
Nâzım Hikmet 20 Kasım 1901’de Selânik’te doğdu (âile çevresinde 40 gün için bir yaş büyük görünmesin diye bu tarih 15 Ocak 1902 olarak anılmış, kendisi de bunu benimsemiş), 3 Haziran 1963’te Moskova’da vefat etti, 45 sene önce bu gün…
30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan yöresinde, Belh şehrinde doğup, 17 Aralık 1273 günü Hakk’ın rahmetine kavuşan, hayatını “hamdım, piştim, yandım” sözleri ile özetleyen Hz. Mevlânâ’nın vefatı da 17 Aralık 1273’tür. Mevlânâ için ölüm vuslat, kavuşma ve düğündür, Allah’a dönüştür ve bu sebeple de anma törenlerinde Şeb-i Arûz denir. “Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız! Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir” der yüce gönül adamı… Ölüme de inanmaz zâten!
Nâzım’ın ise hayatı hep mücadeleyle, kavgayla geçmiştir. Sıkı Türkçü’dür, hep de öyle kalacaktır. Güzel San’atlar Birliği Genel Sekreteri olan Peyami Sefâ Bey (Safâ), Alay Köşkü’nde düzenlenen toplantılarda, şiir okuması için onu izleyicilerin önüne çıkarırken “büyük şâir” diye tanıtmıştır. Aralarındaki dostluk Cumhuriyet gazetesindeki bir olay vesilesiyle başlar. Nâzım Ankara’da tutukluyken gazetenin edebiyat sayfasını yöneten Peyami Sefâ Bey, onun Yanardağ adlı şiirini üç sütun olarak çerçeve içinde neşreder, ertesi gün ise gazetenin birinci sayfasında bir özür dileme yazısı yer alır! Mahkûm bir adamın kaleminden çıkmış olan bu manzumenin yazı işleri müdürüne gösterilmeden neşredildiği belirtilir, “mesleği mesleğimize kat’iyen uymayan bir muharrire âit” diye nitelenen şiirin gazetede neşredilmiş olmasından dolayı okurlardan özür dilenir.
Nâzım İstanbul’a gelip bu olayı öğrenince, kendisi yüzünden gazete yönetimiyle arası açılan Peyami Sefa Bey’i arar, ahbaplık etmeye başlarlar. Alay Köşkü’nde düzenlenen toplantılarda birlikte şiir okudukları Necip Fâzıl (Kısakürek) ile de Bahriye Mektebi’nde başlayan yarışmalı dostlukları sürer. Ahmet Halit Kitabevi’nin 1929 Mayısı’nda neşrettiği 835 Satır adlı kitabı çok büyük bir ilgiyle karşılanır. Nurullah Ataç’la başlayan övgüler, ABG’de tahsil gören Nermin Muvaffak’ın (Menemencioğlu) imzasını taşıyan “Yeni Türkiye’nin Şâiri” başlıklı bir yazıyla, New York’ta neşredilen The Bookman adlı dergiye kadar uzanır. Alay Köşkü’ndeki toplantılarda ise, eski yeni birçok ünlü şâir şiirlerini okurken, en çok alkış alan Nâzım Hikmet olur.
Bu parlak çıkış san’atçılar arasında kıskançlık yaratır. Arkadan arkaya yapılan yerici konuşmalar, giderek yazılara da yansımaya, önceleri olumlu sözler edenlerin de düşünceleri değişmeye başlar. Rüzgârlar ters esmeye başlar. Yâkup Kadri Bey (Karaosmanoğlu), Milliyet gazetesinde birbirini izleyen yazılarla, hem Nâzım Hikmet’i, hem de genç kuşağı topluca yeren birtakım görüşler ileri sürer: “Ferdiyetçi şâir, cemiyetçi şâir... Bunlardan biri tabiat ve insanlar içinde münzevîdir. Yalnız kendi ıstıraplarını, kendi heyecanlarını, kendi ümitlerini, kendi sevinçlerini çağırır. Öbürü Victor Hugo’nun bir târifine göre, ‘kâinatın ortasında bir taninli yankıdır’. Cemiyetin olsun, tabiatın olsun, bütün hayatın tecellilerini kendisinden aksettirir ve her şey, her beşerî hâdise onda en âhenktar, en şuûrlu ifâdesini bulur. Denebilir ki bu tür şâirler beşeriyetin haykıran vicdanıdır. Lâkin işte bu nev’î şâirler, bunun içindir ki, beşeriyet gibi ipsiz sapsız, beşeriyet gibi karışık, beşeriyet gibi gürültücü, patavatsız, kaba, behimî ve onun gibi mantıksızdırlar. Yaptıkları şeyde klâsik san’atın ilâhî intizamından, ezelî âhenginden eser yoktur, bütün estetikleri insanların idâre ettiği cemiyetler gibi anarşiktir. Nâzım Hikmet’in dediği gibi bu tarz şiirler Beethoven’in sonatlarını asla değil, fakat bir bando mızıkayı, bir panayır yerinde bir fanfarı andırır. Bittabi, böyle bir musikî sokaktan başka bir yerde çalınmaz. Onun içindir ki, Nâzım Hikmet’in şiirlerinin bugünkü Türk cemiyetinde hiç yeri olmadığını zannediyorum. Çünkü bizde bu orkestranın, cehennemî velvelesini dinleyebilecek kocaman, koyu ve dalgalı insan kitleleri henüz yetişmemiştir, yakın bir âtide yetişmesinin imkânını da göremiyoruz” (Milliyet, 14. 5. 1929).
“İnkârdan müspet bir şey çıkmasının imkânı yoktur. Hâlbuki Nâmık Kemal’den bugünün en genç Türk şâirine kadar, gelmiş geçmiş ne kadar müceddidimiz varsa, hepsi de işe kendilerinden evvelkileri inkâr ile başlamışlardır. Onun için hepsi piç kaldı. Edebiyatta babasız dehâ yoktur” (Milliyet, 20. 5. 1929). Bir sonraki yazısında Yâkup Kadri Bey yeni nesle yönelttiği eleştirilerinde çok daha ileri gider: “Bugün yeni nesil veyahut yeni yetişenler nâmı altında toplanan zümrenin gösterdiği tereddî ve hezal manzarasına bakıp da ümitsizliğe düşmemelidir. Bu zavallı nesil bize bin belâdan arta kalmıştır. (...) Eğer daha ilk adımda dizleri titriyor ve gözleri uyuşuyor, kulakları uğulduyor, kafaları sersemleşiyorsa bunun kabahati kendilerinde değil, yetiştikleri devrin sayısız fecaâtindedir. Düşünün ki en büyüğü Harb-i Umumi’de daha yirmisini bulmamış bu gençler, ekmek yerine saman karışık hamurla beslendiler ve irfan yerine Bâbıâli gündelik matbuatının ısmarlama harp edebiyatından başka bir şey okumadılar” (Milliyet, 30 Mayıs 1929).
Peyami Sefâ Bey’in on beş günde bir çıkmaya başlayan Hareket adlı dergisi ile “Resimli Ay” bu hücumu birlikte karşılama kararı alırlar. Yakup Kadri Bey Ankara’ya yakın, Mustafa Kemal Paşa’nın sofrasında yer alan bir yazardı. Dikkatli davranılmalıydı. Zekeriya Bey (Sertel) ile Sabiha Hanımın (Sertel) tasdikleri da alınınca kavgaya girişilir.
Sonrasını Nâzım’ın hayatının neşredildiği muazzam miktardaki kaynaktan okuyabilirsiniz.
***
İsim babam olan Peyami Safâ ile Nâzım’ın dostlukları “ilk psikolojik tahlil romanı” diye vasıflandırılan Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nu Nâzım’a ithaf eder, 1931’de Kara sevdayla diye imzalayıp verir. Bu dönemde ilk küçük sürtüşmeler başlamıştır. Resimli Ay’ın Şubat 1930 sayısında, Nâzım övgü dolu bir yazı kaleme alır ama “muazzam” diye nitelediği kitabı anlatırken araya şunu sokmadan da edemez: “Peyami’nin romanı realisttir, fakat eski mânâda fotoğraf realizmi değil, şeniyetlerin âbidesini yapan ve bunu yapmak için bir sıra tahlil ve terkiplerden mürekkep bir kompozisyon vücuda getiren diyalektik bir realizm”.
Derken, harsımıza bulaşan sağcılık ve solculuk, komünizm tehdidi ve Allah’ın belâsı bütün “culuklar”, “cılıklar” bir başlar ki, pîr başlar. Eski dostlar düşman olur.
Peyami Safâ “sağcı” olur, Nâzım “solcu ve gomonist”, Necip Fâzıl ise “dinci”.
Hepsi mutsuz ve umutsuz yaşayıp öldüler.
Peyami Bey’in hayatı da fırtınalarla doludur; kokainle tanışır, orta tahsilden sonra parasızlıktan terk-i tahsil eyler ama kendi kendini eğitir ve Fransızca gramer kitabı yazacak kadar da terakki eder. Tek evlâdı olan Merve Erzurum’da yedek subaylığını yaparken vefat ettikten sonra hayata küser; cenazesine de gidemez, “gönlüm dayanmaz” diye ifâde eder hislerini. Muhteşem ve son romanı olan Yalnızız’da insanlığı materyalizmin kör çemberini kırmağa, kendini kaybettiği ruhunu bulmaya çağırır; “Asrımızda insanın bütün problemleri bu noktada düğümlenmektedir ve Allah’ı bilmedikçe, insanlık buhrandan buhrana yuvarlanacak, huzur ve sükûn bulamayacaktır” der. 1961’de, Merve’nin şehâdetinden üç ay kadar sonra, 15 Haziran 1961’de yapayalnızken rûhunu teslim eder. Bu elim hâdiseden birkaç gün önce Fatma Neclâ ve Recep Doksat çifti kendisini ziyâret etmiş, buhranından çıkması için yardımcı olmaya çalışmışladır. Ne yazık ki ben sâdece üç buçuk yaşında idim, hatırlayacak kadar büyüyemedim ama amigdalamda mutlaka yerini almıştır…
***
Necip Fâzıl’ı ise hatırlayabilecek kadar tanıyabildim. Aristokrat denebilecek bir âileden gelmişti, ilk ve orta tahsilini Amerikan Koleji, Fransız Koleji ve Bahriye Mektebi’nde (Askerî Deniz Lisesi) tamamlamıştı. Lisedeki hocaları arasında dönemin ünlülerinden Yahya Kemâl Beyatlı, Ahmet Hamdi (Akseki), İbrahim Aşkı gibi isimler vardı. Kumarbazlık ve sefahatten îmana olan fırtınalı seyahatini işittim; megalomanisini, hemen hiç kimsenin bir şeyler okurken görmemesine rağmen sâhip olduğu muazzam kültürünü ve Sultan-üş Şuarâlığı’nı (Şâirlerin Sultanı), Hasan Sami Bolak’ın ifâdesiyle “Şiirin süzme balı, tadı Necip Fâzıl’dır - Fikir, san’at ve çile... Adı Necip Fâzıl’dır...” olarak tanındığına şâhit oldum. Çile’de “son günüm olmasın çelengim top arabam, beni alıp götürsün tam dört inanmış adam” demişti, 25 Mayıs 1983’te aynen de öyle oldu… Etrafındaki kalabalık içerisinde yapayalnızdı aslında!
***
Ne yazık ki Nâzım’ı mezarında dua ederken tanıdım. Yâd ellerde, Moskova’daki özel müsaade ile ziyaret edilebilen bir mezarlıkta, mütevâzı bir kabri var. Hayatı hep fırtınalarla ve yapayalnız geçmiş onun da. Son karısı aslında bir KGB ajanı ve hep vatan hasreti çekmiş. Hepimiz Fâtiha okurken, Sevgili Mustafa Kemâl Sayar’ın tutulup kalmasını, “sen niye okumadın” diye suâl eylediğimde “ağabey, ne bileyim, belki de rahatsız olur diye tereddüt ettim” cevabındaki muazzam inceliği asla unutmayacağım. Kemâl de bir gönül adamı çünkü, aynı zamanda şâir ve yazar.
Nâzım da, Peyami de, Necip de Türk’tüler ve Türkçü idiler.
Bu makaleye bir şiirle ve bir şiirler manzumesinden iktibasla nihâyet verdireceğim; yazarlarını tanırsınız:
İnsan bu, su misâli, kıvrım kıvrım akar ya,
Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya.
Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak,
Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak.
Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir,
Oluklar çift, birinden nur akar, birinden kir.
Akışta demetlenmiş, büyük, küçük, kâinat,
Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat!
Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne?
Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine.
Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için,
Hey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin?
Rabb’im isterse, sular büklüm büklüm burulur.
Sırtına Sakarya’nın, Türk tarihi vurulur.
Eyvah, eyvah, Sakarya'm, sana mı düştü bu yük?
Bu dâvâ hor, bu dâvâ öksüz, bu dâvâ büyük!
Ne ağır imtihandır, başındaki Sakarya!
Bin bir başlı kartalı nasıl taşır kanarya?
İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal,
Hamallık ki, sonunda, ne rütbe var, ne de mal,
Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan,
Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan!
Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu ân,
Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an!
Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu?
Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu?
Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna?
Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna?
Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir?
Bulur mu deli rüzgâr o sedayı: Allah bir!
Bütün bunlar sendedir, bu girift bilmeceler,
Sakarya, kandillere katran döktü geceler.
Vicdan azabına eş kayna kayna Sakarya.
Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!
İnsan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su,
Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu.
Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek,
Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?
Kafdağını assalar, belki çeker de bir kıl!
Bu ifritten sualin, kılını çekmez akıl!
Sakarya, saf çocuğu, mâsum Anadolu'nun,
Divânesi ikimiz kaldık Allah yolunun!
Sen ve ben, gözyaşıyle ıslanmış hamurdanız,
Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız!
Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader,
Aldırma, böyle gelmiş, bu dünya böyle gider!
Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz,
Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber kılavuz!
Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya,
Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!
***
ONLAR
Onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;
korkak,
cesur,
câhil,
hakîm
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.
Onlar ki uyup hainin iğvâsına
sancaklarını elden yere düşürürler
ve düşmanı meydanda koyup
kaçarlar evlerine
ve onlar ki bir nice murtada hançer üşürürler
ve yeşil bir ağaç gibi gülen
ve merasimsiz ağlayan
ve ana avrat küfreden ki onlardır,
destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.
Demir,
kömür
ve şeker
ve kırmızı bakır
ve mensucat
ve sevda ve zulüm ve hayat
ve bilcümle sanayi kollarının
ve gökyüzü
ve sahra
ve mavi okyanus
ve kederli nehir yollarının,
sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı
bir şafak vakti değişmiş olur,
bir şafak vakti karanlığın kenarından
onlar ağır ellerini toprağa basıp
doğruldukları zaman.
En bilgin aynalara
en renkli şekilleri aksettiren onlardır.
Asırda onlar yendi, onlar yenildi.
Çok sözler edildi onlara dair
ve onlar için :
zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur,
denildi.