kaldırıma daha henüz adım atmaya hazırlanırken, “Sanat şen midir?” diye sordu. Liberal umut işte. Bat dünya bat. Rezil olmak güzel. Reklamcı şairlerin ekmek kavgasına yenilmişlikleri. Dön dünya dön. Dün dündür, dön ulan dön. Küresel umutların yıkılan beteri. “Ne desem yalan olur şimdi” dedim. Hayır, amacım konuyu geçiştirmek filan değildi. Dil duyguları kirletir. Kelimeler insana ihanet eder. Sahici olan bir şey varsa belki, o da esaslı bir bakma halidir. Ama ne var ki, görünmek de artık bir azap. Hem insan görünüyor olmamak için giyiniyor olmasın sakın? Mahrem yerlerini, şuuraltının çıplaklığını gizlemek istiyor belki. Bizimkisi proleter bir trajedi. Ya da sınıfsızlaşmış entelektüellerin belirsizlik içindeki durumu. Yine de yeni ve asla şimdiye kadar söylenmemiş bir kelime söyleyebiliriz birbirimize. Ya da herkesin ağzında bilmediği bir dilde bir kelime olabiliriz. Lakin gerçek şu ki, artık harflere bile kimlik soruyorlar bu ülkede. Her köşe başında harflere kimlik soruyorlar. Açıp yaralarımızı gösterecek takatimiz bile kalmadı artık. “Kelimelerin kimliği yok mu yani” dedi. Belki vardır. W’nin bir kimliği vardır belki. Ama ben kimliklerle ilgilenmiyorum ki. Bir taşa bile bir kimlik verebilir insan. Toprağa, havaya, kuşa, boktan şeylere, her şeye bir kimlik vermişiz. Ama bunun kime ne yararı var. Her şeye bir kimlik vermenin bu dünyaya, hayata, evrene katkısı nedir? Bu dünyanın bizden önce, biz ona “Dünya” demeden önce bir kimliği var mıydı? İnsanın bir kimliği var mıydı? Ama artık birine Ahmet dediğimizde sokaktaki biri bize dönüp bakabiliyor. “Senin adın ne?” dedim. “Günah” demesini bekliyordum. Durdu. Duruşunda bir sertlik ya da dikkat çekmek durumu elbette ki yoktu. Onunla birlikte ben de durdum. Ağzının ta içine bakmaya başladım. Ne söyleyecekti acaba. “Adın ne?” diye sordum ikinci kez. Hiç, gayet doğal, sanki bakkaldan bir paket sigara istermiş gibi, “Şeytan” dedi. Ben Günah demesini bekliyordum. Şaşırdım elbette. Ama olabilirdi, Şeytan’ın bile sinema salonlarında, galalarda yapacak işleri olabilirdi. Şaşkınlığım bunun için değildi. Ben ilk karşılaşmamızdan beri onun Günah olduğunu düşünmüştüm çünkü. Şaşkınlığımın nedeni buydu. “Ben Goethe’nin dediği gibi inkâr eden değil, zıddına giden tinim” dedi. Sanki beni tarif ediyordu. Zıddına gitmenin hiç de ahlaki bir şey olmadığını söyledim. Aldırmadı.
Ben de aldırmadım. Yürümeye başladık. İçten içe kızın kıkırtısı geliyordu kulaklarıma ve bu benim dehşetli sinirime dokunuyordu. İçimden az sonra ben bu kızı öldürebilirim diye düşünmeye başlamıştım ki, “mülkiyetin kaynağında köleleştirilmiş kadın vardır” dedi. Tamam işte diye düşündüm, biraz sonra da aşk üzerine ahkam kesmeye başlayacak. “Evet” dedim, “artı değer sorunu erkek avlanırken, kadının çocukları ve avsız geçen günleri düşünerek, mağaranın bir köşesine erzak stoklamasıyla başlamıştır” dedim. “Sonra mağaranın bir köşesindeki artı değeri fark eden kurnaz erkek, elbette buna el koymuştur. Yani bence bugün bir sömürü ve kölelik düzeni varsa, bunun müsebbibi mağaradaki kadından başlıyor” dedim. Çünkü kilercilik mantığının tarihsel kökeninde kadın vardır. Şapkasını üç kez havaya doğru fırlatıp tekrar yakaladıktan sonra; “Erkeğin iğrenç kurnazlığı bu post modern çağda bile hala devam ediyor ama” dedi. Hiç de gerek olmayan bir tartışmanın içine çekildiğimi hissetim. Oysa ben eve gidip uyuyacaktım. Hem on milyon yıl önce neler olup bittiğinden bana neydi ki… “Kadın yaşamın merkezini temsil eder. Yaşamın karmaşık sorunları kadının rahminde, karnında cereyan etmektedir. Kadının doğurduğu çocuk ve göbekbağı yaşam zincirinin son halkasıdır” dedi. Kendimi işte o an kadının bir eki ve uzantısı olarak hissettim ve gerçekten bu zoruma gitmişti. “Kadının doğası kendine karşı daha güvenliyken, erkek adeta yerinde duramaz. Erkek kadının etrafında dönen bir bela gibidir” deyince ben zıvanadan çıktım iyice. Az sonra kumarbaz Aleksiy gibi bana bir solucanmışım gibi davranın bu kızı boğabilirdim. Raskolnikov gibi insan olduğumu kanıtlamak için kan dökmem gerektiğini hissettim. Beni inciterek gururunu kurtarmak isteyen bir şeytandı bu kız. Yine de sakinliğimi korudum. Söylediklerini hiç umursamamış gibi, “Ben edebiyatın alçak kahramanlarını severim. Öğretici olan da onlardır” dedim. Cemil Meriç, Yusuf Atılgan, Oğuz Atay, Dostoyevski, Kafka… bütün bunların yarattığı o alçak kahramanlar bir bir zihnimde uçuşuyordu o an. Bu kıza bir şeyler anlatabilmek için illaki bir Zebercet olmam gerekmiyordu elbette. Çünkü ve elbette biliyordum ki, fiziksel oluşum gereği kadındaki duygusal zeka, biz erkeklerden daha güçlüdür. Ve bu nedenle kadın mağaranın bir köşesini kilere dönüştürmüştür. Duygusal zeka yaşamdan kopmayan zekadır. Empatik ve sempatik bir zekadır. Bizlerde gelişkin olan analitik zeka dünyamızın içine etmiştir. Bir erkek asla ve asla yaşamın ne olduğunu bir kadın kadar anlayamaz. Bütün bunları elbette biliyordum. Biliyordum bilmesine ama bu kızın yanında yine de kendimi Nippur’da “musakkatin”in rahibi gibi hissediyordum. Buna rağmen utanmıyordum. Utanmıyordum ve bu beni gerçekten utandırıyordu. Bir yolunu bulup bu şeytandan kurtulmalıydım. “Bak” dedim, “izlemediğimiz o filmin yönetmeni benim arkadaşım, tersine bir yolculuk filmi o film. Klişeleri yıkıyor. Kadın şişko bir Türk, âşık olduğu adam ise kel bir Kürt. Öyle jönler mönler yok o filmde. Ve eğer izin verirsen ben de şimdi tersine bir yolculuk yapacağım” dedim. Nereye gideceksin diye sormasını beklerken, vedalaşmak için elini uzattı. Açıkçası biraz da korkarak ve çekinerek tuttum uzattığı elini. Tokalaştık. Elleri tıpkı sinema salonundaki gibi yine soğuktu. Tam ağzımı açıp “seni tanıdığıma hiç sevinmedim şeytan” diyecektim ki, lafımı ağzıma tıkadı. “Nereye gideceğini biliyorum” dedi. Bilirsin elbette, çünkü sen şeytansın. “Anayurt Oteli’ne gideceksin değil mi?” diye sordu. Yumruklarımı sıktım. Zor zapdettim kendimi. “Evet” dedim, “orada HİÇ’le buluşacağım.” Şaşırdı. Karşılaştığımızdan beri ilk kez şaşırdı. Bu beni mutlu etti. “Görüşürüz sevgili şeytanım.” Ne de olsa insanların çoğunun samimiyeti aslında bir parodidir. Ama ayrıldıktan sonra anladım ki, şeytan olmasına rağmen, siz nasıl ki HİÇ’in kim olduğunu bilmiyorsanız, o da bir şeytan olarak HİÇ’i bilmiyordu işte. Aramızda geçen aşk tartışmasını bilerek kasıtlı olarak size yazmayacağım. Belki sonra yazarım. Çünkü, sonuçta mutlu değildim, ama kendimi iyi hissediyordum. Eve gidip uyudum.
Bayram Balcı