
Önce:
Rauschenberg ve Combine-Painting !
"Yaptığım işleri düzenlenmiş yapıtlar, bağdaşık resimler anlamına gelen
Combine-Painting olarak adlandırıyorum.Böyle yapmakla, kendimi kategorilerden uzakta tutmuş oluyordum.Eğer yaptıklarımı,doğrudan doğruya resim diye tanımlamış olsaydım,başkaları bu işlerin heykel ,alçak kabartma ya da resim olduklarını öne
süreceklerdi" - Rauschenberg.
Rauschenberg'i ilk defa Barcelona Çağdaş Sanatlar Müzesinin özel sergisinde görme fırsatım oldu. 3 kola şişesine kanat takıp melek görünümü kazandıran yapıtı diğer tüm yapıtları gibi bize hiçbir şey göstermiyor aslında, o kendi deyimi ile sadece "düzenlemekle" yetiniyor, daha doğrusu bağdaştırıcı bir eyleme dayanıyor onun
sanatı. Kategoriler dışı -klasik ve geleneksel kategoriler dışı-nesneler oluşturduğunu söylemekte haklıdır. Bağdaştırıcı etkinliğin ürünleri bir başka şeye değil, bizzat kendilerine özgü üretimin birer uzantısı olurlar.
Sanatsal imgecilik düzeyinde yeniden ele alınan imgeler de var elbet ne gibi mi?
-Örneğin: Türk Hamamı gibi!
Ressamın oluşturduğu hareket çizgiler-boya saçıntıları, tuval üzerinde kocaman delikler, neyi sembolize ediyor, yoksa bizim Hamamlarımızda ansızın içeri süzülen o ışık demetini mi?
Rauschenberg'in birleştirmelerine almış olduğu somut nesnelerle,"action-painting"in öznelliğine karşı, soyut sanatın yitirmiş olduğu nesnelciliğin anlamını yeniden ele geçirdiği öne sürülür kimi
eleştirmenler tarafından, doğrudur.
Yaşam ile sanatı birleştirdiğini, sanat yapıtlarıyla çevre arasında kopmuş olan sürekliliği yeniden kurduğunu öne süren de sanatçının kendisidir.
Şimdi üzüldüğüm nokta ise, İstanbul sanat ortamı izleyicisinin böyle bir anlayışla, sanatçılar kuşağıyla ( vurdulu kırdılı bir dönem olarak) nasıl karşı karşıya gelebilme sorunudur? Bu tarz işler İstanbul Sanat Vakfı’nın derdi olmadığına göre, ki onlar ancak afaki konu, konuklarla Bienal düzenlerler ve "şiirsel adalet", “iyimserlik”, “oryantalizm” falan.. gibi hakkında kimsenin bir fikri olmayan konu başlıklarıyla zaman geçirirler, giderler hiç olmadık zırvaları taçlandırarak “küratör” olarak ortama sunarlar, kamusal alanı resmen işgal ettirirler bu “derbeder zihniyetlere”.
Kendi kendime sesli düşündüm ve dedim ki galiba zamanında bu işleri (“kente yakışır” biçimde) en çok Enis Batur sonuçlandırıyordu, daha önce herkesin düşünü süsleyen Fatih Resmini ( Bellini’nin yapıtı) İstanbul getirttiği gibi, 3 kez uzun uzun o resmi izlemiştim o güzel günlerde, ne ben içime doğru bu denli çökmüştüm ne de Bellini projesinde önemli rol üstelenen Samih Rifat göç hazırlığındaydı! .., Bellini ve Sultan Fatih o an gözümün önünde Asitane’nin çarşı pazarında geziyorlardı, ona “Belloş” diye seslenirmiş Fatih! ( Uydurma bir rivayet değil bu anlattığım, tarihi belgelerde kayıtlı bir gerçektir, Fatih’in ne denli kendinden emin ve kültürlü olduğunu yazmama da gerek yok, bir Fatih veya Mustafa Kemal olmak için bin fırına ateş tuğlası olmayı gerektirir, devlet kurucularının kaderidir tümü en verimli yıllarında dünyayı terk ederler, Fatih: 51, Mustafa Kemal: 57 yaşında.
Şimdi ey çekik gözlü kardeşim Hou Hanru, bak işte yanı başımızda neler oluyor, 4 seneden beri bir milyondan fazla insanın canına kıydılar, her şey “yapı bozumuna” itinayla uğratıldı, daha ortada hiçbir şey yok. Kül ortasından bir “ulus devlet” yaratmak o denli kolay olsaydı birileri her gün bir yerleri bozar atardı!)
Peki, Bellini’yi kim ve hangi çılgınlar ( bu çılgınlıkları oldum olası aşkla sevdim hep) ağırlamıştılar İstanbul’da? Elbet ki Enis Batur ve çalışma arkadaşları.
Enis Batur'un Kültür arenasından bir proje üretim merkezi olarak elini, eteğini çekmesi bu şehri İstanbul kültür atmosferine nasıl feci bir darbe indirdiğini bunca zaman geçmesine rağmen çoğu insan henüz doğru düzgün kavramış bile değil, bir vakayı umumiyeden saydı ortam, ama o olay benim zihnimi hala dağlıyor. Bir eksiklik var sanki ama nerede? Kitap ekinde yayımlanan son yazısında tanımlamakta zorlandığım bir hüzün birikimi yer edinmişe benziyor, “ yapacaklarımın çoğunu yaptım, azı kaldı” diye yazmış, bu satırları okuyunca içim çok fena burkuldu ve ben bu “az” sözcüğüne takıldım kaldım, gerçi şöyle de bir sonuç çıkartabiliyorum, Samih Rifat’ın kolay kolay dinmeyen ve de hiç dinmeyecek derin mateminin izini taşıyor okuduğum “az” kelimesi. Samih için kaleme aldığı nefis yazısında “Sokrates”in ölümünden de söz ediyor, bazı kuşların göçü işte kolay unutulmuyor, unutulmayacak. Ama olsun bizler onun hepimize sunacağı ama sağlıklı ve üretken biçimde sunacağı o ‘az’a da dünden razıyız. Eh “takıntı” bu, bizler, yani çevremden tanıma fırsatını yakaladığım birkaç meraklı dostlar bazı yazarlarımıza “aşırı” hatta kimilerine göre “ölçüsüz” derecede tutkuyla bağlıyız, elden ne gelir? Turgut Uyar, Ece Ayhan, Oruç Aruoba, Bilge Karasu, Enis Batur, Cemil Meriç, Gölpınarlı, Dağlarca, Nazım,.. + ve + tümü.. tümü bu yurdun üretken cevherleri sayılırlar.
İstanbul Sanat ortamı daha hanya-konyanın farkını bir zaman geçince anlar, eğer
anlamak gibi bir derdi,tasası olursa, ya da şu izlemekte olduğunuz “sirk” (bienal) cambazları ve onların idari maslahatgüzarları küreselci küratörlerinin eziyet ve çilesinden kurtulabilirse.
Birilerinin bunca barut kokusu arasında durduk yerde “iyimserlik” meleği pervasızlığını göstermesi,
bir başka gerçeği bize bir kez daha kanıtlıyor, yıkıcı olan tarih kendi araçlarını aşındırır, böylece bu ebleh suratlı “iyimserlik” kuruntusu da dağılır. Bizim de içimizde “iyimserlik” fırtınaları kopuyor, ama dalga boyu ve hedeflediği düşler çok farklıdır. Ey Bilderberg’in “iyimserlik elçileri”, kimse bu yeni, güçlü yapı güdüsünün arkasında “ikinci” bir niyet aramıyor zaten, çünkü niyetiniz açıkça ortada: Yok etmek, renksizleştirmek, Her seyi, herkesi bir kuzu Dolly gibi suratsız biçimde kendi berbat düş tarlalarının süs bitkisi haline dönüştürmek. Bunun için aygıtları değişkenlik gösteriyor, yeri geldiğinde finans kapitali, yeri geldiğinde kültür alanını kullanıyorlar.
Hou Hanru’da suç yok! ( Küratörlüğünü üstlendiği kentin, ülkenin tarihinden habersiz muhteremden söz ediyorum.)Ona beyaz kağıdı uzatan, “baş” koltuğu sunan, ve tüm Cumhuriyet birikimini 6 satırda yerin dibine batırmak için birilerinin adına üzerimize kusturtan yerli Franco’larda suç.
SN. Şakir Eczacıbaşı’na bir Soru:
İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın başındaki ve sorumlu+yetkili kişisi olarak Çin Mafyasının dünya sanat piyasasına pompaladığı ve tarih okumalarından yoksun piyonu HOU HANRU’nun Bienal yazısını bir bütün olarak onaylıyor musunuz? Özellikle Kurtuluş Savaşı ve çekirdek kadrosu hakkında sarf edilen donanımsız “saldırgan” görüşlere ne ölçüde katılıyorsunuz? Olup biten her şey bir hayal kırıklığı mıydı?
Kurumunuz adına kamuya sunulan Bienal yazısı hakkındaki "tepkiniz" ne?
Çıkın bunu açıklayın lütfen!
Resmi görüşünüz Hou Hanru'nun sunduğu bu saçma, sapan metinlerle ne denli örtüşüyor? Yok eğer onaylamıyorsanız bunu kamuya lütfen açıklayın, es geçmeyin, kuşku, şüphe uyandırmayın. Madem kamusal alanı bir etkinlik adına bu kadar geniş çaplı olarak işgal ediyorsunuz, kamu adına bu soruyu sorma hakkımız var. Bir ulus kendi kurtuluş savaşını Hou Hanru gibi felçli zihniyetlerden izin alarak mı yapmalıydı?
“Okumadım henüz”, “Bilgim dışında” gibi safsatalara kulaklarımız toktur!
Son çeyrek yüzyılda bu toprakların ulusal gelirinden en büyük payı almış bir grubun da üyesi olarak
Bu kepazeliği geçiştirmenize bu kez asla ve asla bu vatanın çocukları olarak izin vermeyeceğiz.
Sorun vatan, millet Sakarya falan, filan değil, mugalata hiç yapmayın, açık, net bir tavır bekliyoruz. Sanat ortamına “gece yarısı ekspresi” şiddeti uygulayan ve bu seneki bienal etkinliklerinizin (birinde) açılışında bir ulusun bayrağını çırılçıplak dansöze giydirerek dalgalarını geçenlerle aranızdaki mesafeniz ne? UNUTMAYIN: Tarih koruyucuysa, saygı duyana bağlıdır!
Bu saygıyı bekliyoruz, gerisi mi?
Dünyanın altı da üstü de sizin olsun.
Albert Camus ne demişti?
"Aslında insanın eninde sonunda alışmayacağı hiç bir düşünce ( durum olmasın?) yoktur”, doğru da: buyurun hep beraber alışalım, ama neye?! Başka bir durum söz konusu değil
bay Camus, bizim işimizdir: her saçma duruma "Alışmak".
Sufi.