
BÜTÜN BİLDİĞİM
Bütün bildiğim şu: Kuzgunlar öper ağzımı,
düğüm düğüm toplardamar buralar,
deniz tüm kandan.
Bütün bildiğim şu: Eller uzanır,
gözlerim kapalı, tıkalı kulaklarım,
gök çığlığımı yadsır.
Bütün bildiğim şu: Düşler damlar burnumdan,
tazılar yalar yutar bizi, çılgınlar kahkahayı basar,
tiktaklarıyla ölüleri tanımlar saat.
Bütün bildiğim şu: Ayaklarım üzünç buralarda,
sözlerim leylâklardan az, sözlerim pıhtı pıhtı:
Kuzgunlar öper gayrı ağzımı.
Beni yıllar önce işte bu şiiriyle avlayan Charles Bukowski 1920'de Almanya'da, Andernach'ta doğdu. Üç yaşında A.B.D.'ne geldi, Los Angeles'ta büyüdü. 1941'de niteliksiz işçi olarak çalışmaya başladı. Bulaşıkçı, kamyon şoförü, hamal, postacı, bekçi, benzin pompacısı, ardiye işçisi, sevkiyat memuru, postane memuru, otopark kahyası, Kızıl Haç hastabakıcısı, asansörcü olarak, ayrıca bir köpek maması fabrikasında, bir kurabiye fabrikasında çalıştı, New York metrosunda afiş astı. At yarışlarında, klâsik müzik dinleyerek değerlendirdi "boş" zamanlarını. İki kez evlendi. Bir kızı oldu. İlk öyküsünü 24 yaşında yayınladı, düzenli şiir yayınlamaya 35 yaşında başladı. Yaşarken altmıştan çok şiir ve düzyazı (roman, öykü, deneme...) kitabı yayınladı. Barbet Schroeder'in 1987'de yaptığı "Bar Kelebeği" adlı filmin senaryosunu yazdı. 1994'te San Pedro, Kaliforniya'da kan kanserinden öldü. Yazdıkları kitaplaştırılmayı, dünyanın dört bir yanında yayınlanmayı sürdürüyor.
Bukowki'nin ta başından beri iki arada bir derede kaldığını düşünmüşümdür; yazma, yayınlama dürtüsü, saplantısı bence en başta bundan besleniyordu. Şiirini taştan çıkardı Bukowski, şiirinin şiddeti bence en başta buradan geliyordu işte.
Önceleri Almanya'dan geldiği için mahallesinde dışarıya itildi, daha sonra da yüzünü çarşamba pazarına çeviren, acılı tedaviler gerektiren sivilceleri dolayısıyla hep tefe kondu. Annesi ev kadınıydı, uzaktı, yok gibiydi; babası sütçüydü, duyarsız, çok sert, horgörü dolu biriydi; ekonomik çöküntü yıllarında daha da zorbalaştı. Bukowski yazdıklarında ara ara babasıyla hesaplaşıp durmuştur.
1950'lerde Bukowski uzun süredir içmenin pahası olarak mide kanaması geçirip hastaneye kaldırıldı, kefeni yırtıp yazmayı sürdürdü. Doktorlara, hastanelere ilişkin yaşantılarının otorite, kurumlar, genelde yaşamla olan karmaşık, sancılı ilişkisini belirlediğinden kuşkulanabiliriz.
İtildikçe, kakıldıkça, yayınlanmayıp reddedildikçe kabaran bir öfkeyle, kurt gibi bir bencillik, dahası benmerkezcillikle Beat Kuşağı'ndan, (o sıralar bir karşı kültür adamı olarak belli ölçüde benimsendiyse de) 60'lı yılların kalkışmalarından, mektepli şairlerden, mekteplerden, iki yüzlü bulduğu egemen kültürden uzak durdu.
Kimileyin gülmeceye, üzünce, dahası trajiğe bulaşsa da, çoğunlukla (belki de kendini korumak için) uzaktan, tepeden bakan bir anlatıcıydı. Yazdıklarını yine kendine benzeyen dağılgan, düzensiz, süreksiz, kırılgan yeraltı yayınlarında, küçük yayınevlerinde yayınlayarak, söke söke gündeme getirdi kendini.
Bukowski Amerika'nın en tanınmış çağdaş yazarlarından, kimilerine göre tanınmış olmanın da ötesinde etkisi en yaygın, kendisine en çok öykünülen çağdaş şairlerinden biri. Ama Amerikan şiiri açısından önemi daha kapsamlı biçimde değerlendirilmiş değil. (Gerçi kendisi de "Şiire ilişkin ne çok şey söylenirse, şiir o denli azalır" diyordu.) Genellikle gözardı edilen biri. Bence onun önemi yine de bireysel, bireyci bir şiiri öncelikle şiir olarak yenilip yutulması güç biçimde kovalıyor oluşunda. İç dökmeye dayalı, aslında öyle nitelendirilmese de çok yazılan bir şiirin kıyılarında, onun sınırlarını belirleyen şairlerden biri halâ Bukowski.
Aklıma daha önce Beat Kuşağı’na ilişkin kimi düşündüklerim geliyor. Benzeri biçimde Bukowski de bireye, öncelikle kendi kendine yaslanan, bununla da kendini sınırlayan bir yazar. Bir yandan da benimsenmeyen, ortalıkta sözü edilmeyen bir birey yaslandığı; o nedenle de hiç olmazsa benim için gönül çelici. Ama lumpenlikle sınırlı, ya da ancak lumpenlikte sınırsız, pek birşeye ilâç olmayan, etliye sütlüye karışmayan, sonuçta da ancak bağırdığı sürece sesini duyurabilen, esâmisi okunmayan biri bu. Hem de kendisi farklıyken kimileyin kendinden farklı olanlara karşı da öfke, kin duyabilen, tutuculuğu dışına vuruveren biri.
Bukowski yaşamı birbirinden kopuk, bedensel tepkilerden oluşan bir olaycıklar dizisi gibi görüyor sanki. Yaşamla başetmeye çabası da nesneler, en kabadayısı tek tek kişiler dolayımıyla. Bu bir yandan kapsayıcı, kavrayıcı, som bir anlatımı engelliyor, olumlu anlamda çağcıl bir yazıya olanak hazırlıyor belki; ama karşı çıkışın uzaklığa dayandırılması, anlatıcının tepeye yerleşmesinin, yargılamasının, horgörmesinin, hoşgörüsüzce, fırsatçı bir kaypaklıkla fizikseli de aşan bir şiddet uygulamasının (örneğin “başkası”nı, kadınları hor görmesinin) yolunu da açıyor. Araya belli bir birey, onun bencilliği, benmerkezcilliği girdiği için buradaki horgörüyü, şiddeti, örneğin gerçeküstücü yapıtlardakini andıran dipten, kaynaktan fışkıran, su katılmamış bir güç gibi görmem kolay değil. Bütün bu özellikler Bukowski'nin ürünlerinde daha çok, onun karşı çıkıyor gibi göründüğü güç ilişkilerini kişiler (yaşam) bağlamında yeniden üretiyor, pekiştiriyor gibi geliyor bana, aynı güç ilişkilerini bu kez de olsa olsa onun bireysel yararına uygun biçimde işe koşuyor gibi geliyor. Bukowski’nin has apaşlığıyla (Henry Miller'i andıran biçimde) özene bezene, uğraşa didine takındığı pozları, yarattığı kimlikleri arasındaki çelişkinin, Bukowski'nin kendisinin (ne denli içtenlikle ortaya konsa da) ağzımda kekre bir tat bırakmanın da ötesinde sonuçta pek de yenilir yutulur olmayan çelişkinliğinin temelinde öncelikle bu var bence.
Bukowski'nin bana kişisel olarak çekici gelen yanıysa, bütün bu yazdıklarının içinde yukardaki gibi hiç olmazsa İngilizcesi sıkı şiirlerin de bulunması, bir de kimileyin belki de içtenlikten başka çaresi kalmadığı anlarda ortaya çıkıveren gerçekten duyarlı, yaralanabilir, iç burkucu, gönül çelici hali, garibanlığı: O iflâhı kesilmiş, kan revan içinde, kaldırımdan kalkamayan adamın haykırışı. Ne denli haykırsa da sonuçta sınırlarını seziyor, içten içe yenik düştüğünü biliyor sanki Bukowski. “Bar Kelebeği” filminin benim için çekiciliği de buradaydı işte: Camus’nün kahramanlarını andıran biçimde, ama onlara göre durumunun çok daha az bilincine vararak, sonuçta da çok daha rahat, çok daha kasıntısız biçimde yenilgiyi yurt ediniyordu filmin başkişisi.
Bukowski'nin şiiri kötü olmaktan korkmayan bir şiir; şiirleri çoğunlukla sanki birden yazılıp da elden geçirilmemiş, doğaçlama işler gibi; bence sıklıkla da düpedüz kötü. Kimileyin dizelerini raslantısal biçimde böldüğünü, büyük harfleri, noktalama imlerini raslantısal biçimde kullandığını da düşünüyorum. Şiirlerini çevirirken biraz da bu nedenlerle kimileyin denemek amacıyla da olsa caz geleneğindekileri andıran doğaçlama oturumlar yaptığım oldu. Kötüden, kötü şiirden geri basmadım, raslantılara hiçbir zaman sırt çevirmedim.
Mustafa Ziyalan