Çağımızın modernitesi içinde, üzünç yayan, masum bir bakış, onun
güzelliğini süsleyen yıldız bahçeleri gibi pırıltılar yayıyor. Dokunsan
kırılacak. Onun gözlerinde neler var, Havva'nın düş kırıklığıyla cennetten
kovuluşu ve bizleri doğuruşunun gizençli aurası, bir mamutun önünden, ilk
insanın kaçışı, ormandaki yaprağın kımıldayışı, Etrüsk'ün dişi kurdunun
Romülüs'ü emzirişi, Kleopatra'nın Tarsus plajlarına gelişi, Atina'da ilk şehir
devletinin kuruluşu, bir fatihin İstanbul'u alışı, Taç Mahal'in altın pencerelerinin
parıldayışı, Mari Antuvanet'in giyotin penceresinden bakışı ve Labrador'un
sularında balıkların dağılışı...
Bir astronot aydan yalnızca Kibele'ye bakabilir. O gözler, bir
alefti. Bir bakışta dünyanın döndüğü ve fanusu riyalde tüm olmuş, olmakta olan
ve olacakların görüngüsü... Tanrının yeryüzünü yedi günde yaratışı, meleklerin
günah defterini sırtlayışı, şeytanın Adem'i aldatarak, yaratılanın özgürlüğü
tadışı ve ölümsüz Kibele'nin bir şişeye sığacak kadar küçülerek, sonsuzluğa
akışı...
O cennetin zevk bahçelerinden süzülerek gelen bir cinnetti.
Güzelliğin acıları ve kefaretiyle süslü bedeni, bir yalnızlık anıtıydı bu
yüzden. Delphoili kahinler her anımsayışta onun bedenini kutsar, renkli
balıklar yüzerek şafak söküntüsünden çıkar, okyanuslara doğru yelken açardı.
Gözleri dünyayı anlayamamışlığın kederiyle yanardı, dudakları
anlaşılmaz bir pişmanlığın izleriyle kıvrılır, açık ağzından, elmas gibi
parıldayan dişleri arasından, savaşların, açlıkların, mülkiyetin kırbaç izleri
ve otoritenin kanlı sunaklarından sızan ve tanrının dişleriyle öğüttüğü bir
kaplanın hayaleti bakardı.
Kibele, dünyamızın bir panoraması, yazgılarımızın ortağı,
mutluluk ve sevinçlerimizin, pişmanlıklarımızla, gurur ve kibrimizin bir
yansımasıydı.
O hiç bir zaman hiç bir tenin değmediği dağ gölleri, gökyüzü
çiçekleri, İsa'nın son bakışı, Meryem'in umarsız çığlıkları ve Himalayalar'da
görülmeyen o biricik canlının, düşledikleriydi...
Tanrım, senin sonsuz vaatlerin ne işe yarar, meleklerin neden
görünmez, şeytan neden sağ elindir, evren alabildiğine dönerken, dünya neden
yer değiştirmez, neden bir yinelemenin tapınağında, aynı dualar, aynı dilekler
ve aynı sızılar eşliğinde, yüzyılların içinde yitip gideriz, neden bir çığlığın
yortusu, neden gözyaşının serenadı ve neden ateş tapınaklarının içinde, ölüp
gidiyoruz biz.
Kibele alın yazımızın toplamıydı. Bakışlarında sonumuzu görüyor,
dudak kıvrımlarında yazılmışları okuyor, gülümsemesinde umudun uçurumlarını ve
ufukların yükseltisinde, bir gül bahçesinde dolaşan ceylanların şarkılarını dinliyordum.
İçin için ağlıyordum ben, sonsuza dek sürecek bir tutsaklığın
çemberinden çıkmak isteyen Adem, babasız bir çocuğu çarmıhında yitiren Meryem
ve tanrının kollarında bütün umutlarını, bütün yanılsamalarını, beklentilerini
ve tüm yaşadıklarını, artık unutmuş olan bir gezegenin evladı gibi.
Kibele etkiliyordu beni, konuşmadan söyleyen, bakmadan gören,
dokunmadan şifa veren bir melek gibiydi o, ruhumun dolambaçlarında ona
sarılıyor, gecelerimde çığlıklar içinde uyanıyor ve Kibele diye uçsuz bucaksız
karanlıklarda ve uçurumlara yağan yağmurlarda yitip giderek, son soluğum da,
yalnızca mevsimleri değişen ve bir yineleme olan, ölümlü dünyamıza
dönüyordum...
Salt acıların, kederlerin ve sonsuz çığlıkların dünyası değildi
bu, bir körpenin beşiğinden bakışı, bir suyun kımıldayışı, bir çiçeğin taç
yapraklarında kelebeğe sarılışı, etin kanla, ekmeğin şarapla kucaklaşmasıydı
gördüğüm...
(Gerçekte benim için bir cehennem çiçeği miydi dünya, düşünmekle
cezalandırılmış iki ayaklı müritler, her şeyin yanlışlanıp, doğrulanabileceği
bütünlükçü var saymalar, yeryüzüne bir türlü alışamamışlığın melankolisiyle
savrulan Kibeleler, hiç bir şey beklemeden sevecenliğe kollarını açmış, tüm
kozmosu kucaklamaya kalkışan periler...
Şimdi Kibele kim bilir nerelerdedir diye sık sık sorardım
kendime, biliyorum bir gün bu dünyadan göçüp gideceğim ve kalbimin içindeydi
bir zamanlar o diyeceğim... Ama işte, artık ben yokum ve o sonsuz bir
yalnızlıkta mı, yoksa ben mi uçsuz bucaksız bir uçurumda mıyım diye bakar
dururdum karanlıkların içinden, bir umudun yelkeninde, uzakları gözetleyen bir
forsa, dünya tutsağı olmuş bir kıtalar korsanı ve her şey ve hiç bir şeyin
acılarında, son iç çekiş köyüne varmış bir günahkarın, umarsız kollarındayım
sanırdım kendimi...
Neden umutsuzuz biz, neden hem yüzüyor ve hem ağlıyoruz ve neden
hep aynı ütopyaların, hep aynı dünyaların özlemiyle, hep aynı sözcüğün, hep
aynı yinelemenin eşiğinde, aynı rüzgarın sürüklenişinde solup gidiyoruz biz
Kibele..
Her şey bir masal gibi, bir gün ona dedim ki, seni anlatacağım
ama, o sen olmayacaksın, çünkü insan denen varlık ancak kendini anlatabilir,
demek ki o, sen değilsin, ama gerçekte orada ki, bil ki bendeki sendir, öyle
değil mi, gerçekte sensin o, ama o sende vücut bulmuş bir ben olacaktır yine
de, demek ki sen değil o, ama yine de, bende kendini bulabilirsin, öyleyse
evet, o sensin, ama gerçekte sen ve ben aynı kişiyiz, yeryüzünde ve tanrı
indinde, öyleyse ben senim, sen de ben ve biz 'Hiç Kimse'yiz ne yazık ki
Kibele, dedim...
Artık onun buhranlı güzelliği ve baş döndürücü etkisi anlağımda
yitti, öznelliğini yitirdi, onun karşısında başımı öne eğiyorum, savaşı
kazanmış ama ruhunu yitirmiş bir Achilleus gibi, söz kılıçtan daha büyüktür
şimdi... Kibele beni ehlileştirdi.
Karşılıksız bir aşktır edebiyat demiştim ona, göklere yükselen
ayetler yazmak, bilinmeyenin ve hep yinelenenin kollarında, umarsızca kilimler
dokumak, Penelope gibi taliplilerin yüreğine bakarak, göz yaşı döküp durmak...
Bilinmeyen bir yüz, görünmeyen bir dünya, sonsuz ve anlamsız bir yalnızlığa
adanmış, bir körün şarkısı gibiydi edebiyat.
Düşünsel anlamda dünya, aşkın, ölümün, yaşamın ve zamanın
tarihidir. Yaşam ve aşk gerçekte, yalnızca neşe verir, bir tutam kederli ot.
Nedir ki, ölüm ve zaman ürkütücü ve sarsıcı bir düşün kozmik yansımasıdır,
zaman sonsuzluğu içerir, ama parçaların bütünlediği kapısı yalnızca ölüme
açılır, ölümde bir tür sonsuzluktur ve o da bir zamana açılır, bir dolayımın
kollarında, işte her şey oracıkta tanrıyla bütünleşir ve tanrıyla vücut bulur.
Aşk ve yaşam tanrının bir prelüdü, ölüm ve zaman da onun pişmanlığının
ağıdıdır. Sonuçta varlık dediğimiz, tanrının bir parçası ve giderek tanrılaşan
bir tözün yansımasıdır. Tüm gördüğümüz bir tanrının ve bir düşün adıdır,
düşüncenin elem bahçelerinde gördüğümüz, Hieronymus'un resimleri, David
Friedrich'in izlenimleri ve Karakalem'in büyüleyici gölgeleridir...
Yazacak hiç bir şey kalmadı artık diye düşünürüz zaman zaman...
Düşlerinin ve yazının sınırlarına vardığını tasımlayan, gücünü yitiren ve bir
bitkinlik içine sürüklenen senarist, baş parmağını kalemtıraşın içine sokuyor
ve çeviriyor bir İtalyan filminde... Bizde yazacak konu kalmamış artık diyen
yazarlar gördüm.. Sonraları bunun bir çözümü olabileceğine karar verdim ne
yazık ki. Yazmak zamanla salt bir iç yolculuğa dönüşür ve sonsuzlaşır. Diyesim
yazan kişi, örneğin bir tablo adına yazma sınırlarının sonuna ulaştığında veya
bir yinelemeye dönüşeceği korkusuna kapıldığında, resimden çıkmalıdır artık.
Nereye... Tablodan hareketle çocukluğuna, evrene, tanrıya veya zamana doğru
yolculuğa çıkabilir, bu sütunlarda belki yapılamayabilir ama yazmanın da
gerçekte her şey gibi sonsuz olduğunun anlaşılması gerekir, çözümsel, yararlı
bir yaklaşımdır bu. Diyelim ki o resim bana, inanılır gibi değil ama, ölü bir
köpeğin trajik sonunu anımsatıyor. İşte buradan ölüme geçebilirim artık,
çocukluğumda bizi bırakıp giden köpeğimizi anımsayabilir, oradan tanrıya
uğrayabilir ve Heraklit'in ırmağında, kısır ve kısıtlı düşüncelerimin son iç
çekişine tanık olabilirim.
Panta rei...
Bir kesinleme olarak ileri sürülebilir ki, görüngüde sonsuza dek
düşünceler üretebiliriz, bilinir ki, Mona Lisa için yazılanlar Mona Lisa'nın
sosyal varlığını çoktan aştı ve artık o başkalaştı belki de, bir şey üretemez
hale geldiğimizde, böyle bir tür yazının ortaya çıkma olasılığı gibi,
bilmeliyiz ki edebiyatta sonsuzdur, zaman sonsuzdur, ölüm bir sonsuzluk
biçimidir ve her şey bir sonsuzluğun parçacıklarını barındırır içinde. Sürgit
Hades'in sisleri arasında dolanan hayaletleriz biz, ne ölüyüz, ne de diriyiz.
Gerçekte, yaşam, bir gülümseme, acılarımız, bulut, çiçek,
tanrılarımız ve her şey bir sonsuzluk kategorisi içinde, düşünsel evrenimizde
gezinir dururlar. Düşlerimiz bitimsiz olabiliyorsa ki öyledir, her şeyde, somut
ve soyut olanda, bir sonsuzluğa açılan düşsel kapılarımızdır. Borges bu konuda
o kadar ileri gidiyor ki, Don Kişot, harfi harfine, tıpatıp yeniden
yayınlansaydı, dünyamız için, o bir önceki, yarı bildik Don Kişot olamazdı.
Çünkü algı sınırlarımızın değişeceği, biçimlerimizin yenileneceği ve düşünsel
ufkumuz, periferimizin, o dönemin düşünsel yapısıyla hiç bir bağı kalmayacağı
için, bütün bütüne kavrayışımız değişecek ve Don Kişot, bildiğimiz algı
kapılarından uzak, bambaşka bir kitap olacaktı der. İlginç bir açın. Biz, bir
dostumuza iki kere nasılsınız dediğimizde, ikisi de ayrık anlamlar içerecektir,
dünya bir an bile aynı dünya değildir, yazma sıkıntısı düşünsel bir anomali
olamaz, bedeni bir gerçekliktir o ve ruhumuz yazmak ve yazmamak konusunda
seçilmiş bir saplantının tutsağı olabilir ve belirsizlik ilkesi, dünyamıza egemen
olan bir cennet kuşu olarak, üzerimizde uçar durur ve hiç bir şey bu anlamda
gerçek ya da bir gerçeğin uzantısı değildir.
Dünya bir jimnastik salonudur, mujiklerin ispinozu ağlayarak
uçar, pars ötüşlü bir kedi, Dante ağacının yaşlı tüyleridir ve şu nükleid
yaratık Mars'ın arslanıdır. O, II. Savaşta Nazilerin konserve yaptığı
canlıları, komşularına sattığını söylüyor, tanrı gülüyor, şeytan köpürüyor,
Kibele'miz ağlıyor. Hibrit bir dünya bu, serotonin ve endorfin mutluluğu
kovalama formülü ve mutluluk yoklukta ki Tuba ağacı!..
Kristal bir vazo gibi sözcüklerin, düşerse kırılır diye
korkuyorum, seni öpmek kuş tüyüne yüz sürmekle eşdeğer olmalı, datalardan
bileşik bir canlının düşleriyiz ha!.. Birilerinin diktiği Stonehenge kayaları,
Vendome sütunları gibiyizdir belki de....
Sessizlikte bir müzik türüdür Kibele... Pollock'ta kaotikti ve
tıpkı başkaları gibi bir açınlama üretildi resimlerine ve aramıza katıldı,
sonuçlar nedenlerden önce geliyor artık, her şey bir yineleme...
***
(Ey sen zalimsin dediğim, yılan derisi giysilerinle dolaşmak, iç
dünyanızın barbar düşlerle dolu olduğunun kanıtıdır. Korkuyorum, bir güzellik
zırhıyla, bir kurban arıyorsan o ben olabilirim, bloody mary içebiliriz
karanlık odamızda, derin gözlerin cehennem meleğiyle sevişmek için oldukça
güzel, kalp kalpten sonra, beni yemeyeceğine söz ver, palyaçolar kanibalisttir
ve yaşamdan tiksinti duyarlarmış, anlıyorum ben, sağaltımın başlaması için
Konstantinapolis'e gel, sunağımda gırtlağının tadına bakacağım, seni ehil bir
kısrak yapacağım, kanın çok tatlı senin, dilimi yakıyor. ama gözlerindeki
duygular nasılda kışkırtıcı, ikimizden biri örümceği yiyecek, çünkü başım
dönüyor, kanım akıyor ve gözlerin, kılıç suyunun içinde geziniyor, dünyamız
Monet'nin Mosnier Sokağı'nı özlüyor.
Yapıtlara bakıyorum üzülüyorum. Çünkü Hint sanatının gücü
dünyamızda tanınmıyor, sanata batı skalası egemen. Hindistan'da, tanrı
yeryüzüne inse, yaprak kımıldamıyor, daha adil bir dünyanın gerçekleşmesi
gerek, sanat bunun için var ama görüyorsunuz, o gerçeklere boyun eğebiliyor.
Bir paradoks. Birbirimizi tanımak için denetim noktalarından, sınır
kapılarından geçmek acıdır sanıyorum, Pinky'le telepati arkadaşıyız. Bir virüse
boyun eğiyor insanlık ve iki kişi hala buluşmak adına, sanalite tanrısının
lütfuna dua ediyor. İnsanlık Kabil'den beri nicelik ve kategorik biçimde
savruluyor, Uygarlık biçimimiz değişmedikçe sanat bir kategori. Hindistan,
dünyanın kendisinden büyüktür diye bir söz var. Ama insanlık bir bebeğin
adımlarıyla ilerliyor ve ne yazık ki bizleri kaotik bir gelecek bekliyor...
Ah bu manzarada, belirsizliğin hükmettiği, insansı varlığın
yazgısında, kozmik sonsuzluğun ulaşılmazlığında, üzüm salkımları gibi, hiçlik
damlaları gibi, görkünç biçimsellikte evreni süsleyen yaratılmışların
trajedisini görüyorum.
Onlar bir buğday taneciği için kapışıyorlar, nükleer silahların
gölgesinde, egemenliğin ve nihilizmin kucağında, kurbanlarını arıyor, uzayın
sonsuzluğunda, umarsızca fetihlere girişerek, tanrıyı icat ediyor ve
günahlarını şeytana havale ediyorlar.
İyiliğin havarisi kesilerek, kurbanlarını takdis ediyor ve
beşiklerinde onların yavrularını vaftiz edip, bir ermiş, bir yalvaç kesilerek,
arzunun karanlık nesnesinde, bir kışkırtıya kapılarak, sonunda, kendilerine
yenilmeyi başarıyorlar ve son iç çekişin gölgesinde, sonsuzluğun yitimini ve
ölümünü kabulleniyorlar.
Sonrasında, cennet ve cehennemlerini aramak bahtsızlığına
düşüyor, ta ki tanrılarının işaret ettiği bir panoramadan, salkımlar gibi
sarkarak, çarmıha gerilmiş İsa'nın havarileri, yoldaşları gibi sıra sıra
diziliyorlar ve evrenin uçsuz bucaksız boşlukları, uçurumlara yağan yağmurları
arasında, sonsuz bir üzünç ve bir yinelemeden başka bir şey olmadıklarını
anladıklarında...
O'nun işaretiyle yeniden başa dönüyor ve o yarı bildik yolları
tırmanarak, yeni maceralarına girişiyor ve sonsuz bir tutsaklığa mahkum olmanın
kahredici umarsızlığında ve minicik bir manzarada, işte böyle boynu bükük ve
dinmeyen özlemleriyle baş başa, yalnızlığın ve elem veren okyanusların
bitimsizliğinde, yitip gidiyorlar!..
Düşünen varlık imgesi kendimizce bir yakıştırma. Kuşkuluyum ben,
düşüncenin tanımı, olan biten şeyler olmayabilir!.. Ateş belki donduruyordur
bizi. Varna şarabı içtik ve dünya dönüyor dedik mi, karanlıkta gırtlağına
sarılırcasına gülümsedi...
Vezüv bir mitoloji, Pompei çok uzak yanardağa, pirinç beyazı
bacakların, ehramın yüzü gibi duruyor, kuş kadarcık göğüsleri süt dağıtıyor,
ibrişim gibi parıldayan incecik dudakların, gökyüzüne bakıyor, denizlere özlem
duyan bir yelkenli gibi büzülecek o ve gözlerinin beyazı bulutlar gibi uçuşuyor
sanısı verecekler ama onlar kefene sarıldıklarında tüysüz, kabarık bir tepecik
gibi duran uterusun, son iç çekişle bakacak dünyasına ve diyecekler ki, tapınak
fahişesi tanrıça sözünü tutsaydı, başımıza bunlar gelmeyecekti ve kahkaha atıyor
neşeyle badem ağaçları ve çiçeklerini de kokluyor olacaktık biz...
Ve Golgota kemiğiyle vuracaklar başına, mezarda pamuk kalçalı
şimdi doydun mu sikkelere diyecekler. Asimov gezmek düşlerle olasıdır diyor,
yüzlerce dil bilen kılavuz kuş dilini bilemiyorum dedi. Aşk umutsuzluğun
sevgilisidir zaten. Soruların tek yanıtı, sorulardır bu dünyada, tanrı sana
üflediğinde bana gelebilir misin, benim olabilir misin ha... Sen tanrıça...)
'İndik sonra Venüs'üne./ Mehtapla süslü ayin, yarılan sulara,
şarap rengi okeanosa ve / Dilek çekip, süzüldük ışıklı yosmaya. / Yükleyip döl
yatağına pruvada, gövdelerimizi de / Şişelere sığan Sbyl şimdi, yorgun düşmüş,
dibe vereceğim alyansı,/ Çekip götürsün bizi dünya, gemi gıcırtısı kalçalarına
/ Mikail'in işi bu, trivesti, bornozu süslü / Tavustan tepeli, yele verdik
burnunu işte ve çöktük sonra tanrıçaya / Yürüdük çayırı, gerip yelkeni, batana
dek gün / Gömüldü bitkin uykusuna, kapaklandı bir gölge tunçtan göğsüne / Vardı
sonsuzluk kapısına, çok derin vulvaların / Çağatay Han'ın ülkesine ve cinlerle
dolu kentlerine / Bürülü ipekli, sarı güneşten, ölgün serabı,/ Işıltısı ile döl
ırmaklarının / Çekmiş yıldızlarını ve tepegöz bakan / En karanlık gece kaplamış,
adam otu ayları / Geriye bakıp durduk gene, Canopus, sonra ulaştı Hades'e /
Sonsuz Küs Aias'ın gittiği yere / Patroklos ve Paris kucaklaştı bizle, / Ve
çekip can çubuğunu ortasından / Çukuru doldurduk Herakles boyu / Ve sunduk
hayasızca kin dolu geçmişi / Bal, balsam, şarapla karılmış tin tözü / Yakardık
sonra, göçmüş kaltakların atları / Atlantis'in ütopyası, kurbanlık haspaların /
Ve daha bir yığın şey yığdık, kurtulmalık olarak / Bir cadıda kendi başında
kervanın ve kara. / Boşaldı kara kan çukura / Girdi yarığa dülger balığı. Ruh
aradı Avernus'u ve / İçtik Erebos'ta, kokuşmuş ölüsünü körpe etlerin. /
Gençliğimin ve dölden yoksun yaşlılığım / Gözyaşlarıyla ıslak, baygın kokulu
kızlar / Bir sürü nisan, demir uçlarıyla örseli mızrakların / Yıldız artıklarıyla,
düşmüş, işte kolları / Sardılar çevremi bağırıp çığlık çığlığa / Solmuş yüzüm,
daha çok kurbanlık bağışladık tanrıya / Sürüler dolusu kesip öldürdüler, gemi
dolusu tunç bıçaklarla / Güzel kokular dökünüp yakaladılar Diana'yı da / Güçlü
Styks'la ve övülen Persephoneia'de, / Sıyırdı Kharon küreğin dipçiğini ve /
Dedim o zaman uzak tutma, azılı kısır ölümü / Gelene dek Proksima, rıhtımdan,
üç satir / Kharon geldi önce kürekçi ve İsa geçti oğluyla / Çarmıhta gibi
serilip kaldılar, uykulu toprakta / Gövdesi bulundu ahırların orada, baba
evinde./ Yıkanmamış, kefenlenmedi, bir yığın iş güç yüzünden / Acınası ruh.
Bağırarak üç arşın, kurt deliğini aç dedim sonra / Sirius, ey üvey ana, sen
nasıl geldin karanlıkta buraya / Yürüyerek uçup da, ta denizleri / Ve dedi, o
ağırsak bedeniyle / Kötü kader ve bol şarap. Uyudum Bellatriks'in kovuğunda
/İnerken korkuluksuz uzun merdivenleri / Düştüm cehennemin yaşlı otlaklarına /
Uzvu parçaladım, Kerberos kemirsin döş yerlerimi / Ama sen ey kral unutma,
gömülmemiş, ardından ağlanmamış beni / Yığ pusatlarımı, kaya kovuğundan bir
lahit, adım yazılsın üstüne / Kara sarıklı bir adamla, koyup, sürüp gidecek adı
/ Ve sapla dostlarla birlikte, çektiğim küreği düşlerime / Antigone gelsin
sonra, çok çektirdiğim ve sonra Tebaili krallar / Taşıyarak altın asasını ve
hesap bilen Lidya sikkelerini / Gene mi, ikinci kez, bir kucak, yaldızı kötü
prens. / Geliyor yüz yüze, güneşsiz ölüm, bu mutsuz yere / Çekilin çukurun
başından, içsin kızıl iksiri / Anlatırım sana geleceğini. Ve baldızımla geri
çekil. / Ve güç aldı karnından dedi ki, Vilusa / Dönecek kin ve kanlı
Jüpiter'de, aşarak karanlık suları / Yitirecek arkadaşlarını ölüm. Sonra
canavarları tuttu ha / Yat huzur içinde, İyonyalı tecimen, sözünü ettiğim /
Venedik'te ofiste, geçmez İliad'da, 2020 de, 2 Haziran / Ve yelken açtı
sirenler, sığır çalıp uzaklaştılar / Sürülerle, sayılmasız nice adam, Kirke'de
/ Girit'e kaçan, altın taçlı Pindaros'un / En korktuğu, bronzdan kuşağı işte /
Ve göğüs başı, sen ey mermerlerde göz açan / Argonotların altın postuyla, bir
amazon. Koreli.'
Bu yazı senin sözlerinle yaptığımız bir sosyal sözleşme Kibele,
eğer uyuşmazlıkla bulamadıysan kendini sayfalarda, üzülme, ben sen olmalıyım
kesinlikle. Görüşmek üzere. Kalple!...
ULUS FATİH