Published Perşembe, Ekim 19, 2006 by borges defteri. 
İsrail’in içinden ve hala orada yaşayan yığınla aydın, duyarlı insan devletin resmi politikalarına itiraz ederek, tutum ve tavırlarını “sürekli barış, her zaman barış” tan yana sergilediler.
Sanmayın ki bu birkaç milyonluk nüfusun tümü “cahil cuhela”, “savaş yanlısı” falan bir halktır, aralarında binlerce duyarlı düşünür, bilim adamı, şair, yazar barınıyor.
Bilim, Felsefe, Edebiyat, Sanat, Düşünce tarihine “Yahudi” inancına bağlı bir yığın insanın yadsınmaz çok olumlu katkıları olmuştur, ama son 30 yıldır yöneticileri hep olumsuz imaj ve görüntüler sergilediler, oysa bunca zaman zarfında daha akıllıca ve zekice davranarak ve bölge barışını temel hedefleri arasına alarak yollarına devam etselerdi, çekişme, suni, paranoyak büyüme “takıntıları” yerine diyalogdan yana tavır alınsaydı, bugün bölge çok daha farklı bir dinamizmi çoktan yakalamıştı. Onca genç insan (ister İsrail’den ister Araplardan) hayatından olmazdı.
Bunca suçsuz günahsız insanın vebalinden kim kurtulabilir?
Olaylar ve bölge ile ilgili çok farklı bir bakış açısı sergileyenlerden birisi de İsrailli düşünür Avnery Uri’dir.
Olaylara ve tarih olgusuna olan derinlikli bakışını bizler hep önemsedik, onun tüm tavırlarını, yazdıklarını öncelikle bölge barışı adına önemli bulduk.
Son olarak Papa. Benedikt’in çıkışlarına karşı bir makale kaleme almışlar, bu çok etkileyici makalesine hiçbir yorum eklemeden değerli Borges Defteri okurlarıyla paylaşıyoruz.
İslam düşüncesi, inancı dışından olan bir sesin ilginç ve oldukça gerçekçi yaklaşımını “birileri” ve özellikle Sn. Benedikt ciddiye alırsa dünya barışı- huzuru ve “diyalog” adına çok büyük bir hizmette bulunmuş olurlar! Ama “şu an-şimdi” bulundukları düşünce katmanı adına pek umutlu değiliz. Esef verici, insanlığa sadece keder müjdeleyen bir kırılmanın eşiğinden nedenli hızlı uzaklaşırsalar etkin bir kurum adına gereğini yapmış olurlar.
Kant’ın "Akıl" gözlüğü, dar mercekli at gözlüğüne dönüşmesin. O Kant ki bir kez daha Bağdat sokaklarında “Kör” edildi!
Global güç odakları ve Ölüm-Savaş makinesi zihniyetlere yakın duruş, aynı anda kin-nefret-göz yaşına da göz kırpmakla eş anlamlıdır.
İnsan hayatından daha kıymetli bir hazine yoktur! Kime, neye inanıyorsak önce “aşk” dallarını okşamalıyız. Saygılarımızla,
BORGES DEFTERİYazının Tamamı: MUHAMMED'İN KILICI / Uri Avnery
Roma İmparatorlarının Hıristiyanları aslanlara attığı günlerden bu yana hükümdarlarla kilise ileri gelenleri arasındaki
ilişikiler bir çok değişikliğe uğramıştır.
M.S.306'da, yani bundan tam 1700 sene önce tahta çıkan Büyük Konstantin, Filistin dahil olmak üzere İmparatorluk
sınırlari içinde Hıristiyanlık ibadeti yapılmasını cesaretlendirecek bir tutum izledi.
Derken, aradan yüzyıllar geçti, kilise Doğu (Ortodoks) ve Batı (Katolik) olmak üzere ikiye bölündü. Papa ünvanını alan Batıdaki Roma Piskoposu İmparatordan kendi üstünlüğünü tanımasını istedi.
İmparatorlarla Papa arasındaki mücadele Avrupa tarihinde önemli bir rol oynamış ve halkları bölmüştür. Bu mücadelede iniş çıkışlar olmuştur,
bazan Hükümdarlar Papayı azletmiş, bazan Papa bir hükümdarı afaroz etmiş ya da görevden almıştır. Bu hükümdarlardan birisi olan IV. Henry [Fransa Kralı] Papa'nın kendisini bağışlaması için onun bulunduğu Canossa tepesine kadar giderek, şatosu önünde karda çıplak ayakla tam üç gün beklemiş, sonuçta Papa afaroz kararını kaldırmıştır.
Ama hükümdarların ve Papaların birbirleriyle barış içinde yaşadıkları zamanlar da olmuştur. Bugün işte böyle bir dönem
yaşamaktayız. Şimdiki Papa XVI. Benedict ile günümüz İmparatoru II. George Bush harikûlade bir uyum içindeler. Geçen hafta Papa dünya çapında yankılanan, büyük bir fırtına yaratacak sözler sarfetti. Bu sözler "Medeniyetler Çatışması"
savını doğru çıkarırcasına Bushun İslam faşizmine karşı Haçlı Seferi ilan etmesiyle tam tamına örtüşüyordu. 265. Papa bir
Alman üniversitesinde yaptığı konuşmada Hıristiyanlık ile İslam arasında büyük fark bulunduğunu, Hıristiyanlığın akla dayandığını, İslamın ise aklı yadsıdığını söyledi: Hıristiyanlar Tanrının yaptıklarında mantık bulurlarken, Müslümanlar böyle bir mantığın varlığını reddediyorlardı.
Ben ateist bir Yahudi olarak, tartışmanın polemiğine girmek niyetinde değilim. Zaten Papanın mantığını anlayacak kadar
yeteneğim de yok.
Gelgelelim, medeniyetler çatışması fayının çok yakınında yaşayan bir İsrailli olduğum için beni ilgilendiren bir noktaya
değinmeden geçemeyeceğim.
Papa İslamın kusurunu kanıtlamak için Muhammed Peygamberin, taraftarlarına dini kılıçla yaymalarını emrettiğini,
böyle bir şeyin akıl dışı olduğunu, çünkü dinin bedenden değil, ruhtan doğduğunu, bu nedenle kılıcın ruhu etkileyemeyeceğini söylüyor.
Savlamasını güçlendirmek için onca insan arasından Romaya rakip Doğu Kilisesi'ne mensup bir Bizans İmparatorunu
tanık seçiyor ve ondan alıntı yapıyor. 14. yy. sonlarında İmparator II. Manuel Paleologosun (adını bilmediğimiz) İranlı bir İslam aydınıyla yazışma yoluyla yaptığı tartışmada kaleme aldığı veya şifahen söylediği (bu nokta pek belli değildir) bir sözü aktarıyor: İmparator tartışmanın harareti içinde muhatabına şöyle demiş:
"Muhammedin hangi yeniliği getirdiğini bana söyleyin, eğer ararsanız, vazettiği dini kılıçla yaymayı emretmek gibi kötü ve
gayrı insani şeyden başkasını bulamayacaksınız."
Bu sözlere yakından baktığımızda üç soru akla geliyor:
a) İmparator niçin öyle demiştir? Söyledikleri gerçeğe uygun mudur?
c) Şimdiki Papa durup dururken o sözleri neden tekrarlamıştır?
II. Manuel yukarıda andığımız sözleri yazdığında can çekişmekte olan bir imparatorluğun başındaki kişiydi. 1391'de tahta
çıtığında Bizansın elinde sadece bir-iki bölge kalmıştı ve onlar da Türklerin eline geçmek üzereydi.
O sıralarda Osmanlı Türkleri Tuna kıyılarına varmış, Bulgaristanı, Yunanistanın kuzeyini almış ve Avrupanın Doğu Roma
İmparatorluğunu kurtarmak için yolladığı orduları iki kez yenilgiye uğratmıştı. 29 Mayıs 1453'te, yani Manuelin ölümünden sadece bir kaç yıl sonra Türkler başkent Konstantinopolisi (şimdiki İstanbulu) aldılar ve bin yıl kadar süren imparatorluğa son verdiler.
Manuel hükümdarlığı sırasında Avrupa başkentlerini gezdi, onlardan destek istedi. Kiliseleri yeniden birleştireceğine
söz verdi. Burada bahsedilen dinsel içerikli mektupların Hıristiyan ülkelerini Türklere karşı kışkırtmak için yazıldığı kesindir. Amaç gayet pratikti; teoloji politikanın hizmetine koşuluyordu.Bu nedenle, Papanın yaptığı alıntı tam da günümüzün
İmparatoru II.George Bush'un ihtiyacına cevap veriyor. Bush Hıristiyan âlemini Müslüman ağırlıklı Şeytan Üçgenine karşı birleştirme peşinde.
Ayrıca, Türkler bir kez daha (ama şimdi barışçı yoldan) Avrupa kapılarına dayanmışlar. Ve herkes, Papanın "Avrupa Birliği"ne Türkiyenin girmesine karşı çıkan güçleri desteklediğini biliyor.
MANUELin söylediklerinde gerçek payı var mı?
Papa o sözü söylerken kendisini güvenceye almış. Ciddi ve kendini yenileyen bir ilahiyatçı olarak yazılı metinleri
tahrif edemeyeceğini elbette biliyordu. Bu nedenle, Kuranın, dini zor yoluyla yaymayı özellikle yasakladığını da konuşmasında belirtmekten geri kalmıyor ve 2.surenin "dinde zorlama olmaz" diyen 256. ayetinden
söz ediyor (bir papanın yapmaması gereken maddi bir yanlış olarak, 257 yerine 256 demiştir.) Anlamı bu denli açık bir ifadeyi görmezlikten gelmek tabii ki, mümkün olamazdı. Papa, Peygamberin "dinde zorlama olmaz" emrini ilk
başlarda, yani henüz güçsüz ve zayıf olduğu yıllarda verdiğini, ama sonra kılıcı dinin emrinde kullanmayı emrettiğini ileri
sürüyor. Oysa, Kuranda böyle bir emir yok. Evet doğrudur, Muhammed devletini kurarken Arabistanda kendisine karşı olan Hıristiyan ve Yahudi kabilelere karşı kılıca başvurma çağrısında bulunmuştur. Ama Muhammedin o yaptığı siyasi
bir davranıştı, toprak kazanmak içindi,dini yaymak için değil...
İsa "başkalarını ne yaptıklarından tanıyacaksınız" demişti. Biz deöyle yapalım ve İslamı şu soruyu yanıtlayarak
değerlendirelim:
Müslümanlar bin yıldan fazla hüküm sürdükleri topraklarda dini kılıçla yayacak kadar güçlüyken, başka dinlere öyle mi yaptılar?
Hayır, yapmadılar.
Örneğin; Müslümanlar Yunanlılara yüzyıllarca hükmettiler, Yunanlılar [Rumlar] Müslüman oldular mı? Onları kimse
İslamlaştırmaya çalıştı mı?
Hayır çalışmadı.
Tam tersine, Rumlar Hıristiyan oldukları halde Osmanlı yönetiminin en üst kademelerinde görevler aldılar. Bulgarlar,
Sırplar, Romenler, Macarlar ve Avrupalı diğer bazı milletler şu veya bu zaman kesitinde Osmanlı idaresi altında yaşadılar, ama Hıristiyan inançlarına bağlı kaldılar.
Arnavutların Müslümanlaştıkları doğrudur, Bosnalıların da. Ama onlar İslamiyeti devletin gözüne girmek ve nimetlerinden
yararlanmak için kabul etmişlerdir.
1099'da Haçlılar Kudüsü işgal ettiklerinde şehirdeki bütün Müslümanları ve Yahudileri sevecen İsa adına öldürdüler. Filistin 400 yıldır Müslüman egemenliği altındaydı ve Hıristiyanlar nüfusun çoğunluğunu oluşturuyorlardı. Bunca uzun zaman zarfında onları İslamiyeti kabule zorlayan hiç bir teşebbüs olmamıştı. Ancak Haçlıların ülkeden atılmalarından sonra çoğunluk Arapçayı ve Müslümanlığı kabule başladılar, bugünkü Filistinlilerin pek çoğunun ataları onlardır.
YAHUDİLERE gelince.. Müslümanların, dinlerini onlara empoze ettiklerine dair hiç bir kanıt yoktur. Çok iyi bilindiği gibi;
İspanya Yahudileri Müslüman idaresi altında o güne değin, hatta nerdeyse bugüne değin, hiç bir yerde olmadığı kadar serpilip geliştiler. Şair Yehuda Halevy şiirlerini Arapça yazdı, büyük Maimonides de öyle.
Müslüman İspanyada Yahudiler bakan oldular, şair oldular, bilimci oldular.
Müslüman Toledoda Hıristiyan, Yahudi ve Müslüman aydınlar el ele vererek eski Yunanın felsefe ve fen metinlerini çevirdiler. O yaşanılan dönem gerçekten de tam bir Altın Çağdı. Bütün bunlar Peygamberin dini kılıçla yayın buyruğuyla acaba nasıl bağdaştırılabilir?
Sonra neler olduğuna bakmak yukarıda anlattıklarımızdan daha önemli.
Katolikler İspanyayı geri aldıklarında Yahudiler ve Müslümanlar dinsel bir terörle karşılaştılar: ya Hıristiyanlığı kabul
edeceklerdi, ya da kitle halinde yok edileceklerdi. Yahut da İspanya'yı terkedeceklerdi.
Hıristiyanlığı kabul etmeyip ülkeden ayrılmak isteyen Yahudiler kendilerine nerede vatan buldular dersiniz? Hemen
hemen hepsine Müslümanülkeler kucak açtı. Sefarad (İspanyol) Yahudileri batıda Fas'tan doğuda Iraka, kuzeyde(o sırada Osmanlı toprağı olan)
Bulgaristandan, güneyde Sudana kadar İslam dünyasının dört bir yanına yerleştiler, gittikleri hiç bir yerde suçlanmadılar,
kovuşturulmadılar. Engizisyon eziyeti çekmediler. Yahudiler pogramlara, kitle halinde korkunç tehcirlere ve Holocousta Hıristiyan ülkelerinde maruz kalmışlardır.
NİÇİN BÖYLE?
Çünkü İslamiyet, kitapta yazılı kavimlere her hangi bir şekilde baskı yapılmasını yasaklamıştı. İslam toplumunda Yahudilere
ve Hıristiyanlara özel yer vardı. Gerçi Müslümanlarla tamamen eşit haklara sahip değildiler,ama onlarla eşite yakın haklardan yararlanabiliyorlardı. Kendilerine kişi başına vergi [kelle vergisi] konulmuştu, ama bunun mukabilinde askerlik
hizmetinden muaf tutulmuşlardı ki, Yahudilerin hepsi bu alış-verişten gayet memnundular. Müslüman yönetimler, Yahudilerin güzellikle ve ikna yoluyla bile olsa İslamlaştırılmasına çok kızıyorlardı, çünkü o durumda devlet vergi kaybına uğruyordu.
Halkının tarihini bilen her dürüst Yahudi kendilerini asıp kesmiş veya kılıçla Hıristiyanlaştırmaya çalışmış Hıristiyan
dünyası yanında, Yahudileri elli kuşak boyunca himaye etmiş İslama şükranden başka bir şey duyamaz.
DİNİ kılıçla yaymak hikayesi kötü bir tevatürdür. İspanyanın Hıristiyanlarca tekrar fethedilmesi, Haçlı Seferleri
ve Türklerin Viyanayı almalarına ramak kalmışken püskürtülmeleri gibi Müslümanlara karşı yapılmış büyük savaşlar sırasında Avrupada yaygınlaştırılmış bir efsanedir. Papanın o masallara inandığını hiç zannetmiyorum. Eskaza
inanıyorsa, Katolik âleminin başındaki bu zat başka dinlerin tarihini öğrenmeye hiç çaba sarfetmemiş demektir.
Peki, şu halde Papa neden kamu oyu önünde öyle konuştu? Bushun ve evanjelist destekçilerinin yeni Haçlı Seferinin
ardındaki nedenleri anlamadan bu soruya cevap veremeyiz. Bush ve yandaşlarının sloganı İslam faşizmi ve Terörizme Karşı Dünya Çapında Savaştır
-ki,burada
terörizmden kasıt "Müslümanlar"dır.-
Bush ve hempalarının bu utanmazlıkları dünyanın petrol kaynaklarına hakim olmanın kılıfıdır. Tarihte bir kez daha din
kisvesi ekonomik çıkarların üstünü örtmek için kullanılıyor, bir kez daha haydutların seferi bir Haçlı Seferi oluyor.
Papanın konuşması işte bu gayretlere uygun düşüyor.
Doğacak korkunç sonuçları ise kimse tahmin edemez.
Kaynak: http://zope.gush-shalom.org/home/en
URI AVNERY KİMDİR?
1- 1923'te Beckumda doğdu. 1933'te Filistine giderek Helmut Ostermann olan adını Uri Avnery olarak değiştirdi, siyasi
faaliyete girdi.
2- 1938-42 yılları arasında sağcı-siyonist akeri örgüt Irgunda yeraltı çalışmasında bulundu.
3- 1948 Arap-İsrail savaşına asker olarak katıldı.
4- 1950'den 1990'a kadar sahibi ve başyazarı olduğu "Haolam Haseh"i çıkardı.
5- Israil Parlamentosu Knessette üç dönem (on yıl) milletvekilliği yaptı.
6- Gençliğindeki siyonist fikirleri bıraktı, Siyonizmsiz Israil sloganını ortaya attı.
7- 1993'te Gush Shalom (Barış Bloku) adlı İsrail barış inisiyatifini kuran Avnery, yorulmak bilmez bir
barış eylemcisi olarak mücadelesine devam etmektedir.
Aldığı ödüller:
1- Osnabrück Erich-Maria Remarque Barış Ödülü (1995),
2- Aachen Barış Ödülü (Gush Shalom inisiyatifiyle birlikte 1997),
3- Bruno Kreisky İnsan Hakları Ödülü (1997),
4- Nobel Barış Ödülü adaylığı (2001),
5- Carl-Ossietzky Ödülü (2002),
6- Lew-Kopelew Ödülü (Filistinli Sari Nusseibehle birlikte 2003).
Başlıca yapıtları:
1- İbrani Devriminin Çocukluk Hastalığı Terörizm (1945),
2- Sami Bölgesinde Savaş mı,Barış mı? (1947),
3- Madalyanın Öteki Yüzü (1950),
4- Gamalı Haç (1961),
5- Siyonistsiz İsrail (1968),
6- 1'e Karşı 119(Avnery'in Knessetteki konuşmaları),
7- Dostum Olan Düşman (FKÖ ile görüşme--1988),
8- Lenin Artık Burada Oturmuyor (eski SSCB ve eski sosyalist ülkelere gezi notları 1991),
9- İki Halk, İki Devlet (Avnery'le söyleşi--1995),
10-Kudüs Sorunu (Uri Avnery ve Azmi Bişaranın Israilli ve Filistinli 11 tanınmış şahsiyetle söyleşileri 1995),
11-Barışa Adanmış Bir Yaşam (İsrail ve Filistin üzerine dobra dobra yazılar 2003)
Published Çarşamba, Ekim 11, 2006 by borges defteri. 
AYNANIN ARKA YÜZÜ1.Bölüm
Her yerde görebilirsiniz onu. Bir aidiyet fotoğrafı gibi baktığı yerin
rengini, bulunduğu yerin biçimini yansıtan o mimesis bakışları. Gün
ışığına gecikmiş bir ikona gibi aynanın hep ön yüzünde görmeye
çalıştığı aksinin ihanetine dayanamadığı için çoğu kez aynaların
arka yüzüne taşınmayı yeğlemiş kadın bakışlarını. Kendisini olduğu
gibi değil, olması istendiği gibi görmeye alıştırılmış kadın
suretlerinin bulanık çizgilerini... Aynanın ön yüzünde o çizgilerin
dışa vuran hatlarına hemen hemen bütün toplumlarda şablonlar
çizilmiş. Böylece bütünselliği paramparça edilerek flu bir düzleme,
alacakaranlığa saçılmış ve bu parçalardan sadece biri ya da bir
diğeriyle tanımlanmış bin yıllardır.
Baktığı aynalardan kendisine yansıyan görüntü kendi bütünselliği
değil, kendi gerçek sureti hiç değil.
Sanatta da durum hiç farklı değil. Kadın hep erkeğin –Ya da
sistemin- görmek ve göstermek İstediği kalıplar içinde. Ve de şiirin,
resmin, kısaca sanatın nesnesi konumunda.
Nedense insan/kadın gerçek dünyadan sonsuza dek dışlanmak
istenmiş sanki. Tarihsel süreçte, bilgilerine yeterince
erişemediğimiz ilkel/komünal toplululuklarda, bilebildiğimiz
kadarıyla durum farklı. Antik çağlarda yaradılış özelliklerine bağlı
bir işbölümünün söz konusu olduğu biliniyor. Maden çağından
itibaren, özellikle de mülkiyet kavramının devreye girmesiyle
birlikte kadının konumunu yitirerek, tanrıları ve peygamberleri
nedense hep erkek olan dinlerin de etkisiyle erkekler dünyasında
köleleşme sürecine giriyor. Ardından kutsal aile imajı ve kadının
dört duvar ardındaki yaşam biçimine mahkum edilişi. 17. Yüzyıldan
itibaren de kadının konumunun genel kabulü ve bu imajların bir
takım sembollerle sanatta (özellikle resim sanatında) ifadesini
bulması. Ana/Meryem (saygınlık/özveri simgesi), güzellik
simgesi/Venüs (estetik simge) Fahişe/Magdelena (günahkarlık
simgesi). Bu sanat ürünlerinde, kadına biçilen rollerin (giydirilen
maskelerin) estetik değerler yardımıyla kabul görmesi, toplum ve
kadın tarafından içselleştirilmesi süreci.
Oysa kadın, hem iyi hem kötü. hem aziz hem günahkar. Yani, insan
işte. Estetik bir varlık belki, ama estetiğin sadece nesnesi mi?
Parçalanan da aslında görüntüsünden
çok kadının özne/beni, insan kimliği.
KÜLTÜREL ALAN, ŞİİR VE KADIN
Günümüzde, (modern yada öyle olduğu varsayılan toplumlarda)
mazruf ayni zarf değişik. Hepimizin malumu olan nedenlerle kadının
sokağa( tabi izin verildiği ölçüde, hele bir kadın Beyoğlu’na gece
vakti bir başına çıksın bakalım!) çıkması, sokakta akıp giden
yaşama dahil olması, toplumsal üretime katılması bir ölçüde
mümkün olmuş.
Ama sokak yine erkeklerin egemenliğinde.
Karar mekanizmaları da öyle.( Şimdi burada, üst düzey yönetimdeki
ya da parlamentolardaki kadın oranından söz etmek istemiyorum.)
Kültürel alan öyle değil mi peki?
Birleşmiş Milletler bünyesinde yapılan bir araştırmaya göre,
dünyadaki işlerin onda dokuzunu kadınlar üstlenmiş, buna karşın
mülkiyetin sadece dörtte biri kadınlara ait. Yani kültürel bağlamda
kendini var edebilmesi çok zor kadının. Malum, parayı veren düdüğü
çalar. Bir başka deyişle “arazinin yüzde doksanı sular altında” Kur
bakalım binayı kurabilirsen.
Bu süreçte ilginç olan başka bir olgu var ki, o da –Özellikle
ulaşabildiğim kaynaklarda- kadınlar tarafından yazılarak günümüze
ulaşan şiirlerde- içselleştirilmiş bu rollerin dışında kendini ifade
edebilen kadın şair çok az. Hep bu rollerin gölgesinden seslenmiş
kadınlar dünyaya. Sapho gibi ya da Çin, Japonya, Mısır vb. ülkelerin
şiirinde önemli yer tutan kimi kadın şairlerin çoğunun ortak özelliği
olan ve bu ülkelerde toplumsal bir kurum olarak benimsenmiş
fahişelik mesleğini icra eden Courtesan’lar gibi istisnalar yok değil
ama genel eğilim böyle. Batıda işleyen bu sürecin, doğuda dinsel ve
kültürel alanların içinde ayni mealde devam ettiği görülüyor.
Uluslararası alanda tanınmış ve ülkemizde de kendisine bir şiir
ödülü de verilmiş olan bir şair (Adonis); “Kadından şair olmaz”
diyor. Her kadından şair olmaz tabi, her erkekten şair olamayacağı
gibi. Ama o düzeyde, üstelik şiirle uğraşan biri, bunu rahatlıkla
söyleyebiliyor. (Ülkemizde Adonisgillerden hayli fazla, bilindiği gibi)
Adam kadını nesne konumunda görmeye öylesine alışmış ki, onu kol
düğmelerinden ayıramıyor bir türlü.
Listeyi uzatmak mümkün. Sözel edebiyatın, en ilkel topluluklarda
bile, (Kızılderililer, Eskimolar, Afrika yerlileri vb.) üreteninin ve
taşıyanının kadın olduğunu, Yeryüzünde yazılı kaynaklarda yer alan
ilk şair ve yazarın M.Ö 3000’li yıllarda yaşamış bir Ay Rahibesi olan
Sümerli Enheduanna olduğunu, yine yazıya geçirilmiş ilk aşk şiirini
yazan kişinin de Sümerli bir şair olduğunu (Bu şiirin yazıldığı tablet
İstanbul’da bir müzede) öğrenme zahmetine katlanmadan “İnsan
yaşamının ilk anılaşan durumlarının aktarıcısının da erkek olduğu
biliniyor. Kadın dönüştürücü değil, nedense koruyucu olmuştur.”
diyebiliyor bir başkası. Kendi renginin, biçiminin ne ve nasıl
olduğunun ayrımına varmayı istemek,yansıtan değil, gösteren
olmayı bilmek. Binlerce yıl sokaktaki yaşamın ve yazınsal kültür
alanının (istisnalar kaideyi bozamamış) hep dışında bırakılmış,
üretime sadece hizmet içeren rutin işler bazında katılmasına izin
verilmiş, bu nedenle de düşünme yetisi sadece bir pencerelik
açılabilmiş biri için, bu ne kadar da zor! ...
devam edecek...
Ayten Mutlu / Defter Yazarlarından
iletişim:borgesdefteri@yahoo.com