
Nokta adlı öykümü haldun taner ödülü’ne yollayıp her zamanki umutsuzluğumla unutuyorum. birkaç zaman sonra işten gelirken nedense kapı girişindeki posta kutusunda güvercin beyazı bir zarf. gazetenin logosu köşede. kazanamadığımı bildiren bir mektuptur diye düşünüyorum. asansörle eve doğru çıkarken açılan mektuptan dökülen kelimeler, asansöre, apartmana, mahalleye giderek kocaman bir şehre sığmaz oluyor o gece. ikinci olmuş nokta. babamın ölümü ikinci olmuş diye düşünmüyorum hiç. sanatla hayatı hep bir arada tuttuğum için belki. bunlar benim acılarımdı diyorum. okur denen uzak akraba paylaşacaktım. o hikâyeler doğan kitap ailesiyle tanıştırıyor beni. ezilmiş leylaklar kitabı çıkıyor öylece. sene 2003. dergilerde şiirler devam etmektedir bu ara. hayatımın en güzel insanlarından ahmet erhan’ı tanımışımdır. turgay fişekçi’ye öneriyor şiirlerimi. bu çocuğa dikkat et dercesine. o günlerde gelip istanbul’a yerleşiyor ahmet abi. bir kış günü, birlikte üşüye üşüye taksim’den aşağı doğru buzlanmış kaldırımlardan ayağımız kaymasın diye kolkola yürüyerek tepebaşında kurulmuş son kitap fuarına iniyoruz. hep sonlar. ahmet abi’nin başındaki başlığın ona ne kadar yakıştığını unutmak ne mümkün. evinin penceresinden mendil kadar deniz göründüğünü, ankara’da bir depo kitabı olduğunu anlatışını, oğlu deniz’i ve behçet aysan’ı nasıl özlediğini unutmak, ne mümkün… doğan kitap beni başka bir dünyaya taşıyor. o dünyanın bir yerinde her gece bodrum’dan bildiğim selim ileri gülümsüyor. nasıl da garip gelişiyor her şey. öykülerimi çok seviyor ileri. yakın oturuyoruz. bazı akşamlar ona gidiyorum. votkaları… ah o kaloriferin yanından sıraselviler caddesine bakıp eski romanlardan konuştuğumuz kerevizli votkaları. kereviz tabii ilk anda hoş gelmiyor bana. mutfağa gidiyoruz. yarı dolu bir votka şişesinin içinde yemyeşil yapraklar. kereviz yaprakları, diyor… güzel bir öykü adı aslında. votkayı o yapraklar içinde on beş gün dinlemeye bırakmış. içine havuçsuyu ve az domates suyu atıyor. tuz ve buz ekliyor sonra. bir salata içiyormuşsunuz hissine kapılarak yudumladığınız içki bir yandan, öte yandan onun eşsiz sohbetleri. ezilmiş leylaklar’dan şu satırlar o günleri geri getiriyor bana, içim bir tuhaf oluyor. insan nasıl da zamanla yabancılaşıyor kendi gönlünden kopup giden satırlara bile: “anneanne hastadır, gece yatarken içmesi gereken ilaçları verilir, su yetmez yutamaz, yaşlıdır. karanlıkta, koridordaki halının üzerinden uçar gibi koşarak, tekrar mutfağa gidilir, bir bardak daha su doldurulur, mutfak biraz soğuktur, tencerenin kapağı açık kalmıştır, gün evveli yaptığı biber dolmasının acımsı kokusu gelir burnuma. su götürülür, anneannenin üstü örtülür, yanakları öpülür, başucunda duran dedenin resimlerine bakılır, allah rahatlık verir... cumartesi de vapurla karaköy. deniz, buram buram içe çekilir. tuz, yosun, rüzgâr. tünelle beyoğlu’na gidilir tek başına içilir. tek başına. rüzgârdan başka kimse yoktur... rakı kadehinin yanındaki kül tablasında duran sigaralara özenilir meyhanelerde. bütün sevdiğimiz şairler resimlerinde hüzünlü bakmışlar, sigara tüttürmüşlerdir. biz de içelim o zaman denilir. denenir, fakat becerilemez. parmaklar sigaraya oturmaz, sigara parmaklardan kayar, gözler yaşarır, efkar dağılmaz, efkar çökmez, sigara bize bir şey yapmıyor denir, içkiye devam edilir.” roman da yazmalısın diyor bana. yapabilirsin. birkaç kez denemişim zaten öncesinde. kurtuluşta bir evdeyim artık. yeniden çocukluğumun semtine dönmüşüm. başlıyorum yazmaya. pencere kenarları. kıyılarına hümeyra resimleri konmuş kitaplıklar. hümeyra’yı avrupa yakası’ndan önce de bilmiş olmanın ayrıcalığı bambaşka… vasatın sonsuz egemenliğini kurduğu zamanlardayız. çok satmalar, çok okunmamalar, hiç okunmamalar. yok sayılan nice önemli yazar öğreniyorum ileri’den. sahaflarla dost olmalar. eski kitaplar. hepsinde ayrı bir aşk. yeni bir hayatın eşiğine vardığımda bakıyorum önce bak hâlâ çok güzelsin yayınlanıyor. şiirler. yeniden. yeniden şiire dönmek derken, yayınevine verdiğim roman dosyasının da basılacağı haberi geliyor. hep yazı mı mutlu etti beni acaba? romanın kapağındaki o dönme dolabı düşümde görmüştüm. necatigil’in yıldızlar şiirini koymuştum başına. sonra da oktay rifat’in o güzelim dizelerini: “güzel şeyler düşünmeme rağmen / ağlamak geçiyor içimden…” o kitaptan da çok sevdiğim bir bölümü almak isterim buraya. seni hatırlatan yıldızlardan: “ama güzellik. her şeyden önce güzellik. yollarda, sokak aralarında, halde sabahın köründe domates biber sandıklarının başında, sağmalcılar’ın arkasındaki kaynak atölyelerinde sabah içecekleri çayın parasını bile köye gönderen aydınlık yüzlü çocukların arasında, onlara göre bu kadar çirkin varken yani. genelevelerde sıra bekleşenler, gelen her erkeği kocacığım hitabıyla odasına çağıran gencecik kızlar, sinema kuyruklarında, bilet gişelerinde, devlet dairelerinde, otobüs şoförlerinin kışları bekleştikleri sıcak çay, elektrik sobası kokan odalarda, yaz kasabalarının kahvelerinde bu kadar çoklarken; gün günden artan umutsuz bezgin insan yığınlarının arasında, tikliler, sakatlar, yalnızlar, sokak aralarındaki köfteciler, beyoğlu’nun arka sokaklarındaki şofben dükkanları, avizeciler, travestilerin herkesin işten döndüğü paslı vakitlerde caddelerden süslü püslü geçişlerine şaşırarak bakan yaşlı amcalar arasında; üçgen bir cam dolabın içinde kızarmış küçük patates ve ciğer satanlar arasında, midyecilerde, minibüs şoförlerinde, otogar büfelerinde, askerde dayak yiyen halk çocukları arasında; üstgeçitlerin altında arabalarında yaktıkları gazlı lambaların kısık ışığında pilav satanların içinde binlerce çirkin insan olduğunu anımsatarak. çirkin insanlar....” ama şiir hiç bitmemiş ki, mesut diye bir kanarya, bir iclal hüznü, çiçek borsası hep adam sanat’da yayınlanıyor. bir süre sonra bak hala çok güzelsin’e behçet aysan şiir ödülü gelecek. ben bilmiyorum ama daha… gidip kadıköy’deki bit pazarından ikinci el masalar, kitaplıklar alırken görüyorum kendimi annem ve dayımla. hepsini yazacağım bir gün diyorum. yazılmadık bir şey kalmamalı. tek başımayım bu kez. tek başıma bir eve taşınmışım. anadolu yakasında. kitaplık pahalı geliyor. bari önce sadece masa olsun diyor bizimkiler. sadece masa alınıyor. kitaplarım yerlerde kaldı. duvarları nedense balıklı kuşlu bir ev. kitaplar yerlerde. 890 adet. üst üste, yan yana, devrilip dökülen bloklar oluyor, kırılıp bükülen, tozlanan eskiler. yerler de kokulu mumlar, çiçek eskileri, kış orada geçiyor. çok sevdiğim vapur dumanı şiirimi kozyatağı’ndaki o evde yazmışım. “bu kış çok üşüdüm çayır apartmanı tepe sokak no yedi rengarenk bir çocuk odasına yığdım kitapları çocuğum yok çıfıt çarşısından aldığım ucuz masa ipleri ellerimde dağılan bir eldiven bir eldiven bir ele ne kadar uyarsa” sanki yarın nisan’ı yazıyorum orada. öyküler yine. dergilerde röportajlar, söyleşiler, birkaç kez televizyon. iş yerindeki edebiyatla ilgisiz arkadaşların arada kanaldan kanala geçerken atladıkları bir görüntü oluyorum. tanıdık bir yüz oluyorum onlar için renkli camda. bakıyorlar. söylediklerim çok umurlarında değil. bizim bilgisayarımızı tamir eden arkadaş diyorlar. ya da serviste giderken kafasını cama dayayıp dışarıyı izleyen o çocuk değil mi bu. ya da yemekhanedeki masalarda hep pencere kenarındaki köşe masayı seçen, kötü giyinen kıvırcık saçlı. “kitapların varmış senin, ne üzerine yazıyorsun” diye soruyorlar, “imzalayıp bir tane de bize getir” diyorlar. cümlelerimi karışık, dilimi karmaşık, yazdıklarımı anlaşılmaz bulanlar var. gittikçe yalnızlaşırken büyüdüğümü fark ediyorum. yazar arkadaşlarım var, edebiyatçılar, koca ustalar, gençler… bir dünyanın içinde başka bir dünyadayım. muhasebeci muhsin’in iç burkan hikâyesini anlatan sanki yarın nisan da öteki yazdıklarım gibi bir güz mevsiminde, 2005 yılında kitapçı raflarına çıkıveriyor. bir demet çançiçeği kapağında. sarışın. öyle garip ki çançiçekleri. sevgi dolu bir kitaptı, bunu biliyorum sadece. hayatın en orta yerinde, birdenbire çok şeyim var sanırken yapayalnız kaldığım bir zamanın kitabı. cumartesi, pazar sabahları altıda kalkıp çalıştığımı anımsıyorum. geceleri bir dolmuşa binip sarhoş eve dönsem de mutlaka uyandığımı, bir tane ağrı kesici alıp bir sade kahveyle ayıldığımı, haris alexiou’yu kısık sesle açıp, masa başına geçrek yazdığımı…: “anlatacağım. şimdi gülümsüyorum. tülün örttüğü pencere. karşı balkon. bir kadın çıkıp çamaşır asıyor. yazı yazan bir hayalet gibi görüyordur beni. kuşlar ötüşüyor dışarda. bir cumartesi sabahı şimdi. ikibinbeş yılının şubat ayının ondokuzuncu günü, saat tam 10:39(saatle dakikanın arasında iki nokta vardır hep, dakika, açıklamasıdır saatin. zamanlar birbirini anlatır daima). hümeyra çalıyor şu an. bugün yapacak hiçbir şeyim yok. var mı başka şansım. dinle. anlatacağım.” ne ki geçip gitmiş hepsi işte. üst üste dizdiğimde ele avuca gelir bir şeyler yazdığımı görüyorum. iyi miydi, kötü müydü, kimilerinin dediği gibi yoksulluk edebiyatı mıydı, kiminin dediği gibi arabesk duyarlık mıydı, kimilerine göre inceliklerle dolu muydu? hiç bilmiyorum. kendime bakıyorum. saçlarımda tek tük de olsa görünmeye başlayan beyazlarıma. yitirdiklerime. beni yitirenlere. geçen günlere. heyecanlarıma, isteklerime. çoğundan soğumama, çoğunun sönüp gidişine. yine de öylece bir aşkı içimde yaşatabilmeme şaşırıyorum. halen sabahları erkenden kalkıp deli dolu yazı yazmalarıma… otuz yaşıma girerken, birini yine severken, yine kırılırken birine, yine şiirler yazarken, yine başka romanlar düşlerken, bu kez kitaplarla dolu bir odada bir masa başında değil, koca bir kış ve bahar oturup bir yer yatağında yazdığım gökyüzü sineması’nı düzeltiyorum. şükrü erbaş bir yandan kulağımda fısıldıyor; “insanın zaman karşı biricik şansıdır aşk” diyor. gökyüzü sineması dedim. bir küçücük bölümcük de ondan olsun isterim… değil mi ki zamana karşı biricik şansımız aşk… olsun isterim: “bir çocuk uyuz olmuştu koğuşta bir kez. sonra bir gece çığlıklar içinde uyanmıştık. ne çok gece var böyle çığlıklar arasında. (müzikte bir şeyler çağıldıyor. bu sirenlerle çığlıklar arasında dans ediyorlar). koridora indim. birkaç uykulu yüz. uzak bir kışla. serinlik çıkmıştı sabaha karşı. hafiften ürperdim. yeni askerdim daha. tuvaletten garip sesler geliyordu. üç beş kişi o uyuz olan çocuğu tuvaletin içindeki kabinlerden birine sokmuşlar, soymuşlar, üzerine hortumla soğuk su sıkıyorlardı. önce dövmüşlerdi. biri söylüyordu çünkü. dayakta kar etmedi bu gerizekalıya diyordu. neden bitmeyen işkenceler vardı sadece. neden? tuvaletin kapısındaki süzülmüş karanlıkta kalmıştık. ne içeri girebiliyor, ne de dışarı çıkabiliyorduk. ne olacağını görmek, ne yaptıklarını anlamaya çalışıyorduk. çocuk meğer yıkanmayı bilmiyormuş. öğretmişler anlamamış, dövmüşler yine anlamamış. birini dövünce bir şeyi anlayabileceğini sanmak… o çocuğa birkaç gün sonra hamamda rastlamıştım. yıkanmayı öğrenmişti bir güzel. acı olan buydu. ama daha da acı olan başka bir şey vardı. revirdeki asteğmen doktor, buna yıkanması için bir uyuz şampuanı vermişti. küçük cam bir şişe. bu bizimki şişeyi kırmış, ellerindeki cam kırıklarının arasında uzayıp giden şampuanın cıvıklığıyla oynuyordu. şampuan ve cam kırığıyla dolu ellerini (nedense kırmıştı şişeyi) birbirine yakınlaştırıp uzaklaştırırken büyük zevk alıyordu. arada kan vardı. bizim hayatlarımız gibiydi işte. böyle baskı altında bir şeyi öğrenirken ellerimizde kalmış cam kırıkları birbirimizi okşadığımda canımızı yakacaktı hep. sonsuz bir yakarış, sonsuz bir can acısı…” başka ne diyeyim… otuz yaşım, merhaba !
Onur Caymaz