İnsanlığın kutsanmış kederlere gereksinimi var. Korkularına
alışmak, ölümü arzulamak, özlemek, öbür dünya provaları yapmak gibi genlerine
işlemiş dürtüleri var...
Dağınık gölgelerin ısıttığı güneşin öğleden sonralarında, vurulmuş
bir kartal gibi çırpınan bayrakların altında sabahlamak, savaşlar bulgulamak,
ölüleriyle söyleşerek günahlarından arınma çabalarıyla geçen günleri, borcun ve
borsanın oyunlarıyla zamanları geçirmek, dünya gaileleriyle oyalanmak, çılgınca
tüketmek, tükenmek, kendini esarete vererek açlığın ve tokluğun uçurumlarına
yuvarlanmak, düşlerinin ötesinde eylemlere katılmak, onlarında ötesine geçmek,
denemek, denemek, denemek....
Sonunda düşlerin, sonunda gerçeklerin başladığı yere dönmek, o
yakalanmaz, bir türlü tutulmaz, hiç bir zaman ulaşılmaz, 'Bu insansız dünyanın
tanrısı renk renk tüylü o vahşi kuşu ürkütmek için' Zümrüdüanka'nın peşine
düşmek ve hep başladığı yere dönmek ve ölmek gibi tutkuları olan tuhaf bir
mahluk, sonsuzluğun bile kavrayamadığı, alabildiğine garip bir hayvan o...
Dünya nasıl bir yerdir...
Bizim ufuk çevrenimizde, sakalar, sebilciler, manda derisinden
torbalarla dağıttıkları suya, lezzet için mercan, akik taşları atan insanlar
varmış geçmişte, su içenin gözüne ayna tutarak dualar okur, bu dünyanın ölümlü
olduğunu anımsatırlarmış, gülabdandan gülsuyu dökerlermiş su içenlere, pirinç
taslarla, gümüş kaseler, kırmızı topraktan güğümlerle...
Baykara ve tarihçi Mirhond ve Hondmir varmış bir zamanlar bir
yerlerde, Sufyan-ı Servi varmış, ırmağı kayanın altından çekip çıkarabilir
misin dermiş yolcuya...
Soft protest nedir bilir misiniz, Mars'ın altındaki elektronik
uygarlığın kuramsal kedilerini görebilir misiniz, hicri ve miladi farkın nasıl
608 yıl olduğunu...
Galata surları nereye gitti ey yüz yıllar, yüzü amorf olanlar,
köpeğinin adı fox olanlar, Satürn'ün ve Neptün'ün fareleri, tin öncüleri, balık
teknesi gibi, yüreğimde salınan huriler...
Uygarlık biçimimiz sanal kıyamet provalarıyla bizi, varlıkları
kobaylaştırıyor, metal görmemiş soğuklarla yüzleştiriyor...
Hutton deliği gibi, daracık şeyleri okumak bilgiyi çoğaltıyor, ama
çoğaldıkça bilinmeyenlerin okyanusu açılıyor önümüzde, yazgımız bu mu bizim.
Cibran metafiziği yetmiyor kaderlerimize, tüketici maymunlar
üretiyor, beka diyoruz, kendimizi güvence altına aldığımızı sanarak...
Acımasızca, gaddarca, acılarımızı hercinslerimize yönelterek...
Kendini geceye sunanlar, ironiden yoksun bir galibe olanlar, virüs
Kabe-i Şecere'den yola çıktı diyenler...
Öyleyse, sorumuz şu Hak Teala;
Bildik üretim-tüketim ilişkileri içinde, başlangıçtan beri sürüp
gelen o bildik yapı içinde, kültür, paranomi, sosyalite, cinsiyet canbazlığı,
zooist alışkanlıklarımız, vahşetin yurtlukları, sevginin kolhozları içinde bir
çıkış yolu yok mu?..
Bu virüs aşılsa bile, daha tehlikeli virüsler kapıda değil mi!..
Radyasyonlar, Çernobiller, Hiroşima ve Nagazakileri ne çabuk
unuttuk...
Bu gurur, şaşaa, özgüven ve bencilliğin krallığı sürdürülebilir
mi...
Alışılmış dinden, ırktan, kültürel kodlardan arınmış yeni bir
dünyamız olamaz mı...
Düz bir gezegen, yuvarlak olmayan!..
Ne kadar koşsak hep kendimizle karşılaştığımız, hep başa
döndüğümüz bir dünyadan uzak, gidenlerin bir daha geri gelmediği, bir daha
dönmediği, yeni dünyaların peşinde, cenneti aradığı, ütopyalarına kavuştuğu...
Çok, çok uzaklardan el ederek bizi çağırdığı....
Düz bir dünya, geri dönüşü olmayan!..
Yoksa böylece hep kendi kıyametimize koşacak, ele ele ve o
büyüleyici huşu içinde, sunaklardaki kurbanın kanını alınlarımıza sürmeyi sürdürecek
miyiz...
Tanrı bize eşlik edecek, onun oğulları eşlik edecek, annelerimiz
eşlik edecek, krallarımız eşlik edecek, bilgelerimiz, yalvaçlarımız,
ermişlerimiz eşlik edecek...
İsalar, Musalar ve Mustafalar eşlik edecek...
''Öyle günahlar işledim ki
Binlerce kez tövbe etsem
Cehennem kapısı yine de kapanmaz
Seni şu ellerimle boğup öldürsem
Cezalarımı biraz olsun artırmaz!..''
İnsanlık yeni bir bilinç çağının eşiğinde, yaşam, zaman, kentler,
din, tarım, beslenme, cennet, cehennem, sanatın yedi kolu, kaçınılmaz bir
metamorfoz geçirecek. Mars gerileyecek, dünya dünya olmaktan çıkacak ve
böylelikle, artık ölülerimize, analarımıza, babalarımıza diyeceğiz ki...
Neden böyle hem yüzüyor, hem ağlıyorum biliyor musun, ben bu ezayı
çekmeyi kader bellerken, sen ahiretin ilk, dünyanın son gününde yaşıyorsun,
kurtuldun, kurtuldun anneciğim, kurtuldun babacığım diyeceğiz...
'Zoran' yeryüzüne inip, konuşacak belki de, kadim insanlık, şu
insan yavruları, bilip bildiririm ki; salt çatışma psikolojisi ve miğfer
devletler safsatasından ibaretti, oysa bir ibret olmalıydı bu, ey
yaratılmışlar, sizler için, olmadık kargaşalar yaratmak, kılıç suyundan
anlaşmazlıklara bulamak, sorunu çözmekten daha kolaydı tarih boyunca!..
Çekinik genler, melekler ve meslekler arasında sıkıştı
uygarlığımız, topuk dikeniyle doluydu kervanlarımız, sekerek yürüyordu
katarlar...
Ağların içine girmek kolay, çıkmak olanaksızdı, bir balık gibiydik
biz.
Ve aslolan kaostu her daim.
Fungal enzimler, soğuk su, sıcak sıvı, tüm bildiklerimiz, itici
bir güçten başka bir şey değildi...
Bir gün, İsa'ya dedim ki, söz verdiğimiz gibi olmuyor,
düşündüğümüz gibi olmuyor, belki de tümüyle yapamıyoruz, baştan beri...
İsa dedi ki, günahların en koyusu, en günahkar olanı ve
karanlıkların, sonsuz karanlıkların, şu beyhude yıldızları; Bizzat kendimiziz,
bizzat biziz.
İnsan dedi!..
Ve bağırdı...
Yetmez mi!..
Nükleer yaratıklarız biz. Sermayenin akış biçimini yoksuldan
varsıla doğru hızlandıracak bir proje olmadığını nereden bilebiliriz korona
virüsünün. Dünyanın hep yuvarlak olduğunu, hep aynı yönde döndüğünü, ve her
şeyin sonunda yine, yeniden başladığını, hep başa döndüğünü, bıkmaz usanmaz
biçimde kendini yinelediğini!..
Hiç bir şeyin değişmediğini, hiç bir şeyin değişmeyeceğini...
Artık yoksullar birikim yapmayacak, rakamlı kağıdı en kısa sürede elinden
çıkaracak, kadına eza artacak, çocuklar feda olup, erkekler paranoya olacak,
yaşlılar delete edilecek ve yeni dünya düzeninin adı, Mouseizm-Farelere,
-Periciklere Ölüm- olacak öyle mi!..
Ordinary People'in tamamı faredir dostlar. Hepimiz olağan ceset
sayılacak öyle mi... Sermayenin palikaryaları, nicelik ankormanları, değerleri
finoyla ölçülenler, tümü ölecek...
Çocuk ve kadınların masumiyetle dolu tabutları doğal olacak. Atıl
kitleler, arafta ağırlanacak, öyle mi!..
Negatif tüketiciler!..
Kölelerin çocuk sahibi olmaları, önceleri dünya düzeni için bir
güvenceydi, şimdi onlar kıyametin öncüleri, robotizmin yaygınlaşma olasılığının
artması cehennemi zorunlu kılacak... Koronizm, sivil nazizmdir!.. Savaşsız
holacaust!.. Bu bir temizlik harekatının sinyalleridir. Yeni dünya düzeni, daha
az köpeğe, daha pahalı mama ideolojisidir çağımızda. Kuşkusuz ölüm büyük
biraderleri değil, asansörel kitleleri amaçlayacaktır. Hepimiz, her zamanki
gibi sıranın bize gelmeyeceğinin düşleri içinde sabahlayacağız... İnsanlar gibi
devletlerinde sınıfı vardır geçmişten beri. Çok daha tehlikeli salgınlar
çıkabilir de.
Güneşin ayetleri ve duaların yükselişinde, peygamber çiçekleri
toplarken, genç yaşında giyotine giden 16. Lui'yle, Antuvanet ve prenses
Lamballe'in yazgısıyla aynı yazgıyı paylaştığımızı düşündüm. Gerçekte,
Sezar'ında, Attila'nında, Spartaküsün'de, gelmiş geçmiş tüm köleler, Anzaklar ve
Boerlerinde aynı yazgıyı paylaştığını ve hiç değişmediklerini düşündüm alın
yazılarımızın.
Bizi ayıran nenlerin, salt bir nicelik olduğunu düşündüm
gerçekte...
Krezüs'ün bulduğunun, hepimizi, dilerse bir bir maymuna
çevirebileceği, dilerse kıyameti ayağına getirebileceği, dilerse toplama
kamplarında etini konserve yaparak, kemiğini köpeklere yedirebileceği, tanrı
denen uyduruk marangozun, yeteneksizliğinin ve bir gözbağcı oluşunun emaneti ve
hıyanetiyle dönen üçüncü gezegenden, bizzat kendileri de marangoz olabilen
çocuklarının, temerküz manzaralarına bel bağlamak değil, gerçekte onların
düzenleyicisi ya da tiryakisi olmanın en büyük alışkanlığımız, tutkularımız
olduğunu düşündüm....
Hey Marx senin de çarkına çomak soktular değil mi, salt ben
diyebilmek uğruna canını vermek, eşitlik için illüzyonlarla, yüz yılları
devirmek, hangisi gerçek?..
Yedikule'de, mazgal kapağının altında armadillo görmek, naif
duygular, yararsız uğraşlar ve anlamsız astartik, kozmik oyalanmalarla
kitleleri ayağa kaldırmak, vahşi içgüdülerimizi doyurmak için, hiç bir canlıda
olmayan, cinslere karşı düzenler kurmak, soykırımlar tasarlamak, özkıyımlar
pazarlamak...
İnsanlar aynı yöne baksalar bile, -çok farklı nedenlerle- aynı
noktada buluşabiliyorlar!.. Bu bizim yalnızlığımızın mutlak olduğunu
tanıtlıyor!.. Atomlarımız temas etmedikçe, birbirimize dokunmuş olmadığımızı
bilemiyoruz ki biz. İnsanın birliği olanaksız bu dünyada ve kaostan
kurtulabilmemizin olanağı yok...
Öyle mi?..
Durup dururken, bir şeylere ilgi gösteriyoruz, yaşamaya, susamaya,
her şeye, bu yalnızlığımızı aramak oluyor, her şeyi bulabilirim bu yolda, ama
yalnızlığımın sonsuz olacağını bilmem gerek!..
Gene de birbirimizi sevmeye kalkışıyoruz, bu cennetten kovulma
metaforunun genlerimize işleyen içgüdüsel dürtüsüdür ne yazık ki...
Birlik duygusu...
Yalnızlıktan korkuyoruz ve sözde ruh ikizimizi aramaktayız,
ötekini arıyoruz, sonsuz sayıda ötekini, illüzyona kapılıyoruz her zaman ve
sürgit bir arayış içinde sona eriyor yaşamımız.
Ölüm arayışı sona erdirir.
Bulmuşuzdur!..
Aramak iyidir yine de, çünkü zamanı biçimlendirmenin en iyi
yollarından biridir, yine de büyülü yaşama bağlanmanın...
Ben seni delicesine sevmek isterim, yalnızlık korkusu bunun adı,
kendimizi sevmenin en kolay, en kısa yolu, başkalarını, yani -seni- sevmektir
ne yazık ki...
Açıların bolluğu ve verimliliğinin, yazgımızı değiştirmeye gücü
yetmez...
Sonunda karanlıklarımıza açılan yolu bir umar sanmaktan başka ve
tanrının buyruğuyla bağışlanmış yazgımızı değiştirmedikçe...
Kendi öykümüzü yenilemedikçe...
Labirentimizden gelen, son iç çekişi, dinlemektir olan bitenler...
Öyle mi?..
''Zeus bile dolambaçla örülü, bu boğucu
taş ağı çözüp, bir yol bulamaz. Ben geçmişimi
ve tüm kimliklerimi unuttum; İç sıkıcı
duvarları, çınlayan dolambaçları izlemek,
yazgımdır benim. Geçen yılların sonunda,
hangi gizil bükeyler, büküntüler
şiddetin galerileridir ki. Zamanın
tefecileridir, bu çatlak köhne duvarlar.
Süprüntüler içindeki solgun işaretlerin
ayrımındayım. Büklümlü gece
bana doğru kükrüyor ve de
ıssız ulumaların yankısını taşıyor.
Ben gölgelerden bilirim ki; Öteki hep orada,
nasıl bir alınyazısı sonsuza dek kendisini taşımak.
Bu dokunmuş ve belki de dokunmamış Hades,
bitmez kanım ve cesetimi sömürmek içindir.
Her birimiz diğerini ararız. Ama
katıksız bir bekleyiştir bu;
Ve o bir hesap günüdür!..''
ULUS FATİH