Şair-Yazar Ziya Alpay'ımızı anarak, o ki kendi irdadesiyle
yeryüzünü terk etti... Defter'in en iyi kalemlerinden
ve de çok iyi bir (kurucu) yazarıydı. Olmadı, yaşam denilen ince dala
tutunamadı ve "gitti". Bir "gidiş" ki kor gibi tüm
ruhumuzu yaktı ve hala acısı tazedir, Ziya'nın canhıraş gidişinden sonra defteri
tümden kaptmayı düşündük, sonra tüm kaybettiklerimizin yani: Ziya, Ömer Serdar (Ayvaşa), Batuhan
(Leon), Süha (Tuğtepe), Doğan (Ergül) ve diğer canlarımızın sesleri
yankılandı dünyamızda: "gidebildiğiniz kadar gidin ve defteri ayakta
tutmaya çalışın." Ki işin aslı şu ki, bunca ağır kayıpları veren bir edebi
öbeğin çoktan inzivaya çekilmesi gerekiyordu... oysa "defter"
edebiyat ve yaşam adına tutunmaya gayret etti, ediyor, tek gayesi var:
edebiyatın, edebiyatçının yanında durmak.
/ Borges Defteri
------------------
Unutulmuş gibiyim ben. Ve insan
Bir bakıma unutulmuş gibidir
Bilmem ki nasıl anlatmalı, yalnız bile
değilim
Belki de yalnızlıktan fazla bir şey bu
unuttum ben kendimi de stepan.
( Edip Cansever)
Baş Aşağı
“Gerçekte sadece tek bir ciddi felsefi
sorun vardır: İntihar. Hayatın yaşanmaya değip değmeyeceğine karar vermek, bu
temel felsefi soruna cevap vermektir” (A.Camus)
Pazar
Sinemada bir kovboy filmi izledi. Filmden
sonra dışarı çıktı herkes gibi arka kapıdan. Günlerden beri zamansız başına
saplanan ağrılardan muzdaripti. Yürürken yollarda gördüğü insanların yüzlerine
bakmaktan çekinerek, arabaların üzerine doğru gelmelerinden kaçarak. Dünya
boşalmış ta bir tek kendisi kalmış gibi hissediyordu. Türünün son örneğiydi.
Diğer örnekleri parayla satılmaz ibarelerine rağmen bazı fırsatçılar tarafından
satılmıştı. Raflarda, dolaplarda, odalarda, çekmecelerde, bekleme salonlarında,
kahvelerde, devlet dairelerinde ve hastanelerde ondan bulunmuyordu artık.
Çoktan tüketilmişlerdi. Oturduğu apartmanın önüne geldiğinde durdu. Bir
şeylerin eksik olduğu duygusuna kapıldı. Sinemaya girmeden önce elinde bir
poşet olduğunu anımsadı. İçinde bir kitap vardı: Suskunluğun Alfabesi- Süleyman
Sessiz. Girdiği bir kitapçıda dolaşırken başlığı ilgisini çektiği için almıştı.
Sonra nolmuştu? Suskun bir halde parasını öderken: “ Beyefendi, bu kitabı
alamazsınız. Öyle her önünde gelen istediği kitabı alacak olsa ne olur hiç
düşündünüz mü?”. “Alamaz mıyım. almak için hangi şartlara uymam gerekiyor onu
söyleyin o zaman” . “ 1,70 boylarında siyah saçlı, erkek, solgun beyaz yüzlü,
alnında derin düşüncelerin izi bulunan birisi olmanız gerekiyor. siz bu
şartlara uygun değilsiniz. Çünkü...” “ Kitabın parası işte alın şunu gidiyorum
ben.” . “ durun durun şaka yapıyordum ben..”..
Bak sen şu işe. Kadınlar da şaka
yapıyorlar. Hayatla dalga geçebiliyorlar. Sonum yaklaşıyor sanırım. Kıyamet
alametlerinde böyle bir şey var mıydı. Dur bir hatırlayım.. “Ahlaksızlık, zina
alıp başını gidecek, Yüksek binalar yapılacak, depremler, doğal afetler
artacak, kadınlar şaka yapacak.” Evet varmış. Sonumuz yakın. Diye düşünmüştü.
Geriye dönüp kitabı aramayı geçirdi aklından. Bulabileceğini aklı kesmedi. Halbuki ben şartlara uygundum.
Evine girdiğinde düşünmekten kendini alamadı: “ kitap da hangi kelimeler vardı
acaba. O kelimeler şimdi nerede acaba. Birisi kitabı buldu mu acaba. Bulduysa
ne yaptı acaba. Okudu mu acaba.”
***
Derya
ile Bülent hala vizyonda olan garip kovboy filmini izlemek için koltuklarda
yerlerini almışlardı. İzleyen herkes garip olduğunu söylüyordu. Gerçekten
garip:
İki kovboy film boyunca bir barda
karşılıklı oturuyorlar, ağızlarından hiç düşürmedikleri sigaraları ve dışarıda
bir yere bağlanmış atlarıyla başlarından geçen olayları anlatıyorlar. Tipi bir
kovboy filminde görülen berbat elbiseler, silahlar, darağaçları, toz toprak,
kan ve şiddet içerikli olayları anlatırken gülüyorlar birbirlerini yumrukluyor,
zaman zaman da önlerinde ki içkileri bir dikişte bitiriyorlar. Yalnız heyecan
ve hareket dolu maceraların sonunda ağızlarından sadece küfür çıkan, dişleri
sapsarı, kahkahaları kulak tırmalayan kalabalığın önünde asılıyorlar. Başka bir
macera da tekrar diriliyorlar. İzleyiciler onların uydurma hikayeler
anlattıklarını düşünüyorlar. Fakat filmin sonuna doğru yan masalardan birinin
yüksek sesle konuşmasına öfkelen kahramanımız kavga çıkarıyor. Masalar, sandalyeler, bardaklar, yumruklar ve
bağrışmalar havada uçuşurken içeriye şerif giriyor. Kısa bir sorgulamadan sonra
kahramanlarımızı hapse atıyor. Ertesi gün mahkeme kuruluyor. Suçlarının hafif
olmasına rağmen kahramanlarımızın isyankar ve tehditkar sözleri hakimi
kızdırıyor ve idamlarına karar veriliyor. Aynı kalabalık önünde birlikte
asılırlarken kendilerini yine oturdukları barda buluyorlar. Film bitiyor.
Derya yandaki boş koltuğa koyduğu çantasını
alırken köşeye sıkışmış siyah kapaklı kitabı görüyor. Eline alıyor. “
Suskunluğun Alfabesi”. Çantasına atıyor. Çıkışta ve yolda beraber izlemiş
olmalarına rağmen filmi birbirlerine anlatıyorlar. Nihayetinde verdikleri
paraya değdiğini düşünerek, beğenilerini uygun sözcüklerle ifade ederek
ayrılıyorlar.
Pazartesi
Kalabalığın içinden kendini
zorlukla attığı bir parkta boş bulduğu bir banka oturdu. Ağaçlara, çimenlere,
biraz ileride konumlandırılmış heykele bakarak zaman geçirdi. İş yerinde
yokluğunu hissetmezlerdi. Biraz geç kalsa ne olurdu sanki. Aynı yemekleri
yemekten de usanıyor insan: Döner, kola. Başka şeylerde yiyor muydu. Ne fark
eder yine kendini aynı yerde, aynı masada tek başına döner ve kola ile bulmuyor
muydu. Bütün hayatı boyunca aynı şeyi yapıyormuş gibi hissetti. Ne kadar olay
geçse de sevinse de üzülse de yatsa da kalksa da okusa da okumasa da sinemaya
gitse de tiyatroya gitmese de saçlarını tarasa da yüzünü yıkasa da tıraş
olduktan sonra havluya kurulansa da kurulanmasa da okuduğu kitabı yarıda
bıraksa da bırakmasa da yemeğin tuzunu az bulsa da çok bulsa da aynı yerde
hayatının düğümlendiğini ve bu düğümü bir türlü çözemediğini düşünüyor, içinde
parkın çimlerine uzanıp sonsuz bir uykuya dalma isteği uyanıyordu. Bu ay zam
yaparlar mıydı. Gene aynı şey oldu. Unut bunları unut. Kitap...evet o gün
sinemada unuttuğum kitap. Bulmalıyım onu. Dünkü kitapçıya gitti aynı
kalabalığın içinden geçerek. Kasadaki kız müşterilerle ilgileniyordu. Para ve
kredi kartlarıyla kurduğu münasebetler kısa süreli oluyor, birisi biterken
diğeri başlıyor. Geçti. Rafların önünde uzun müddet durdu. Kitabı bir türlü
bulamıyordu. Kızın yanına yaklaştı. “dün buradan aldığım bir kitap vardı. şimdi
onu bulamıyorum. “Adı neydi”, “ bakıyorum.”
“ hımm, kalmamış.”, “ Tekrar ne zaman gelir” “Gelmez.”, “ Neden”, “ Bu kitap için toplatılma kararı alınmış.
Yayınevi tekrar basamaz” “ Anladım. Bu da dünkü gibi bir şaka mı?” “ Değil.”
Cevabını aldıktan sonra
ayrıldı. İş yerinde kimse neredesin sen yahu diye soran olmadı. Dosyalar içine
gömüldü.
Derya sabah dışarı çıkarken makyaj malzemelerini çıkarmak için açtığı çantasının içinde eline bir takım
yuvarlak cisimlerin, dikdörtgen metal kutuların
gelmesini beklerken bir kitabı tuttu. Oradan çıkartarak hürriyetini
kazandırdı. Korkunç bir esaretten kurtulan kitap ayartan bakışlarla deryayı
baştan çıkartmaya çabaladı. Derya buna dayanmadı. Biraz okuyum, neyin nesiymiş
acaba. Okuduğu satırların etkisinden uzun süre kurtulmadı. Dışarı çıkmaktan
vazgeçti. Gün boyunca okudu, okudu...Bitirdikten sonra tekrar okudu.
SUSKUNLUĞUN
ALFABESİ
Geriye döne döne, kendini tekrarlaya
tekrarla tekrarlaya, bir gizemin içinden
sonsuz boşluğa çarptığı, anlamların sıradanlaşıp sıkıcılaştığı, aptallaşa
aptallaşa sersem gibi dolana dolana susmaya çalışıyordum. Yeni bir alfabe bulup
kendime yeni kelimeler icat etmeliydim. beceremedim. Ben de “Su üstünde yüzen
yeşil kurbağaların yağmurda şemsiye açmamalarına bir anlam veremiyorum.” gibi
garip cümlelerle kendimi ifade etmeye karar verdim şimdilik. Gerçi saçmanın
mucidi ben değilim. Bununla birlikte yeni alfabeler üreten bir fabrikada
mühendis olarak çalışıyorum. Susarak çalışırım. Prensibimdir. Gelirler bana
sorarlar. “ Makinelerden biri bozuldu. Acayip harfler üretiyor. Ne yapmalıyız”
konuşmuyorum. Sustuğumu sanıyorlar. Onlara anlamadıkları bir dilde hakaretler
savuruyorum. Anlamıyorlar. Üzülüyorum. Keşke.. keşke... keşke... hiç keşke
demeseydim. Paydos veriliyor. “Türk Dilsizler Kurumu”dan müfettişler geliyor.
Masalar kuruluyor. Harfleri üzerlerine döküyorlar. Aralarından iyilerini,
olgunlarını seçiyorlar. İşlerini biliyorlar. Karışmıyorum. Depodan
çıkarttığımız “Pazarda kaybolan çocuk gibiyim”, “Her tarafı yamalanmanmış eski
bir pantolon gibiyim”, “ Kalkınma da öncelikli il gibiyim” “ Karadeniz’de
fırtınaya yakalanmış tekne gibiyim”, “Nesnelerin arasında bir acayip subje gibiyim”,
“ Kont drakulanın yüzünde belirmeyen bir gülümseyiş gibiyim”, “Pamuk prensesin
ısırdığı elmada yarısı olamayan kurt gibiyim”, “ Zihinden yeni çıkmış sıcacık
bir düş gibiyim” gibisinden benzetmelerin uygun fiyattan satışını
gerçekleştirirken konuşmadığımı anlamıyorlar. Bu işleri çoktan bıraktık. Artık
yeni harflerden yeni alfabeler üretmeye başladı fabrikamız. Yeni müşteriler
bekliyoruz. Kendilerini anlatamayanlar, mevcut kelimelerden usananlar bize
gelecekler artık. Aşkını alışılagelen kelimelerin dışında anlatmaya çalışırken,
kedisini çağırırken, yorganı üzerine çekerken, uzun bir yola çıkmak üzere evden
ayrılırken, parkta çimenleri ezerek yürürken, çalan telefonu açarken, sinemadan
çıkarken, karanlıktan korkarken, yağmurda ıslanırken, yıldızlara bakarken,
paranın üzerini alırken, yarınki sınav iptal edilirken, akşamüzeri beklenen
otobüsün araç selinin arasından durağa yanaştığını görüp de yakalamak için
koşarken, dişçi koltuğuna otururken, ikinci dünya savaşı hakkında bir belgeseli
izlerken, koltuğa oturup gazetenin sayfalarına karıştırırken ve daha bilmem ne
yaparken duyulan hislerin anlatımını olanaklı kılmak gibi ulvi bir amacı
güderek biz bir ihtiyacı... Boş verin şimdi bunları. Kanınızın damarlarınızda
dolaşırken çıkardığı uğultuyu, yaşamak uğultusunu hangi alfabeye, hangi
alfabenin hangi harflerine...Suskunluğun alfabe- ” ikinci sayfanın nasıl
olduğunu artık siz tahmin edersiniz.
Derya bütün gün evde kaldı. Kitabı
yakmaya karar verdi. Yapamadı. Suskunluk nöbetine girdi. Uzun bir zaman
kimseyle konuşmadı. Tekrar konuşmaya başladığında ise onu kimse anlayamadı.
Bülent bu duruma nasıl geldiğini hiç anlayamadı. Sonunda herşeyin normal olduğu
günü ona tekrar yaşatmakla düzeleceğini düşünerek sinemaya götürdü. Aradan
geçen zamana rağmen aynı kovboy filmi halen vizyondaydı. Koltuklarına
oturdular. Her şey aynıydı. Zamanda geriye gittiklerini çok geç anladılar.
***
Pazar
Odasına geldiğinde bıraktığı gibi
buldu her şeyi. Oraya buraya atılmış eşofmanlar, gömlekler, çoraplar. Masanın
üzerinde duran boş sigara paketleri ve bardaklar, yarısına kadar açılmış tül
perde. Halının üzerindeki çay lekesi, rafta birbirlerine yaslanmış kelime
kapları, rüyalarını çarşafın üzerine dağınık olarak bıraktığı yatak, tortop
olmuş yorgan, küllüklerden çıkan izmarit, yataktan yayılan uyku
kokuları...bıraktığı gibiydi. Yeni aldığı kitabı okumak için sabırsızlık
duyuyordu. Cep telefonu çaldı. Gizli numaradan aranıyordu. “ Efendim”, “Eendim,
buyrun” karşı taraftan ses gelmiyordu.
Sinirlendi. Telefonu kapattı. Yatağın üzerine attı kendini. Kitabın sayfalarını
çevirmeye başladı. Fazla kalın değildi. Arka kapakta bir şey yoktu. Elinde
çevirdi birkaç kez daha. Kapağı açıp ilk sayfayı okumaya başlarken kapı çalındı.
Kalkıp kapıya gitti. Açtı. Kimse yoktu. Birileri kötü bir şaka yapıyor
herhalde. Geri dönerken acıktığını hissetti. Mutfağa gitti. Dünden kalan
yemekleri yedi masanın üzerinde. Bir sigara yaktı. Geçen pazar da aynı şeyleri
yaptığını düşündü. Salona gidip televizyonu açtı.Memleket sorunları üzerine
tartışılan bir programı izlemeye başladı. Sıkıldı. Kitap geldi aklına. Aman
sonra da okurum yoruldum şimdi. Neydi. “Suskunluğun Alfabesi” saçma. Ne demek
şimdi bu. Dışarıdan sesler geliyordu. Bağrışmalar, küfürler.. pencereye doğru
gitti. Aşağıda bir kalabalık birikmişti. “Asalım onu. Yaşatmayalım” diyorlardı.
Kimi asacaklarmış? Olacak şey mi bu devirde. Hem ne garip elbiseleri var
bunların öyle. Kaçıncı yüzyıldan gelmişler acaba. Bütün perdeleri çekti. İçeride
dolaşmaya başladı. Bir şeylerin çağırdığı hissine kapıldı. Odasına gidip
yatakta bıraktığı kitabı aldı. Tekrar pencerenin önüne geldi. Açıp aşağıya
sarktı... kendisini aşağıya bıraktı.
Pazartesi
İş yerinde kimse onunla konuşmuyordu. O
da hiç kimseyle. Kitabı okuduğunu unutmuştu.
Pazar
Hayat devam ediyordu.
Pazartesi
Sevmek yaşamak demekti. Bir yaprağın
boşlukta rüzgar tarafından gezdirilişini sevdiğini hissetti. Kendisine söz
verdi. Bir daha asla kendisini aşağıya bırakmayacaktı. Baş aşağı düşmeyecekti.
Üzerinde “Derya ile Bülent’in evlilik törenlerinde sizleri de aramızda
görmekten mutluluk duyarız” yazan bir kartı kapının önünde bulduğunda günlerden
hala Pazar olduğunu nikaha geç kaldığını neden sonra anladı. Neden şimdi
anlayamadı. Baştan yaşamak istemedi aynı şeyleri. Yaprağın peşinden giderek
nikah salonuna ulaştı. Koltuğa oturdu. Film yeniden başlamıştı. Kitabı oturduğu
koltukta unuttuğunu hatırladı. / Son
ZİYA ALPAY