HAZIR OLUNAMAYACAK YAZI HAKKINDA
(Bu bölümü dileyen okur atlayabilir)
Çocukluk yıllarımı damgalamış en sert, şiddetli sahneler bütünü,yeni taşındığımız bir evdeki ilk gecemizde, banyoda meydana gelen,havagazı sızıntısı kaynaklı gerçekten büyük bir patlamanın sonucunda, o sırada banyoda tek başına kokunun çıkış noktasını arama çabasındaki babamın,kelimenin düz anlamıyla yanmasından doğmuştur. Kılpayı ölümden döndüydü. Patlamadan yarım saat sonra gördüğüm, ambulansa taşımak
için sedyede, önümden acı içinde kıvranarak geçen, elleri ve yüzü neredeyse
erimiş, o an kim olduğunu çıkaramadığım biri, belki de bir şeydi.
Yıllar sonra, sordum bir keresinde: İnsanın çoktan ölmeye razı olduğu bir acı çekme eşiği oluşuyormuş, birinci derece yanıklarda.Şimdi, Nesrin ve Elif'in durumu bu olmalı, yedinci günün sonunda. İnfilak noktasına en yakın yerdeydi onlar - üç yüz yirmi dört gündür. 4 Ağustos 2007 gününün dördüncü saatini beşinci saatine bağlayan
anlardan birinde, yaklaşık yirmi dört saat önce, uzun bir hastalığın tedavisürecinin sonunda baş gösteren ani ve hızlı bir kanamanın bilincini kapattığı Samih Rifat tam burada bir fiil gerekiyor, boş yere tarıyorum kafamdaki iri sözlüğün sayfalarını, hiçbirini seçemiyorum.Biz, Fatma Tülin ve ben, daha arkadaydık. İkinci derece
yanıklarımız, birinci derece yanıkların yanında nedir ki: Onların nefes
alamadıklarını görüyor, inanabilme evresinin henüz hayli uzağında, bir tür boşlukta, bomboşlukta yüzdüklerini anlıyor, hiçbir merhem bulamıyoruz. Daha kendi acımızla baş etmekten aciz, şimdiki zamanın dehşetinden geçmişin durmadan tuz bassalar bile tazelenmek isteyen parçalarıyla firar etme çabası içindeyiz. Onca yılın içine
hem toplanmış, hem dağılmış sayısı kestirilemez an, anı, anekdot herhangi bir kural manzumesine ayak uydurma tasası çekmeden üzerimize geliyor. Böylesine uzun ve koyu bir ilişkinin ardından, elinizde, yitirdiğiniz insana bağlanmayacak hiçbir ip kalmadığını ancak bu durum başınıza geldiğinde öğrenebiliyorsunuz - şu an, Samih'e çıkmayan hiçbir sokak gelmiyor aklımıza, bir tanesini bulabilsek duraksamadan sapacak, kısa bir süreliğine de olsa dinleneceğiz: Yok bir tek görüntü, bir tek
nesne ya da araç şimdilik, bir zaman daha geçmeli oyalanmak için, ama o düşünce de isyan duygusu yaratıyor hemen: Bu hayata unutmak, hep firar etmek için mi devam edeceğiz - izanlılığıyla övünen insanoğlu,avunma güdüsünün bir tür soysuzluğa dayandığını görmek istemiyor.
"Ölenle ölünmez": Fatma Tülin'le, balkonda, gece yarısını geçe çiğ yanımız üzerinde konuşuyor, Greenaway'in "At the Zoo"suyla "Carrington" arası, diklenenleri ayırıyor, ölenle koskoca bir parçamızın öldüğünü düşünüyoruz.4 Ağustos sabahı, bir
gazeteden, sonra bir başkasından aradılar, başsağlığı dilediler, sayfa düzenleyeceklerdi, sözlü ya da yazılı bir şeyler dile getirmem mümkün müydü, bir yankı gibi dolaştı kafamda di-le-ge-tir-mem-müm-kün-mü heceleri, aklımdan "Sizin gazeteniz kaç sayfa?" sorusu geçti. Oysa biliyordum görevlerini yaptıklarını, dahası ilk akla gelecek kişi olduğumu, hiçbir suçları yoktu ama beni aramamaları gerekirdi.Ertesi gün, sonraki günler görüşler, yazılar yer aldı basında;
bağışlanamaz ıskalamalar, dar çerçeveli değerlendirmeler, olabildiğince yerli
yerine koymalar üzerinde duruldu etrafımızda; öfkeli yorumlar geliyordu kiminden, geçiştirme ya da rol kapma tanılarını duyuyorduk - benden çıkıp, en doğrusu varmış gibi en doğrusunu en doğru biçimde yapacağımı beklediklerini apaçık ifade edenlerin Samih konusundaki duyarlılıkları nedeniyle bunu yapmaya bir hakları vardı belki, ama
mecalim yoktu kesinkes, bunun bir göreve indirgenmesine de içerliyordum öte yandan, belirsiz bir zaman geçince aradan, hazır hissedebilirdim kendimi.Sessiz kalışımdan olmadık anlamlar çıkarılmasına aldırmazdım açıkçası; sıcağı sıcağına söyleyeceğini
söylemek üzülenlerin, çok üzülenlerin sorunuydu - bizimkisi başkaydı.Yedinci geceydi, geç saat Fatma Tülin'e, birkaç iyi yazı daha çıktığını bildirdim basında; Doğan ve Celal yazmışlardı o gün. "Sen de yazacaksın, değil mi?" Başkalarından apaçık geldiğinde irkiltebilecek bu soru, onun kafasında başka bir anlam çatısı taşıyordu, biliyordum:Samih'in, yalnızca bizim gözümüzdeki anlamıyla sınırlı olmayan,
"nesnel kıymet"ine yaraşır kertede ne kadar yazılırsa yazılsın selamlanamayacağına ilişkin bir kaygıdan kaynaklanıyordu. Hayır, onu en iyi ben değerlendirebilirim diyecek ölçüde aymaz saymıyorum kendimi; tam tersine, içeriden bakmanın götürüleri olabileceğini kestirebiliyor, nesnel kıymete öznel bir odaktan, çünkü çok
yakından eğilmenin yaratabileceği kimi açmazların varlığını fark ediyorum.Buna,
şu aşamada, her şeyin sıcak ve diri gerçekliğini koruduğu bir anda yazmaya girişmekle baş gösteren bir sorun daha ekleniyor: Yazacağım metne yazarlık kaygılarıyla yönelmekte incitici bir yan var; buna karşılık, olabildiğince saf, arınmış bir ses çıkarmayı tasarlamanın yapaylığı ile neredeyse özensiz, çekilen acının karşılığını simgelemeyecek ölçüde savruk bir yazı, dostluğa, dostun
özelliklerine yakışır mı sorusu öteki kutupta bekliyor. Bir sesim estetiğin, etiğin
dayatmalarına sövüp sayıyor içimde, ötekisi bastırıyor: Hakkını veremeyeceğin belli de, verebileceğin kadarına erişmeyi dene - Samih başka türlüsünü pek sevmezdi.Yazmaya oturmayı biraz da bütün bu sallantıları göz önünde tutarak kendime kabul ettirdim. Hazır değilim ya buna, bir gün hazır olmaktan korktuğumu da gördüm. Hazır olmak, yanık acısının önce sızıya, sonra fantom sızıya dönüşmesi anlamına
geliyor - her şeye alışmak, her şeyi kabul etmek anlamına. Bir gün, dostluğun hikâyesini yazacak gücü bulur, ne yazıktır, o mesafeyi,dinginliği, soğumayı tanırım ola ki. Burada, daha fazla "biz"den,"dörtlü"den ve "ikili"den söz etmek gelmiyor içimden. Dostluk,biribirilerine benzeyen insanlar arasında kurulur düşüncesini
taşımadım hiç: Dostluğun biribirilerinin boşluklarına, noksan bölgelerine giren, yerleşenler arasında gerçekleştiğine inanırım. Anadolu'da hâlâ rastlanan manzaradı: Genç erkek arkadaşlar el ele tutuşarak yürür, söyleşirler. Ben o bildik sahneyi bir Atina'dakiiki bin beş yüz yıllık görüntülerle birleştiririm kafamda, bir de
Samih'le ikimize yakıştırırım - şimdi burada olsa, kahkahalarla gülerdik,şüphem yok, bu benzetmeyi duyacak kimi aklıevvellerin yapacağı yorumları düşünüp. Samih'le ilişkimizi, dedim ya, bir gün yazmayı düşünebilirim belki de. Burada, uzun bir girişin ardından, bundan böyle olabildiğince geride durarak anlatmak istiyorum: Samih, nasıl Samih olarak kendini inşa etti, nasıl Sokrates gibi öldü.
ONU BİR YERE OTURTMA GÜÇLÜĞÜ HAKKINDA
Başka uğraş alanlarında da sanırım öyledir, Türkiye'de, kültür dünyasının bir üyesi çekip gittiğinde, eşit paylarla olmasa bile,ikiye bölünür kamuoyu: Gidenin değeri üzerinde kolay kolay anlaşamaz bizim insanımız; karşıdakilerin, karşılarındakiler hakkında görüşlerini, duygularını "Kör ölür badem gözlü olur" atasözü özetler.
Pek ender rastlarız, bir gidenin ardından oybirliğinin oluşmasına: Samih Rifat o örneklerden biriydi, arkasında kalanların hiçbirinin zihninde "kıymet"iyle ilgili bir şüphe kırıntısı var olmamıştır - bana kalırsa kesin bir gerçek.Kıymeti, kıymetliliği konusunda oybirliği sağlanması, hemen ardından gördük ki, "tanım"lanması, bir yere oturtulması söz konusu olduğunda sıkıntılar doğmasını engellemeye yetmedi. Kimileri 'fotoğrafçı, çevirmen, yazar, mimar' gibi üçlü-dörtlü tamlamalara başvurmuş, kimi "gerçek bir entelektüel" demeyi yeğlemişti. İşin açığı onu bir kalıba sığdırmak, zorla deli gömleği giydirmeyi çağrıştırıyor yakından tanıyanlara. Cami avlusundaki tablo türdeş olmanın en uzağındaydı: Şairler, yazarlar,
fotoğrafçılar, ressamlar, yontucular, sinemacılar, çevirmenler,yayıncılar, tasarımcılar, mimarlar, restoratörler, müzeciler, akademisyenler, gazeteciler, televizyoncular, iş dünyasının kültürlü temsilcileri, bilim adamları oradaydı. Böylesine geniş bir 'kadro'başka kimin uğurlama töreninde bir araya gelebilirdi bilemiyorum, ama her bir alanın, her bir uğraşın üyelerinin gelmiş olması, doğrudan
doğruya, Samih Rifat'ın bana göre sahici tanımı ve kimliğiyle, bir o kadar da buna bitişik kimliğiyle bağlantılıydı: O, bir Hezarfen Çelebi'ydi - hem hezarfen, hem çelebi.
KANBAĞINDAN ÖTESİNE SOYKÜTÜĞÜ HAKKINDA
Yaşarken de öyle ya, yaşam serüveni tamamlandığında, ansiklopedik bakış, az ya da çok kamuya açılmış kişiyi çerçevesine oturtmaya,koordinatlarını somut işaretlerle desteklemeye yönelir. Kendince doğru bir değerlendirme biçimidir, doğru yapıldığında. Gelgelelim, bütün bu tarz veri depolarında, künye dökümlerinde, biyografik kadrajlamalarda tarihlerin, yerlerin, yapıtların dizini yapılır da, "biyo", yani insan sırra kadem basar. Açın herhangi bir iyi ansiklopediyi, sözgelimi Bach maddesini okuyun, somut bilgilerin en önemlilerine o an ulaşırsınız,
ama Bach'ın kendisine sokulamazsınız. Orada amaç, hedef, yalpalama, kayboluş, hülya, riziko, zaaf, erdem, tutku, sancı görünmez. Gene de vazgeçemeyiz anahatları içeren bakıştan ve dökümden.Samih Rifat'ın, derin ve dallı budaklı bir aile ağacından, kimilerinin "Boğaziçi Aşireti" mührünü vurduğu bir soykütükten geldiği doğruydu. Nâzım Hikmet'ten Mehmet Ali Aybar'a, dilci Samih Rifat'tan Oktay Rifat'a,
bir ucu Trabzon'a ötekisi Polonya'ya giden kolların katıldığı bir akarsuyun deltasında doğmuştu. Onlardan ne almışsa almıştı da, mavi kan merakı hiç yoktu; ailesiyle gurur duyar, övünmezdi. Birkaç kez, ne de olsa iyi tanıdığımız konuydu, "baba yükü" sorununa sokulmuştuk. Kim etkisi olmamıştır diyebilir, olmuştu, ne ki bir kimlik ezikliğinden söz edilemezdi onun durumunda. Büyükbabadan gen kalıtı dil sevdası,babadan akan poetik gusto bir yana, geniş bir aile dostları çemberinin
içinde pek çok usta kılavuzu olmuştu çocukluk ve ilkgençlik yıllarında. Samih, her vakit onlara borcunu ödemek için uğraştı. Daha önemlisi, erdemlerinin ve değerlerinin inançlı izsürücüsü oldu. Sessiz ama dirençli bir kavga adamı olduğunu bilmeyenler vardır.
ÇELEBİLİĞİNİN KÖKENİ HAKKINDA
Bu çemberin merkezinde, Samih'in dünya görüşünün ve estetik anlayışının oluşmasında birinci dereceden etkisi olduğunu gizlemediği, hümanist bir sol çekirdek yer alıyordu. Köktenci sosyalistlerin birçoğunun "tatlı su solculuğu" diye küçümsedikleri, yerine göre seçkinciliğini, yerine göre de, paradoksal biçimde halkçılığını eleştirdikleri çevrenin, oysa, ciddi ve kalıcı bir kültürel üretim
ortaya koyduğunu bugün tartımlı hiç kimse yadsıyamaz. Tam tersine,Anadolu insanı ve kültürüyle son önemli köprü kurma anlayışının bu koldan geldiğini görürüz. Samih Rifat, daha başlangıç yıllarında, ortaöğrenimini gördüğü Saint-Benoit döneminde ve onu izleyen İTÜ Mimarlık öğrenciliği sırasında, bu hümanist sol anlayışın en genç
temsilcisi olarak görevi devralmaya hazırlanmıştı. O günden bugüne bütün yaptıklarında damgası görülen zihniyetin, yakınlık duyan bireyden beklediği bazı özellikleri yürekten benimsemişti: Alçakgönüllülük, dolayısıyla "şişinik ego"dan uzak duruş, Eski Yunan uygarlığından yeni Cumhuriyet'in devrimlerine varan çizginin her aşamasına (hem Yunus Emre'ye, hem Dante'ye, ama Ayasofya'ya, ama Divriği'ye) sevgiyle ve saygıyla eğiliş, alt-üst kültür ayrımı yapmaksızın kültürün geniş alanına olabildiğince sokulmak, bu değerlere uygun bir yaşam tarzı kotarmak ve elden geldiğince bireysel marifetin yerine imece usulü gerçekleştirilecek projelere ağırlık
vermek - dönüp bakıldığında, Samih Rifat'ın hayat felsefesinin olduğu kadar pratiğinin de olmazsa olmaz birimleriydi. Son on yılında biraz, ama gerçekten biraz gözükmeye güç bela ikna edildiği işlerle tanınıyor şimdi o - oysa, iki avuç tanıyanı bilirse bilir, koca buzdağıydı.
HEZARFENLİĞİ HAKKINDA
Tam bu noktada, hezarfenliğine gelebiliriz sanırım. Sahiden de "bin sanat" sahibiydi Samih: İlk bakışta, ikinci bakışta, yüzüncü bakışta görülmezdi bu. Birkaç kez değindim Lévi-Strauss'un sözlüklerinde "sanat" sözcüğü yer almayan yerlilerine: her şeyi ellerinden geldiği kadar iyi yapmaya çalışırlarmış. Samih'e uygun düşen tanımlardan biridir: Tek bir alanda sivrilmeyi, görünmeyi, öne çıkmayı ilk günden
yadsımış, pek çok alanda hüner sahibi ve öğrenci olmayı ve kalmayı,bunu yaparken de neredeyse gizlenmeyi yeğlemişti. Bilmeyen anlamayan, ola ki onun "yarışma"dan çekindiğini sanabilir, açıkçası kendine, çünkü yatırımına güvenirdi; buna karşılık, toplum katında "bir şey" olma hırsını küçümser, duruma göre alayını esirgemezdi.Şiirlerini kimse görmedi, bundan sonra okunabilecek onlar; gitar çalışını ancak mahremindekiler bildi; onca ısrarın arasından çaktırmadan geçti,
fotoğraf sergisi açmamanın yolunu buldu; Fransa'da yayımlanan, Anadolu evlerinin çatı donanımları üzerine doğrudan Fransızca yazdığı uzmanlıküstü metni üç kişiye göstermişse, bunun nedeni, o toplu yayının dudak uçuklatıcı, söylemekle inanılmaz cüssesiydi; bilemiyorum ufarak resim ve kolaj çalışmalarını kaç kişi tanımıştır - saymakla bitmezdi örtünmeleri. 60'ına yaklaşırken eski yazıyı söktü, kendi
ülkesinde taşa kazınmış yazıları okuyamama durumuna katlanamadığıiçin. Yoksa Osmanlıcayı sevmezdi, dar çevremizde dillere destandı bitmez tükenmez ozan-şair tartışmamız. Hemen ardından Eski Yunancaya girişti, genç bir öğrenci gibi dersine çalıştı, bir gün en eski düşlerinden birini, kendi Homeros çevirisini gerçekleştirmekti hedefi. Tedavisi sırasında derslerinin aksamasına canı sıkılmıştı.Bireysel etkinlik alanlarında bunca kabuğuna çekilen birinin kolektif üretim söz konusu olduğunda da tutuk olması beklenir, yanılıyor muyum? Oysa
orada, öteki Samih girerdi devreye, birlikte çalışmak tamıtamına şölendi.
TUTKULARI HAKKINDA
Ama şölene geçmeden, hezarfenliğin Samih Rifat'ta yarattığı alaşımın perdesini bir parça aralamak gerekir. Mimarlık öğrenimi, bilgi ve sevgisi onda hem dörtdörtlük bir yapılandırma yeteneği hem de sağlam bir denge duygusu yaratmıştı. Dil, şiir, yazı sevdası, yazma ve çeviri yapma uğraşından edindiği ana kaygı, ölçülerin kullanımındaki titizlik, yaklaşığı öteleyerek olması gerekene ulaşma tasası olarak
koyulabilirdi. Müziğe tutkusunda da ölçülülük esası ağır basıyordu şüphesiz; bir o kadar da duyarlığın inceltilmesi, saltık uyuma erişme çabası etken olmuştu bu alanda karşılıksız yoğunlaşmasında. Rue de Rome'dan gitar teli seçer, bir iki yeni partisyon alırdı. Endülüs'e kitara almaya gidememiş olmasına içerlediğini bilirdik. Yazılıkaya'ya şöyle bir uzanılamaz mıydı bir hafta sonu, tazelenmeye? Akdamar'a,
Efes'e faltaşı gözlerle dönmeden yapamazdı. Kameranın tutsağı olmadı hiç, ama fotoğraf çekmeyi de, film yapmayı da çok sevdi. En sıkı kadrajı vizörden bakmaksızın oturtuverirdi. Farklı uğraş alanlarından süzdüğü, usul usul yontarak elde ettiği görgü ve hisleri kendine özgü bir eriyik haline sokmuş, estetik mayasına katmıştı. O mayanın benim gözümde ayrıcalıklı yanı, yalnızca kendisini bir işe koştuğunda değil,
her an, yaşamının her zerresinde devrede kalışından kaynaklanıyordu: Samih Rifat, Sanat'a ve Zanaat'a, "Ars"ın minörden majörden megaya bütün dallarına merak ve ilgi duydu ömrü boyunca, ama bir kutsallık yüklemiyle yönelmedi oraya; asıl, yaşama sanatına bağlılığıydı onda belirleyici olan.
BENZERSİZ RENGİ HAKKINDA
Birlikte yolculuk yapmadan bir insan hakkında karar verilmemeli denir ya, ilk ortak projemiz olan Simurg belgesellerinden birinin çekimleri için ilk ortak yolculuğumuzu Paris'e yaptıydık. Abidin Dino'nun stüdyosunda film, sokaklarda fotoğraf çekişine tanık oldum. Bunu, Seferis'in peşisıra gerçekleştirdiğimiz Kapadokya seferi izledi. Yavaş yavaş YKY projesine sokulduğunu, ortamı ve kendini yokladığını hissediyordum. Çok gecikmeden katıldı, görece özgürlüğünü koruyarak kolektif çalışma düzeninin içine yerleşti. Yıllar yılı orada, Koç Kültür'de, Pera Müzesi'nde ve Sabancı Müzesi'nde, hep komuta merkezinde oldu. Bilgi birikimi, deneyimi, geniş ufku, becerileri ile herkesin saygısını toplaması doğaldı da, bundan önemlisi, bir
benzerini tanımadığım, gökkuşağına üslubunun kattığı renkti. Çok kişi yumuşak başlı, bilge tavırlı birini okur şu portrede: Hayır, Samih ödün vermez, inatçı, dik kafalı, tartışmaya bayılan biriydi projelerde. Bazıları, yüksek sesle biribirimize girdiğimiz sabah toplantısının hemen ardından, başbaşa yediğimiz öğle yemeğinde
gözlerimizden yaşlar inerek gülmemizi şaşkınlıkla karşılardı. Bir başka seferinde, tartışılan projenin asla öngörülen süre içinde gerçekleştirilemeyeceğini keçi gibi savunmasının ardından, işe koyulma kararı alınmışsa "buyurun yapın bakalım" diyerek çıkardı odadan - bu durumda ne beklenir, aşırı çaba göstermemesi değil mi, Samih gecesini gündüzüne katarak çalışırdı tersine. Bugün onca dergi sayısının ve kataloğun, onca serginin hazırlanışında büyük sorumluluk üstlendiğini, emek harcadığını bilmeyenler çoğunluktadır: Yaptığı ince ve derin işlerin arkasında saklanırdı.
DENİZE DOĞRU KONUŞMA VE SUSMA HAKKINDA
Samih Rifat'ta Kültür ile Hayat'ın ayrılmaz biçimde iç içe geçişinin somut örneklerinden biri, küçük ama güçlü, tiryakilerini yaratmakta gecikmemiş "Ada" kitabıydı. Yaşamöyküsel bir kesit sunuyordu orada. O sıralarda teknesi Dantes'i aldı ve ona sevdalandı. Kısa sürede kaptanlığı, yelken açmayı öğrendi; önce Marmara'ya, sonra Ege'ye açıldı onunla. Yattı kalktı teknesinde, arkadaşlarını gezdirdi, bir
köşesinde çalıştı, çeviri yaptı. Deniz âşıklarının çoğunda deniz kültürüne sokulmuşluk vardır, sanırım; pek azında, Samih'teki kadar vurgun boyutlarından söz edilebilir. Homeros'u avucunun içi gibi tanırdı o; Piri Reis'in haritasını büyüteçle incelemişti; Sabahattin Eyüboğlu ve arkadaşlarıyla genç yaşta efsunlu mavi yolculuklara katılmıştı. "Moby Dick" okumuş bir argonottu Samih, açıldığı sularda.
Kimilerinde rastlanan tekne cakasının kırıntısı yoktu dünyasında. Birlikte, çok sayıda yolculuk yaptık. Ankara'ya da gitsek, Paris'e de, Samih'in içi kıpır kıpır olurdu. Gezmek görmek, paylaşmak, küçük bir iş kotarmak, kesif keşif duygusuyla hareket etmek: Hepsinin kökünde, Oktay bey'in ışığını gördüğü Giono'nun "Neşe Sürsün" felsefesi, yorulmak bilmeksizin kurduğu düşler. Yüz yıl daha yaşasa keyfi,
kıvancı, enerjisi sönmezdi. Kimse çıkıp "herkes iyi-kötü böyledir" demesin: Ben öyle değilim, siz de değilsiniz.
SOKRATES GİBİ ÖLÜMÜ BEKLEMEK, BEKLETMEK HAKKINDA
Klasik anlamıyla yakışıklı bir adamdı Samih -- babası gibi. Dar pantolonları, botumsu ayakkabıları, kadife montu ve beresiyle anımsayacak onu tanıyanlar. Uzun yürüyüşlerinden birinde ya da bisikletinin üzerinde. Nesrin'le, hep olduğu gibi el ele dolaşırken. Yüksek oktav sesiyle, gür kahkahasıyla. Bir gün, hem de nasıl apansız, akla sığmaz, meleklerin en siyahı belirdi yanında. Şairin dediği kadar, tıpkı o güvercin, uçan vurulduktan da sonra, üçyüzyirmidört gün oyalayabildi onu. Ölüme giden yolu, yaşamını hangi üslupla kat etmişse, öyle geçirdi. Okurlarım bıkmıştır, ben bıkmadım: Sokrates'in,baldıranı içmezden önce flütle yeni bir melodi öğrenmeye çalışmasını anlatır dururum, işte Samih bunu yaptı hastalığı boyunca: Şiirleri üzerinde çalıştı, Mabeyinci Pavlos'un metnini cilaladı, Safo çevirilerini gözden geçirdi, Flaubert yayımladı, iki ayrı müzede üstlendiği sergi ve katalog hazırlama sorumluluklarını yerine getirdi, gidip Akropolis'i gezdi, Dantes'le denize açıldı, son yolculuğunu Heybeliada'ya yaptı, ölümünden üç gün önce pasaport fotoğrafı
çektirmeyi aklından geçirdi -- bilmediğinden değil, her şeyin farkındaydı, gene de başına dikilmiş ölümü rencide etmeyi başardı. Yalnızca Elif'e horoz borcu kaldı. Can kuşu uçup gitti. En yüce sulh onun olsun.
ENİS BATUR
Kaynak: Cumhuriyet Gazetesi-Kitap Eki
Defter- Özel Teşekkür: Hakkı Kurtuluş