



Enis Batur ile Gece Söyleşileri (5)
Sayın Hamid Farazande’nin anlayış ve hoşgörüsüne sığınarak…


20- 27 Ağustos 2005
Bu alandaki uzmanlar (veya kurumlar) her kimse henüz çıkıp sahte olma iddiası altındaki eserlerin incelenmesi bir yana bunların hangileri ve kaç tane olduğu için bile bir girişim başlatılmış değil.(en azından şu ana dek) Bunları sergileyen ve kataloglayan müze olduğuna göre bu incelemeleri yapıp tartışmaya bir son vermesi gerekmez mi? Müze eğer bunu yapacaksa bir sorun görülmüyor demektir. Şayet yapmayacaksa söz konusu eserler hakkında kamuoyunun düşüncesi ne olacaktır, sahte mi, gerçek mi? Yoksa sahte olanlara (eğer varsa tabi ki) bir meşruiyet mi kazandırılmış olacak. Aslına bakılırsa Müze daha baştan, tercihini Türk resim sanatının en popüler ve en spekülasyona açık isminden yana kullanarak bu tartışmalara kucak açmıştır. Retrospektifi hak edecek onlarca sanatçı var iken, müzenin bu tür popülist eğilimlerle işe başlaması ne kadar doğru bir tavırdır? Her şeye rağmen bu sorumluluğun altından kalkabilecek tek güvenebileceğimiz kurum kuşkusuz müze olmalı. Müzenin sergilediği tutumlar ve izlediği politikalar kuşku yok ki onun selameti açısından tartışılmalıdır. Bunlar çağımızın ihtiyaçlarını karşılamıyor ve beklentilere cevap veremiyorsa değişime uğraması da kaçınılmazdır. Müzelerin güvenirliliği yapılan yanlışların diretilmesinde değil, bunlar karşısında geliştireceği inandırıcı tutumlarda saklıdır. Henüz yeni olan bu müzenin batıdaki emsalleriyle paralelliği noktasında ciddi sorunları ortada iken güvenirliğinin tartışılmaya başlanmasını talihsizlik olarak görülmek gerek. İstanbul Modern, artık kamuya mal olmuş bir kurumdur. Yönetim de batılı anlamda müzeciliğin kural ve teamüllerine uygun tepkiler verir bu paralelde yapılanırsa prestij kazanabilir. Değilse üçüncü dünyanın üçüncü sınıf müzesine kendi kendimizi mahkum etmiş oluruz. Bunu hak etmediğimizi söylesek bile.

1. Bölüm
Fikret Mualla ile ilgili tartışmalar, tıpkı küratörlük tartışmalarında olduğu gibi batı standartlarını tutturamadığımızı bir kez daha ortaya koydu. Bu yönüyle son dönemlerdeki kimi kıpırdamalarla girdiğimizi sandığımız yegane alan olan sanatta da Avrupa Birliğinin çok uzağında olduğumuz ve tartışma şeklimizle dokunduğumuz her şeyi “kendimize benzettiğimiz” ortaya çıktı. Tartışma tamamen teknik sorunlarla ilintili olmasına karşın hızla farklı bir mecraya kayarak bireyler arasındaki husumetlerin ortaya dökülüvermesine yol açtı. Olan da zavallı Fikret Mualla’ya ve biricik müzemiz olan İstanbul Modern’in prestijine oldu...
Bir çok kişi İstanbul Modern’e gölge düşmemesi ve onu korumamız gerektiğinden bahsediyor. Bu belki doğru bir şey, peki İstanbul Modern’in de bizim güvenimizi sarsan kuşkulu yapıtlara yer vermesi de doğru mudur? Güvenilir müze inancını sarsmayacak bir ciddiyet içinde aktivitelerini yapması gerekmez mi? Daha ne zamana kadar “bize özgü” bu oldu bittilerle karşı karşıya kalacağız?
Taraflardan birinin saklamayı tercih ettiğini karşı taraf deşifre etmektedir. Böylece bir taraftan bilinmesi arzu edilmeyen şeyler de açığa çıkmakta diğer taraftan konu saptırılmaya çalışılmaktadır. Ve tartışma gerçek mecrasından uzaklaştırılarak karşılıklı varlık savaşımına dönüştürülmek istenmektedir. Sahte resimler tartışılıyor zannedildiği ancak onun yerine grup ve bireysel çatışma alanı haline dönüştürülen bu mecra gerçek zemininden uzaklaşmaktadır.
Bu anlamda sahte yapıt suçlamalarına verilen cevap, bir trajediyi andırıyor. Müze yönetimi “biz bu üç küratöre de güveniyoruz” diyerek onlara olan inancını dile getirmekte. Diğer taraftan Küratörlerden birinin ise verdiği cevap, uzun bir mektup etiğinin demogojisi yapıldıktan sonra asıl suçlamalar konusunda “uzmanlık alanım değil” denilip, “bakış farklılığı”, “ticari kazanç” ve başka bir çok yönleri deşifre ederek konuyu asıl mecrasından ustaca uzaklaştırıyor. Sorun son derece açık aynı zamanda teknik bir sorundur. Fikret Mualla sergisinde sahte yapıt var mıdır? Yok mudur? İddia budur. Bunun araştırılması, tespit edilmesi ve sonucun kamuoyuna açıklanmasıdır asıl mesele. Bu tartışma, kuşku yok ki beraberinde başka sorunları da gündeme taşımıştır. Bunlar: küratör müze ilişkisi ve çağdaş bir müze kimliğinin nasıl olması gerektiği. Bunun yeniden irdelenmesi ve vazgeçilmezlerin belirlenmesi bir zorunluluktur. Örneğin küratör bu işin uzmanı değilim diyorsa, önüne konulan tüm eserleri sahte mi gerçek mi demeksizin sergileyebilir mi?. Sergilediği eserlerin Fikret Mualla’ya ait olup olmadığı hakkında sorumluluk duyması gerekmez mi? Açılan sergi bir galerideyse belki bunun üzerinde durulmayabilir ancak söz konusu olan bir müze ise işin ciddiyetinin farkında olmak gerekmez mi?. Çünkü insanlar müzeye sahteleri değil orijinal yapıt görmeye giderler. Bunu sağlamak ta yaptığı etkinlikle öneri getirdiklerini iddia edenlerin sorumluluğundadır. Belki hiç kimse bir küratörün, her sanatçı konusunda ekspertiz kadar bilgili olmasını beklemez; ama ortada ayyuka çıkmış ciddi iddialar varsa bunları kaale alması da gerekmez mı? Üstüne üstlük bu iddiaları dile getiren Fikret Mualla uzmanı olduğu düşüncesiyle kendisine Müze tarafından serginin küratörlüğü önerilmiş; ve yine söz konusu bu iddialardan dolayı sergiyi bıraktığını söyleyen bir kişiyse. Daha başlangıcından, bugün olup bitenler belli iken, ciddi bir kurum olmasını beklediğimiz müze ve küratörler böylesine belirsizliğe nasıl kucak açabilirler? Bu şekilde kuşkulu yapıtlara zemin yapılan bir müzeye nasıl güveneceğiz? Bu serginin yaratacağı tartışmaları anlamsız kılacak önlemler neden alınmaz? Eğer bunlar küratörün sorunu değilse bu soruların muhatabı kim olacaktır. Uzman olduklarını düşünerek sorumluluğu küratörlere havale etmiş Müze mi? Tüm bu sorular incir çekirdeğini doldursa da doldurmasa da bazı temel şeyleri bile maalesef yerli yerine oturtamadığımızı göstermektedir. Belki de bunları daha çok tartışacağımızı da... Bu da sanat çevremizin içinde bulunduğu açmazları gösteren hastalıklı bir ruh hali.
devam edecek...
YAZARI: Hayri Esmer
Nesnel Eleştiri ve Beatnikler
(2.bölüm)
Böyle bir metnin kendisini bize kolaylıkla açımlayabileceği söylenebilir mi? Nesnellik bir eserin kalbine inerken, çocukça bir coşku içindeki nefesi tutmak ya da ruhsal titremeleri bir spektrometre benzeri ölçmekse, bu sadece olgunluğun tarifi olabilir. Böylesine diyeceğim yok. Gerçekte durum böyle mi? Öyleyse, bu rinde giden yol nereden geçer diye sormalı metin. Eserin yüreğine ulaşmayı denerken, ‘’uzmanın’’ soluğunu tutması ise, ruhun kendisini kucaklayacağına, emin ellerde olduğunun fısıldanmasına rağmen cesaret gösterememek de olabilir, başka bir açıdan.
Sadeleştirirsek; şimdilerde yazım biyosferi arasında çok az avcı kritiğin/eleştirinin üretildiği söylenebilir. Boşluğu-yokluğu her geçen gün derinleşen eleştiri kurumunun sanatın tüm kulvarlarından bilerek, isteyerek el ayak çektirilmişliği de başka bir vakıa olarak ortada durmaktadır. Cavit Mukaddes’in Cey Sanat’ın geçen sayısında editörden başlığıyla değindiği ve Derrida’dan alıntılayarak, sanat dergilerinin çoğunluğunu işmar etmek üzere ‘yüzeysel konu, içerikte yol almaları, dillerinin de doğal olarak yüzeysizleşmesi’ dediği noktadır burası. Hep bir giriş havası sezilmez mi öylesinde, bu seçili bir tercih de değildir üstelik. Yani şu bitirilemeyen, okuyucunun zihninde yeni bir biçem arayan ya da kendi kendini yıkan metinlerden değildir bunlar; salt aktarıcılardır, sıradan bir haberin, raporun dilnişinlikten uzak üslubuna yakın sesleri, müzikleri vardır.
‘’Kapitalizmin Üvey Evlatları’’ yakıştırmasının muhatapları, bu yaftayı taşımak isterler miydi, sanmam. Böylesi bir çıkarsama, eleştirdiğimiz anlamda nesnellikten uzaklaşmayı deneyen bir tarzın imlenmesi babından bir duygusallık yükleniyor görünebilir. Ne yazık ki, bilinçli bir tarafgirlik değildir bu. Aslında kişisel yorumları, kanaatleri içermeyen alıntı başlıklarıdır tümü.
‘’Beat’’ edebiyatının temel metinlerini okumak, bir eleştirmen için yeter koşul mudur ya da Dada’nın manifesto külliyatını. ‘’Olmadıkça’’, deney imlemedikçe, ola ki, deneylense bile, müphemliğin aşınmazlığı bilgisi bir oksijen tüpü olmalıdır metne dalışta. Burada kastedilen bir istiare olarak Elea’lı Zenon’un Aporia’sı değildir. ‘’Kaybetmeyen’’ bir eleştirmenin, araştırmacının imdadına hangi disiplin yetişirse yetişsin, hep uzak bir mefkure olarak kalır eser. Kesin olanı, araştırmasına konu ettiği sanat alanında karar kılan eleştirmenin bu seçimi bir nedene dayanmalıdır. Öyle ya, itkiniz yoksa, bilginiz de olmaz. Bu seçimde muhtelif nedenler başattır elbette. Eylediklerimizi çevreleyen kanaatlerimiz, varmayı çoktan tasarladığımız sonucu belirleyebilir. Bu sonucu sarsılmaz doğrunun fenomeni olarak algılayan zihin, beden-fiil aracılığıyla kendi tasavvurunun militanı olur daha sonra. Görünen o ki, niyetler, nedenler, sonucu, kaliteyi belirlemektedir. Eleştiride, tedbirliliğimizin korkaklık, acımasızlığımızın duygusallık, şirinliğimizin kıyıcılığımızı gizleyebileceği, bunun da aynı acıları tekrar çağıran edebi bir Samsara olabileceği bilgisi, ‘’nesnelliği’’ klinik tanımından çıkartıp, doğru yere konuşlandırabilir.
Her şeyi deney imleyebilir miyiz sorusuna cevap verebiliyor olmamızda düğümlenir tüm yazı ki, kendi cevabımı verip, yazının dümen suyundan ilerlemek istiyorum. Burada tek bir cevapla, birden fazla soruya cevap verebilmek gibi bir fırsatta bulunuyor. İlki, temel seçim noktalarındaki kriz anlarının nasıl atlanabileceğidir, böylelikle ana düğümün özüne nazar edile bilinir. Doğmayı seçmiş eleştiri, taşıyıcısındaki bir ‘’marazi’’ alanı acıtmalıdır. Yani, kamuya açılmazdan evvel, yetkin, manevi olduğu kadar felsefi bir iç konuşma dilidir buradaki, ‘’konuyla’’ çekişen, kavgalı olan. CM'nins’in kuramın yumurtalarının güvende, çatlamaya hazır beklediğini söylediği yuva burasıdır, başka bir sise kanat vurmak üzere. Süreklilik ise, sanatçının deneyimlerinin ödüllendirilmesini beklemeden nükleer bir çiçek misali saçılıp, tozlaşması demek olan çile yoludur. ‘’Şizofreni’’ bir tenkitçinin durmaksızın edinmesi gereken bir ‘’illettir’’ ki, en büyük damarı çileci aktörlerde bulunur.
A priori’yi, hikayeleri (nedensellik, zorunluluk) ve ayrışmalarının tarihinden başa doğru sürükleyerek kaynakta sıkıştırmak, işte tek yapabileceğiniz… Bunun dışındakiler, bir haber spikeri olmaktan öteye gidemezler. Alıntıları belirtmeden, alıntılarla doldurulmuş bir metin de, iyi kötü bir yönelime işaret eder. Ne ki, hangi dedikoduya kulak kabartmayı seçtiğimiz dışında ne teknik, ne de yorum babından bir fark getirmez. Yazanını silen, onun önüne geçen-örten bir metin, ebedi ya da prematüre olsun, çağın sapkın Pazar ekonomisinin simülasyonudur. Yazı kana karışmak ister, ‘’ben’’ den çıkar başka bir ‘’ben’’ de yaşam bulmaya çalışır. Ebediyet ancak böyle aktarılır.
Temel, çocukça hatalarımızı daha ne kadar görmezden geleceğiz… Yapıp etmelerimizin bir çoğu haksızcadır. Bana kalırsa, en büyük haksızlıklardan birisi de şu ‘’Beat’’ deyip, önlerinden umarsızca sıvıştığımız yomsuz edebiyatçılara, ressamlara karşı yapılanıdır.
‘’Bir leylak akşamında, Denver’ın zenci mahallelerindeki 27. Cadde ve Walton Sokağı’nın ışıkları altında, bütün kaslarımda berbat bir ağrı hissederek yürürken, beyaz dünyanın bana sunduğu hayatın, eğlencenin, karanlığın, müziğin ve gecenin bile yeterli olmadığı hissiyle keşke bir zenci (Negro) olsaydım diyordum.’’
devam edecek...
YAZARI:Cemil Atik



a work by atölye simurg(c)