Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



İki Mektup: Leon & Sufi.





Selam Sufi,

Arif  Damar'a gelsene bira içeriz, dedim, "çocuk muyuz, rakı içeriz" dedi.
Ben hala bira içiyorum. Sanırım seksen beşlik birine göre bira içmek zaman kaybı. Kestirmeden kafa bulmalı. Sapa yollar zamanımı daha çok alıyor. Mütemadiyen kayboluyorum. Bu nedenle biraya devam elbette.
İstanbul’daydım. İstanbul’dayım hala sanırım biraz. Pek kafalıca sayılmasa da askere gitmek, gitmemek için rapor sonuçlarını ve işlemlerin sonlanmasını bekliyorum,  Anakarada tuhaf bir çiftlik evinde. Şehirden otuzbeş kilometre uzak ve geceleri sadece kargaların sesi işitiliyor. Gözükmeksizin yaşamaktan, ya da yaşlanarak ölmekten memnunum. Bunun ne kadar süreceğini senin gibi ben de kestiremiyorum üstelik ve benim bu kez doktorum sadece yat diyor. Geçen gün kendisini bir kızım olduğuna bile inandırdım üstelik. Yeğenim aslında hakikatte fakat ne fark eder her ikisi de us yarılmasından ziyade sevgi karmaşası.
Pir-i Mugan hazretleriyle takılmak beni kendimden uzaklaştırıyor Sufi.
Bu yerli yerinde, düzenlice durduğu sanılan yerkürede hayatlar kesik, yüz yüzü görmüyor. Hiç komşum yok. Bu akyurt denilen kasabada. Hava alanına yakın gerçi hemen uçup başka diyarlardaki eski komşularımın suretlerine bodoslamadan dalabilirim fakat mecalim yok.
Dün uzun zamandır evin tuvaletinde kıstırdığım ve orada beslediğim fındık faresini canlı yakalayarak evin dışına bir yere bırakmak için tuhaf kapanlar icat ettim ve nihayet yerleri cilaladıktan sonra onun üstüne bi havlu fırlattım ve yakalayarak, karşıdaki derenin üstüne devrilmiş bir ağacın üstüne bıraktım. Eve dönerken beni izliyordu. Yavaşça arkamdan geliyordu hain. Oysa tıkırtıları beni mahvediyor. Tarlada sessizce yürürken tahammül etmeyi unutmuş bir kadından yeniden ayrıldığımı unuttuğumu anımsadım. Tarlalarda yürürken beni izleyen bu ihaneti benim yaparak onu evden attığımı söyleyen fareye geri git demedim. Dış kapıyı açık bıraktım içeri girdim. Şimdi yine evin en sıcak yeri banyoda. Kendine ait havlu dolu bir leğende su tasına sıçarak yaşamaya devam ediyor. Evet bi fındık faresi ki adını sen koy bu herifin, beni kadınlardan uzak tutuyor. Kadınlardan uzak tutan sadece fare değil elbette.

Romanı bitirdim nihayet. İngilizcesini de yazmaya başladım. Bir başkasına bırakmaya niyetim yok. Dokuz seneden sonra kimsenin var olduğuna inanmadığı bir romanı İngilizceye çevirmek beni baya eğlendiriyor.
Karamsarlık ve kötücül düşünceler ya da sıradan bilirkişilik oyunculuğu benimle yüzleşsen hiçte üstümde durmayan şeylerdir görürsün.
Her şeyin dışında hiçin içinde biraz daha iyiyim evet. Asıl nasılsın sorusunun yanıtı bu olmalıydı.
Benim için bir hırka çıkar üstünden.
Kendine iyi bak.

LEON FELİPE

 *******


Sufi:

Selam,

Diyorum, kendi kendime, hafif sesle:-kirli şeyleri, şehirleri unutmalısın.
-Ama nasıl?
Boş ver şimdilik, söylerken söz ölüyor.
Sonra bakıyorsun hiç kimseden, hiç kimseye esmiyor rüzgar,
İçimize-dışımıza ve acıya inat şairin adı üzerinde kırılan sular kan oluyor, ciğerimizi dolduruyor.
Şiirin, Şairin gücüne-hala- inanlardanım. Şair dostlarım bu görüşümü her ne kadar (özellikle bu günlerde)  benimsenmese de.
Küskün kaldırımların adı olsa da şiir, elin maskarasının maskarası olsa da, şırıltısı hala yakın düşüyor şiir sularının.

Şehrin büyük yalnızlıklarından sıkılsam ne çare?
Benim derdim bol gömlekli yaz derdi-özlemidir.
Gecenin en olmadık yerinin sızlaması gibi.
Oysa bak işte hayat devam ediyor dostum.
"Biz biliriz birbirimizi" der eski dostum, ben ilave ederim:
hiçbirzamansöylenmeyeceksözlerikırarımkantaşıyla!

+ not:
Romanını bitirmişsin, bu güzel haber, keşke okuyabilsek. Arif Damar’a gidersen en kalbi selamlarımı ilet lütfen, “Sur” desen bilir zaten, sakın Sufi deme küfür yersin, o beni hayattaki adımla bilir. Ömrümüz diyorum Leon, keşke Arif abi kadar uzun, verimli, üretken yaşasak .). Ben kendimde öyle bir ihtimal görmüyorum.   Allah uzun ve sağlıklı ömürler versin. Güzel insan. Çok şey öğrendim ondan. Bak yaşamda kaç noktada ortak yanımız varmış. Sevdiğin tüm şair, yazarlar benim de gezegenimdeler.
Herhangi bir sorun olursa ilk önce defter’e yaz, buradayız, eksilsek, azalsak da hala bir kalbimiz var, edebiyatla uğraşanın başka dostu olmaz, biz yeteriz birbirimize, içeriden ya da dışarıdan ve hiç tanımadığımız olsun. Bunu sen iyi bilirsin. İnsanı özlemektir gaye, o kolay olmayan ve bulunmaz olan.
Ben çaycıyım Leon, arada da kahvenin kokusuyla dolduruyorum ciğerlerimi, alkol yok.  Yani hastalık vs, durumu biliyorsun.


Sufi.


Kibele /// Ulus Fatih



Çağımızın modernitesi içinde, üzünç yayan, masum bir bakış, onun güzelliğini süsleyen yıldız bahçeleri gibi pırıltılar yayıyor. Dokunsan kırılacak. Onun gözlerinde neler var, Havva'nın düş kırıklığıyla cennetten kovuluşu ve bizleri doğuruşunun gizençli aurası, bir mamutun önünden, ilk insanın kaçışı, ormandaki yaprağın kımıldayışı, Etrüsk'ün dişi kurdunun Romülüs'ü emzirişi, Kleopatra'nın Tarsus plajlarına gelişi, Atina'da ilk şehir devletinin kuruluşu, bir fatihin İstanbul'u alışı, Taç Mahal'in altın pencerelerinin parıldayışı, Mari Antuvanet'in giyotin penceresinden bakışı ve Labrador'un sularında balıkların dağılışı...
Bir astronot aydan yalnızca Kibele'ye bakabilir. O gözler, bir alefti. Bir bakışta dünyanın döndüğü ve fanusu riyalde tüm olmuş, olmakta olan ve olacakların görüngüsü... Tanrının yeryüzünü yedi günde yaratışı, meleklerin günah defterini sırtlayışı, şeytanın Adem'i aldatarak, yaratılanın özgürlüğü tadışı ve ölümsüz Kibele'nin bir şişeye sığacak kadar küçülerek, sonsuzluğa akışı...
O cennetin zevk bahçelerinden süzülerek gelen bir cinnetti. Güzelliğin acıları ve kefaretiyle süslü bedeni, bir yalnızlık anıtıydı bu yüzden. Delphoili kahinler her anımsayışta onun bedenini kutsar, renkli balıklar yüzerek şafak söküntüsünden çıkar, okyanuslara doğru yelken açardı.
Gözleri dünyayı anlayamamışlığın kederiyle yanardı, dudakları anlaşılmaz bir pişmanlığın izleriyle kıvrılır, açık ağzından, elmas gibi parıldayan dişleri arasından, savaşların, açlıkların, mülkiyetin kırbaç izleri ve otoritenin kanlı sunaklarından sızan ve tanrının dişleriyle öğüttüğü bir kaplanın hayaleti bakardı.
Kibele, dünyamızın bir panoraması, yazgılarımızın ortağı, mutluluk ve sevinçlerimizin, pişmanlıklarımızla, gurur ve kibrimizin bir yansımasıydı.
O hiç bir zaman hiç bir tenin değmediği dağ gölleri, gökyüzü çiçekleri, İsa'nın son bakışı, Meryem'in umarsız çığlıkları ve Himalayalar'da görülmeyen o biricik canlının, düşledikleriydi...
Tanrım, senin sonsuz vaatlerin ne işe yarar, meleklerin neden görünmez, şeytan neden sağ elindir, evren alabildiğine dönerken, dünya neden yer değiştirmez, neden bir yinelemenin tapınağında, aynı dualar, aynı dilekler ve aynı sızılar eşliğinde, yüzyılların içinde yitip gideriz, neden bir çığlığın yortusu, neden gözyaşının serenadı ve neden ateş tapınaklarının içinde, ölüp gidiyoruz biz.
Kibele alın yazımızın toplamıydı. Bakışlarında sonumuzu görüyor, dudak kıvrımlarında yazılmışları okuyor, gülümsemesinde umudun uçurumlarını ve ufukların yükseltisinde, bir gül bahçesinde dolaşan ceylanların şarkılarını dinliyordum.
İçin için ağlıyordum ben, sonsuza dek sürecek bir tutsaklığın çemberinden çıkmak isteyen Adem, babasız bir çocuğu çarmıhında yitiren Meryem ve tanrının kollarında bütün umutlarını, bütün yanılsamalarını, beklentilerini ve tüm yaşadıklarını, artık unutmuş olan bir gezegenin evladı gibi.
Kibele etkiliyordu beni, konuşmadan söyleyen, bakmadan gören, dokunmadan şifa veren bir melek gibiydi o, ruhumun dolambaçlarında ona sarılıyor, gecelerimde çığlıklar içinde uyanıyor ve Kibele diye uçsuz bucaksız karanlıklarda ve uçurumlara yağan yağmurlarda yitip giderek, son soluğum da, yalnızca mevsimleri değişen ve bir yineleme olan, ölümlü dünyamıza dönüyordum...
Salt acıların, kederlerin ve sonsuz çığlıkların dünyası değildi bu, bir körpenin beşiğinden bakışı, bir suyun kımıldayışı, bir çiçeğin taç yapraklarında kelebeğe sarılışı, etin kanla, ekmeğin şarapla kucaklaşmasıydı gördüğüm...
(Gerçekte benim için bir cehennem çiçeği miydi dünya, düşünmekle cezalandırılmış iki ayaklı müritler, her şeyin yanlışlanıp, doğrulanabileceği bütünlükçü var saymalar, yeryüzüne bir türlü alışamamışlığın melankolisiyle savrulan Kibeleler, hiç bir şey beklemeden sevecenliğe kollarını açmış, tüm kozmosu kucaklamaya kalkışan periler...
Şimdi Kibele kim bilir nerelerdedir diye sık sık sorardım kendime, biliyorum bir gün bu dünyadan göçüp gideceğim ve kalbimin içindeydi bir zamanlar o diyeceğim... Ama işte, artık ben yokum ve o sonsuz bir yalnızlıkta mı, yoksa ben mi uçsuz bucaksız bir uçurumda mıyım diye bakar dururdum karanlıkların içinden, bir umudun yelkeninde, uzakları gözetleyen bir forsa, dünya tutsağı olmuş bir kıtalar korsanı ve her şey ve hiç bir şeyin acılarında, son iç çekiş köyüne varmış bir günahkarın, umarsız kollarındayım sanırdım kendimi...
Neden umutsuzuz biz, neden hem yüzüyor ve hem ağlıyoruz ve neden hep aynı ütopyaların, hep aynı dünyaların özlemiyle, hep aynı sözcüğün, hep aynı yinelemenin eşiğinde, aynı rüzgarın sürüklenişinde solup gidiyoruz biz Kibele..

Her şey bir masal gibi, bir gün ona dedim ki, seni anlatacağım ama, o sen olmayacaksın, çünkü insan denen varlık ancak kendini anlatabilir, demek ki o, sen değilsin, ama gerçekte orada ki, bil ki bendeki sendir, öyle değil mi, gerçekte sensin o, ama o sende vücut bulmuş bir ben olacaktır yine de, demek ki sen değil o, ama yine de, bende kendini bulabilirsin, öyleyse evet, o sensin, ama gerçekte sen ve ben aynı kişiyiz, yeryüzünde ve tanrı indinde, öyleyse ben senim, sen de ben ve biz 'Hiç Kimse'yiz ne yazık ki Kibele, dedim...
Artık onun buhranlı güzelliği ve baş döndürücü etkisi anlağımda yitti, öznelliğini yitirdi, onun karşısında başımı öne eğiyorum, savaşı kazanmış ama ruhunu yitirmiş bir Achilleus gibi, söz kılıçtan daha büyüktür şimdi... Kibele beni ehlileştirdi.
Karşılıksız bir aşktır edebiyat demiştim ona, göklere yükselen ayetler yazmak, bilinmeyenin ve hep yinelenenin kollarında, umarsızca kilimler dokumak, Penelope gibi taliplilerin yüreğine bakarak, göz yaşı döküp durmak... Bilinmeyen bir yüz, görünmeyen bir dünya, sonsuz ve anlamsız bir yalnızlığa adanmış, bir körün şarkısı gibiydi edebiyat.
Düşünsel anlamda dünya, aşkın, ölümün, yaşamın ve zamanın tarihidir. Yaşam ve aşk gerçekte, yalnızca neşe verir, bir tutam kederli ot. Nedir ki, ölüm ve zaman ürkütücü ve sarsıcı bir düşün kozmik yansımasıdır, zaman sonsuzluğu içerir, ama parçaların bütünlediği kapısı yalnızca ölüme açılır, ölümde bir tür sonsuzluktur ve o da bir zamana açılır, bir dolayımın kollarında, işte her şey oracıkta tanrıyla bütünleşir ve tanrıyla vücut bulur. Aşk ve yaşam tanrının bir prelüdü, ölüm ve zaman da onun pişmanlığının ağıdıdır. Sonuçta varlık dediğimiz, tanrının bir parçası ve giderek tanrılaşan bir tözün yansımasıdır. Tüm gördüğümüz bir tanrının ve bir düşün adıdır, düşüncenin elem bahçelerinde gördüğümüz, Hieronymus'un resimleri, David Friedrich'in izlenimleri ve Karakalem'in büyüleyici gölgeleridir...
Yazacak hiç bir şey kalmadı artık diye düşünürüz zaman zaman... Düşlerinin ve yazının sınırlarına vardığını tasımlayan, gücünü yitiren ve bir bitkinlik içine sürüklenen senarist, baş parmağını kalemtıraşın içine sokuyor ve çeviriyor bir İtalyan filminde... Bizde yazacak konu kalmamış artık diyen yazarlar gördüm.. Sonraları bunun bir çözümü olabileceğine karar verdim ne yazık ki. Yazmak zamanla salt bir iç yolculuğa dönüşür ve sonsuzlaşır. Diyesim yazan kişi, örneğin bir tablo adına yazma sınırlarının sonuna ulaştığında veya bir yinelemeye dönüşeceği korkusuna kapıldığında, resimden çıkmalıdır artık. Nereye... Tablodan hareketle çocukluğuna, evrene, tanrıya veya zamana doğru yolculuğa çıkabilir, bu sütunlarda belki yapılamayabilir ama yazmanın da gerçekte her şey gibi sonsuz olduğunun anlaşılması gerekir, çözümsel, yararlı bir yaklaşımdır bu. Diyelim ki o resim bana, inanılır gibi değil ama, ölü bir köpeğin trajik sonunu anımsatıyor. İşte buradan ölüme geçebilirim artık, çocukluğumda bizi bırakıp giden köpeğimizi anımsayabilir, oradan tanrıya uğrayabilir ve Heraklit'in ırmağında, kısır ve kısıtlı düşüncelerimin son iç çekişine tanık olabilirim.
Panta rei...
Bir kesinleme olarak ileri sürülebilir ki, görüngüde sonsuza dek düşünceler üretebiliriz, bilinir ki, Mona Lisa için yazılanlar Mona Lisa'nın sosyal varlığını çoktan aştı ve artık o başkalaştı belki de, bir şey üretemez hale geldiğimizde, böyle bir tür yazının ortaya çıkma olasılığı gibi, bilmeliyiz ki edebiyatta sonsuzdur, zaman sonsuzdur, ölüm bir sonsuzluk biçimidir ve her şey bir sonsuzluğun parçacıklarını barındırır içinde. Sürgit Hades'in sisleri arasında dolanan hayaletleriz biz, ne ölüyüz, ne de diriyiz.
Gerçekte, yaşam, bir gülümseme, acılarımız, bulut, çiçek, tanrılarımız ve her şey bir sonsuzluk kategorisi içinde, düşünsel evrenimizde gezinir dururlar. Düşlerimiz bitimsiz olabiliyorsa ki öyledir, her şeyde, somut ve soyut olanda, bir sonsuzluğa açılan düşsel kapılarımızdır. Borges bu konuda o kadar ileri gidiyor ki, Don Kişot, harfi harfine, tıpatıp yeniden yayınlansaydı, dünyamız için, o bir önceki, yarı bildik Don Kişot olamazdı. Çünkü algı sınırlarımızın değişeceği, biçimlerimizin yenileneceği ve düşünsel ufkumuz, periferimizin, o dönemin düşünsel yapısıyla hiç bir bağı kalmayacağı için, bütün bütüne kavrayışımız değişecek ve Don Kişot, bildiğimiz algı kapılarından uzak, bambaşka bir kitap olacaktı der. İlginç bir açın. Biz, bir dostumuza iki kere nasılsınız dediğimizde, ikisi de ayrık anlamlar içerecektir, dünya bir an bile aynı dünya değildir, yazma sıkıntısı düşünsel bir anomali olamaz, bedeni bir gerçekliktir o ve ruhumuz yazmak ve yazmamak konusunda seçilmiş bir saplantının tutsağı olabilir ve belirsizlik ilkesi, dünyamıza egemen olan bir cennet kuşu olarak, üzerimizde uçar durur ve hiç bir şey bu anlamda gerçek ya da bir gerçeğin uzantısı değildir.
Dünya bir jimnastik salonudur, mujiklerin ispinozu ağlayarak uçar, pars ötüşlü bir kedi, Dante ağacının yaşlı tüyleridir ve şu nükleid yaratık Mars'ın arslanıdır. O, II. Savaşta Nazilerin konserve yaptığı canlıları, komşularına sattığını söylüyor, tanrı gülüyor, şeytan köpürüyor, Kibele'miz ağlıyor. Hibrit bir dünya bu, serotonin ve endorfin mutluluğu kovalama formülü ve mutluluk yoklukta ki Tuba ağacı!..
Kristal bir vazo gibi sözcüklerin, düşerse kırılır diye korkuyorum, seni öpmek kuş tüyüne yüz sürmekle eşdeğer olmalı, datalardan bileşik bir canlının düşleriyiz ha!.. Birilerinin diktiği Stonehenge kayaları, Vendome sütunları gibiyizdir belki de....
Sessizlikte bir müzik türüdür Kibele... Pollock'ta kaotikti ve tıpkı başkaları gibi bir açınlama üretildi resimlerine ve aramıza katıldı, sonuçlar nedenlerden önce geliyor artık, her şey bir yineleme...
***
(Ey sen zalimsin dediğim, yılan derisi giysilerinle dolaşmak, iç dünyanızın barbar düşlerle dolu olduğunun kanıtıdır. Korkuyorum, bir güzellik zırhıyla, bir kurban arıyorsan o ben olabilirim, bloody mary içebiliriz karanlık odamızda, derin gözlerin cehennem meleğiyle sevişmek için oldukça güzel, kalp kalpten sonra, beni yemeyeceğine söz ver, palyaçolar kanibalisttir ve yaşamdan tiksinti duyarlarmış, anlıyorum ben, sağaltımın başlaması için Konstantinapolis'e gel, sunağımda gırtlağının tadına bakacağım, seni ehil bir kısrak yapacağım, kanın çok tatlı senin, dilimi yakıyor. ama gözlerindeki duygular nasılda kışkırtıcı, ikimizden biri örümceği yiyecek, çünkü başım dönüyor, kanım akıyor ve gözlerin, kılıç suyunun içinde geziniyor, dünyamız Monet'nin Mosnier Sokağı'nı özlüyor.
Yapıtlara bakıyorum üzülüyorum. Çünkü Hint sanatının gücü dünyamızda tanınmıyor, sanata batı skalası egemen. Hindistan'da, tanrı yeryüzüne inse, yaprak kımıldamıyor, daha adil bir dünyanın gerçekleşmesi gerek, sanat bunun için var ama görüyorsunuz, o gerçeklere boyun eğebiliyor. Bir paradoks. Birbirimizi tanımak için denetim noktalarından, sınır kapılarından geçmek acıdır sanıyorum, Pinky'le telepati arkadaşıyız. Bir virüse boyun eğiyor insanlık ve iki kişi hala buluşmak adına, sanalite tanrısının lütfuna dua ediyor. İnsanlık Kabil'den beri nicelik ve kategorik biçimde savruluyor, Uygarlık biçimimiz değişmedikçe sanat bir kategori. Hindistan, dünyanın kendisinden büyüktür diye bir söz var. Ama insanlık bir bebeğin adımlarıyla ilerliyor ve ne yazık ki bizleri kaotik bir gelecek bekliyor...
Ah bu manzarada, belirsizliğin hükmettiği, insansı varlığın yazgısında, kozmik sonsuzluğun ulaşılmazlığında, üzüm salkımları gibi, hiçlik damlaları gibi, görkünç biçimsellikte evreni süsleyen yaratılmışların trajedisini görüyorum.
Onlar bir buğday taneciği için kapışıyorlar, nükleer silahların gölgesinde, egemenliğin ve nihilizmin kucağında, kurbanlarını arıyor, uzayın sonsuzluğunda, umarsızca fetihlere girişerek, tanrıyı icat ediyor ve günahlarını şeytana havale ediyorlar.
İyiliğin havarisi kesilerek, kurbanlarını takdis ediyor ve beşiklerinde onların yavrularını vaftiz edip, bir ermiş, bir yalvaç kesilerek, arzunun karanlık nesnesinde, bir kışkırtıya kapılarak, sonunda, kendilerine yenilmeyi başarıyorlar ve son iç çekişin gölgesinde, sonsuzluğun yitimini ve ölümünü kabulleniyorlar.
Sonrasında, cennet ve cehennemlerini aramak bahtsızlığına düşüyor, ta ki tanrılarının işaret ettiği bir panoramadan, salkımlar gibi sarkarak, çarmıha gerilmiş İsa'nın havarileri, yoldaşları gibi sıra sıra diziliyorlar ve evrenin uçsuz bucaksız boşlukları, uçurumlara yağan yağmurları arasında, sonsuz bir üzünç ve bir yinelemeden başka bir şey olmadıklarını anladıklarında...
O'nun işaretiyle yeniden başa dönüyor ve o yarı bildik yolları tırmanarak, yeni maceralarına girişiyor ve sonsuz bir tutsaklığa mahkum olmanın kahredici umarsızlığında ve minicik bir manzarada, işte böyle boynu bükük ve dinmeyen özlemleriyle baş başa, yalnızlığın ve elem veren okyanusların bitimsizliğinde, yitip gidiyorlar!..
Düşünen varlık imgesi kendimizce bir yakıştırma. Kuşkuluyum ben, düşüncenin tanımı, olan biten şeyler olmayabilir!.. Ateş belki donduruyordur bizi. Varna şarabı içtik ve dünya dönüyor dedik mi, karanlıkta gırtlağına sarılırcasına gülümsedi...
Vezüv bir mitoloji, Pompei çok uzak yanardağa, pirinç beyazı bacakların, ehramın yüzü gibi duruyor, kuş kadarcık göğüsleri süt dağıtıyor, ibrişim gibi parıldayan incecik dudakların, gökyüzüne bakıyor, denizlere özlem duyan bir yelkenli gibi büzülecek o ve gözlerinin beyazı bulutlar gibi uçuşuyor sanısı verecekler ama onlar kefene sarıldıklarında tüysüz, kabarık bir tepecik gibi duran uterusun, son iç çekişle bakacak dünyasına ve diyecekler ki, tapınak fahişesi tanrıça sözünü tutsaydı, başımıza bunlar gelmeyecekti ve kahkaha atıyor neşeyle badem ağaçları ve çiçeklerini de kokluyor olacaktık biz...
Ve Golgota kemiğiyle vuracaklar başına, mezarda pamuk kalçalı şimdi doydun mu sikkelere diyecekler. Asimov gezmek düşlerle olasıdır diyor, yüzlerce dil bilen kılavuz kuş dilini bilemiyorum dedi. Aşk umutsuzluğun sevgilisidir zaten. Soruların tek yanıtı, sorulardır bu dünyada, tanrı sana üflediğinde bana gelebilir misin, benim olabilir misin ha... Sen tanrıça...)
'İndik sonra Venüs'üne./ Mehtapla süslü ayin, yarılan sulara, şarap rengi okeanosa ve / Dilek çekip, süzüldük ışıklı yosmaya. / Yükleyip döl yatağına pruvada, gövdelerimizi de / Şişelere sığan Sbyl şimdi, yorgun düşmüş, dibe vereceğim alyansı,/ Çekip götürsün bizi dünya, gemi gıcırtısı kalçalarına / Mikail'in işi bu, trivesti, bornozu süslü / Tavustan tepeli, yele verdik burnunu işte ve çöktük sonra tanrıçaya / Yürüdük çayırı, gerip yelkeni, batana dek gün / Gömüldü bitkin uykusuna, kapaklandı bir gölge tunçtan göğsüne / Vardı sonsuzluk kapısına, çok derin vulvaların / Çağatay Han'ın ülkesine ve cinlerle dolu kentlerine / Bürülü ipekli, sarı güneşten, ölgün serabı,/ Işıltısı ile döl ırmaklarının / Çekmiş yıldızlarını ve tepegöz bakan / En karanlık gece kaplamış, adam otu ayları / Geriye bakıp durduk gene, Canopus, sonra ulaştı Hades'e / Sonsuz Küs Aias'ın gittiği yere / Patroklos ve Paris kucaklaştı bizle, / Ve çekip can çubuğunu ortasından / Çukuru doldurduk Herakles boyu / Ve sunduk hayasızca kin dolu geçmişi / Bal, balsam, şarapla karılmış tin tözü / Yakardık sonra, göçmüş kaltakların atları / Atlantis'in ütopyası, kurbanlık haspaların / Ve daha bir yığın şey yığdık, kurtulmalık olarak / Bir cadıda kendi başında kervanın ve kara. / Boşaldı kara kan çukura / Girdi yarığa dülger balığı. Ruh aradı Avernus'u ve / İçtik Erebos'ta, kokuşmuş ölüsünü körpe etlerin. / Gençliğimin ve dölden yoksun yaşlılığım / Gözyaşlarıyla ıslak, baygın kokulu kızlar / Bir sürü nisan, demir uçlarıyla örseli mızrakların / Yıldız artıklarıyla, düşmüş, işte kolları / Sardılar çevremi bağırıp çığlık çığlığa / Solmuş yüzüm, daha çok kurbanlık bağışladık tanrıya / Sürüler dolusu kesip öldürdüler, gemi dolusu tunç bıçaklarla / Güzel kokular dökünüp yakaladılar Diana'yı da / Güçlü Styks'la ve övülen Persephoneia'de, / Sıyırdı Kharon küreğin dipçiğini ve / Dedim o zaman uzak tutma, azılı kısır ölümü / Gelene dek Proksima, rıhtımdan, üç satir / Kharon geldi önce kürekçi ve İsa geçti oğluyla / Çarmıhta gibi serilip kaldılar, uykulu toprakta / Gövdesi bulundu ahırların orada, baba evinde./ Yıkanmamış, kefenlenmedi, bir yığın iş güç yüzünden / Acınası ruh. Bağırarak üç arşın, kurt deliğini aç dedim sonra / Sirius, ey üvey ana, sen nasıl geldin karanlıkta buraya / Yürüyerek uçup da, ta denizleri / Ve dedi, o ağırsak bedeniyle / Kötü kader ve bol şarap. Uyudum Bellatriks'in kovuğunda /İnerken korkuluksuz uzun merdivenleri / Düştüm cehennemin yaşlı otlaklarına / Uzvu parçaladım, Kerberos kemirsin döş yerlerimi / Ama sen ey kral unutma, gömülmemiş, ardından ağlanmamış beni / Yığ pusatlarımı, kaya kovuğundan bir lahit, adım yazılsın üstüne / Kara sarıklı bir adamla, koyup, sürüp gidecek adı / Ve sapla dostlarla birlikte, çektiğim küreği düşlerime / Antigone gelsin sonra, çok çektirdiğim ve sonra Tebaili krallar / Taşıyarak altın asasını ve hesap bilen Lidya sikkelerini / Gene mi, ikinci kez, bir kucak, yaldızı kötü prens. / Geliyor yüz yüze, güneşsiz ölüm, bu mutsuz yere / Çekilin çukurun başından, içsin kızıl iksiri / Anlatırım sana geleceğini. Ve baldızımla geri çekil. / Ve güç aldı karnından dedi ki, Vilusa / Dönecek kin ve kanlı Jüpiter'de, aşarak karanlık suları / Yitirecek arkadaşlarını ölüm. Sonra canavarları tuttu ha / Yat huzur içinde, İyonyalı tecimen, sözünü ettiğim / Venedik'te ofiste, geçmez İliad'da, 2020 de, 2 Haziran / Ve yelken açtı sirenler, sığır çalıp uzaklaştılar / Sürülerle, sayılmasız nice adam, Kirke'de / Girit'e kaçan, altın taçlı Pindaros'un / En korktuğu, bronzdan kuşağı işte / Ve göğüs başı, sen ey mermerlerde göz açan / Argonotların altın postuyla, bir amazon. Koreli.'
Bu yazı senin sözlerinle yaptığımız bir sosyal sözleşme Kibele, eğer uyuşmazlıkla bulamadıysan kendini sayfalarda, üzülme, ben sen olmalıyım kesinlikle. Görüşmek üzere. Kalple!...

ULUS FATİH




1+1 Şiir // Nayyirah Waheed / Çev. Poetic Mind




Sonra

Benim için
dünyanın sonu önemli değil,
Dünya
benim için
birçok kez bitti,
sonraki sabah
yeniden başladı.



İlk

Benim ilk vatanım
Annemdi,
Yaşadığım o ilk mekân.


Şiirler: Nayyirah Waheed
Çev. Poetic Mind


Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***