
Arjantinli Jorge Luis Borges'in bir öyküsünde yaşam boyu büyük yapıtını bir türlü yazamamış Jaromir Hladik adlı bir oyun yazarı, Nazilerin eline düşer ve büyük yapıtını hücresinde yazma hayaline kapılır, yazarda ama, sonperdeyi yazacak süreyi bulamaz çünkü ölüm vakti gelmiştir, avluya çıkarılır ve tam ölüme giderken oyunun son perdesini zihninde yazarak bitirir. Mutlu ölmüştür. Ama şu an tüylerinizin ürperebileceğini düşünüyorum, bir insan o en büyük arzusunu zihninde kendisiyle paylaşarak mı ölüp gitmelidir. Hladik trajik bir olayın kahramanı olmaktan ileri gidemeyen kadersizler kadersizi biridir. Bu nedenle en büyük yapıtını yazamayan, üretemeyen, yazacak bir konu bulamayan, kısır ya da umarsız sanatçıların bu durumuna Hladik Sendromu adını vermekte bir sakınca yoktur sanırım.
Buradan başka ve asıl konumuza gelelim, yazamamak, yazacak bir konu bulamamak, konu yok diyebilmek... Bir yazar ya da sanatçı eğer konu yokluğundan, yazamamaktan, üretememekten söz ediyorsa, bilin ki o bir yazar değildir, belki hevesli olabilir ama sonuçta yazınsal açımı, gücü onu sıradan bir ademoğlu olmaktan kurtaramaz sanırım. Adorno'nun, Auschwitz'den sonra sanat yapılamaz, söz bitmiştir diye bir aforizması var, olanlar, kendisini o denli etkiliyor ki sanatın günaha ortak olmaktan başka hiç bir işe yaramadığını düşünüyor, bakın işte zaten sanatda bunu anlatmaya çalışan bir araçtır, çünkü sanat ne yaparsak yapalım kan ve gözyaşından kurtulamıyoruz demenin "Arapça'sıdır." Demek ki söz bitmez, yazacak şeylerin ucu bucağı yoktur, ama yalnızca teması, iletisi hep aynı kapıya çıkar onun, savaştaki, burada Tanrı'yı göremedim anne der, maden kuyusundaki cehennemim grizu oldu kardeşlerim diye çağırır, gurbette ki, anavatanım senden ayrı kalınca anladım seni diye haykırır, çalışan çocuk yaşlılığım da böylemi olacak diye gözyaşı döker ve tüm insanlık, mutluluk; acılarla dolu yolculukta gelip geçtiğimiz duraklardır diye ağlar durur. İsa bile Tanrı'sına 'Seni aradım, neredesin baba dedim, uçsuz bucaksız karanlıklar ve uçurumlara yağan yağmurlardan başka bir şey göremedim' demiştir. Ama bu bir paradokstur, insanoğlunun yakarısı aslında kendisine olmalıdır, düşünceyi ve karşıtların kıvılcımıyla; ufukları aydınlatan yıldırımı bağışlayan Tanrı, daha ne yapsın.
Konumuza, yazamamak, üretememek sorununa dönersek, Aziz Paul, 'Göğün altında yeni bir şey yoktur ' demiş, İranlı Baba Mukaddem 'İnsan ölü sözlerinden geviş getiren hayvandır' diyor. Yazdıklarımız, yazacaklarımız, gerçekten hiç bir zaman yeni şeyler değildir, dile gelen yeni bir anlatım biçimidir, yeni bir biçemdir olsa olsa, siz ona yeni bir 'dağdağa' bile diyebilirsiniz. Ayrıca hiç bir şey dünyada bir tansık sayılmamalıdır, bizim düşünsel ufkumuza durgunluk veren şiir bile bir alıntıdan ibarettir. Usun derinliklerinden, bilincin karanlık uçurumları, kara dehlizlerinden çekip çıkarabilene aşkolsun diyelim o kadar. Şimdi anımsayamadım adını ama bir bilim adamı, biz bir şey bulmuyoruz, varolanı ortaya çıkarıyoruz yalnızca diyordu. Yakında bilgisayar, sanal bilge, ya da robotlar öyle şiir veya bulgular yazıp ortaya koyacak ki, insan atıl bir doğal makineye dönüşecek ve kavgaya gürültüye yer kalmadan -belki de- kendi kendine yok olup gidecek. Geriyede, birbirinizi ne öldürüyorsunuz, biraz sabredin zaten öleceksiniz diyenlerin hoş; ve ama boş sadası kalacak!..
Yine yazamamak konusunda bir anekdot, Bir İtalyan yazarın öykülerinden birinde konu sıkıntısı çeken senaryo yazarı, içine düştüğü bunalımdan olsa gerek baş parmağını (Tanrı parmağı denirmiş buna, kavramaya ve üretip yaratmaya yol açtığı için, denedim de o olmadan, gerçekten dört parmağımız pek işe yaramıyor) kalemtıraşının içine sokmuş, imayı düşünüyorsunuz değil mi, beyin parmağa, parmak kaleme ilettiği için düşünceyi, adam çare arıyor ama fantastik bir çıldırıya kapılmak yaptığı... Sonuçta, bavul dersiniz, geziler, çocukluk, uzun yollar, sıkıntı (taşımak), hiç gezmemiş olmak kapanmak yani, ya da ipin ucunu kaçırmak, Jules Verne gibi uzaya gitmeye kadar açın üretebilirsiniz bu konuda, şaka dersiniz, Milan Kundera'nın romanından başlar, bir şakanın yolaçtığı seri cinayetler ya da kan davasına kadar uzanırsınız, lâğımlar anası deseniz bile, Bilge Karasu'nun kitabından tarihteki kanalizasyon sorununa, Romalılardan, Ostrogotlara, Azteklerden, Göktürklere kadar konuyu uzatabilirsiniz, olmadı gerçekten yazamamanın sıkıntısını ömür boyu bunun her seferinde değişen kimi zaman haklı, kimi zaman gülünç, kimi zaman ürkütücü gerekçeleriyle doldurursunuz yaşamınızı. Çünkü bazen yazmak benim için yaşamaktır diyen yazarlarımızda çıkmıyor değil. Belki haklıdırlar, hareketin en basit biçimi yer değiştirme, en gelişmiş biçimi düşünceymiş, en basit olanın verisiyle, en gelişmiş olanın vargısına ulaşabilmek hepimiz için cazip olsa gerektir.
Son bir anekdotla konumuzu kapatalım: 16. Lui, Fransız Devrimi'nden (1789) bir gün önce, günlüğüne 'Yazacak değerde bir şey yok' diye not düşmüş, ertesi gün devrim oluyor ve kendisini paradaki resminden tanıyan muhafızlarca (Varennes'te) yakalanarak giyotine boynunu uzatmak zorunda kalıyor. III. Ahmet sanırım, oda çağdaşı sayılır Lui'nin, bir gün vakavinüse ne yazdın bugün diyor, vakavinus yazacak değerde bir şey bulamadım diyor, III Ahmet yakındaki mızrağı vakanivüse fırlatarak yaralıyor ve 'Bunu yaz' diyor. Diyorum ki sizin yapacağınız işi başkalarına yaptırıyorsanız (ya da sizin de yapmanız gereken bir şeyi diyelim), özürünüz kabahatinizden daima daha büyük olacaktır. Siz siz olun, diyelim ki bir angaryayı yaparken ya da yaptırırken, görü, bili ve duyunuzu açık tutun ve ne III. Ahmet gibi, ne de vakavinus gibi olun, 16. Lui gibi olmak bu durumda daha iyi sanırım, Marks, ulusların kendi kaderini tayin etme hakkından sözaçar, kişilerde kendi kaderini belirleme hakkını yaşayıp öğrenmeli derim... Tarih birinin diğerini mızrakla dürttüğü 'kişilerden' pek söz etmiyor, ama başını giyotine uzatabilen 'kişilerden' çok sözediyor.
Yazarı: Ulus Fatih