Ada yalnızlığın saltanatı gibidir, kimilerine
göre acıların... Aradığınız her şey vardır ve ama hiç bir şey bulunmaz, bütün
yeryüzünün küçük bir örneği sanki, minör bir gezegen ve kaçınılmazlıkla
üçüncüsü!.. Çünkü güneşe çok yakın olamazdı o, birinciler gibi yanmak istemez;
bir ünün, kof ve görkemli bir parıltının, zamansızca sönüp giden bir
yıldızı gibi; geride kalanlara da benzemek istemezdi, bir kategori ya da
sıralamanın materyali gibi...
Üçüncülük o kadar iyidir
ki, arzın merkezi gibiydi, akkordur ama parlamaz, yanıyordur ama tutuşmaz ve
ilginçtir, sönmez, kül olup gitmez. Üçüncünün saltanatından, tahtından her
şeyi, her yeri görebilirsiniz, hem yanınızda parlayıp duran yıldızları,
hem de gerilerde sönüp giden pırıltıları...
Ada'da zaman zaman elektronik
iletişim kesilir, yalnızlığın bir kablosu olamayacağına göre, ya kendi
kendinizle konuşursunuz artık, ya da cinler, periler imdadınıza yetişir,
duvarlarda gölgeler gider gelir, tıpırtılar ürkütücü boyutlara varabilir,
anahtar, deliğinde dönebilir, melikeler sorgusuz sualsiz belirebilir.
Zamanda yolculuk
olanaksız denemez, bir gün her şeyin imgeleme yansıyan gölgeler ve yaşamında
bir illüzyon, bilinçlerde parıldayıp duran, gelip giden bir 'medcezir' olduğunu
anlayacağız.
Dediklerimize çokça
bel bağlamadan ama, bu sözden vazgeçmeyelim yine de... Ortak günahlarımız var
mıdır bilinmez, bildiğim günahların sui generis, kişiye bağlı bir nen,
Fussli'ye yakışır bir 'halloween' olduğudur. Günah, şikayete bağlı
dizginsiz kederler gibidir anlayacağınız, kimse görmemişse onu ya da kimseyi
incitmemişse; günah yok gibidir. Oysa saklanmış balalaykalar, Tebai'deki
gizlentiler, açıktakilerden çok daha elim şeylerdir.
Bir düğmeye basarak; Hiroşima'yı yok eden Enola
Gay yapayalnız uçuyordu, Paul Tibbets kokpitte ağlıyordu, kim bilebilir...
Günahlar öyledir ki, dramatize ettiğinizde
ölen milyonlar birden istatistiğe dönüşebilir, işi gücü bırakıp artık
Tibbets'in kahredici yazgısına ağlamaya başlayabiliriz. Tanrı bu paradoksları
cömertçe bağışlamıştır bize, yanına aldığında Tibbets'i, kim bilir
neler soracak ona, laboratuvarımda, kendinden bekleneni hakkıyla neden
veremedin, beni neden mahcup ettin mi diyecek acaba... Ağlayarak beni neden
yadsıdın, yok saydın mı diyecek, Penelope'sinden ayrı düşen, Odysseus, o yapayalnız
'Hiç Kimse' gibi...
Teknolojiden mahrum
toplumlar 'Yazı' der bu tür olaylara, kader, alın tuğrası gibi türevlere
ayrıştırırlar üstelik, bölerek sisleri dağıtır, acılarını azaltıp,
sağaltırlar birde. Her şey giderek anlamsızlaşır ve her konu giderek
anlaşılmazlaşır insanın benliğinde, bir umar yoktur bu nedenle ve umursuzlukla,
korkusuzlukla tanrıyı yaratırlar birden, yaratırlar; yaratan ve yaratılan
yan yanadır artık, tanrı da o kadar gönüllüdür ki bu işe, ansızın yanında
belirir kader mahkumunun, gerçekte tanrı, yeteneklerimizin sınırlı, dayanılmaz
çaresizliğimizin, katlanılmaz aczimizin dışa vurumudur belki de, bir
saltık belirti!..
İnsan kendinin
tanrısıdır bu yüzden ve ne yaparsa yapsın cezalandırılamayacaktır gerçekte o,
kendi canına kıyacaktır, yaşamına son verecektir belki de, ama o anda
bile gördün mü diyecektir, günahkar olmamızın acılarını, cezasını çektik işte,
bu denli iki yüzlü bir yaratık gelmemiştir yeryüzüne, evrende de
yoktur belki, böylesi bir varlık, ama ne demeliyiz ki, tanrının
mucizesi budur işte!..
Ada'ya ilişkin
öyküler yazma çabası bunlar, işin korkunç tarafını açınlayabildim mi, diyesim
bu yaklaşımların amacı, bir öykü yazmak, ciddiye alınmak, ne söylüyor
denilmek veya başkaca amaçların nerede bulunduğuna, nerede durduğuna
ilişkin -vargılara kavuşmak- siz karar verin artık, böylesi bir iki
yüzlülüğe...
Her şey iç içe
diyorum ben, bu yüzden amaç diye bir şey de yok belki, ben var mıyım peki, bir
görüşe göre varım, bir görüşe göre; varlığımı kanıtlayabilirsem varım,
bazılarına göre, yok denecek kadar varım, bazılarına göreyse; buna başkaları
karar vermelidir, objenin kendisi değil. Kimine göre de Descartes'a sormalıdır
zamiri, ustası varken, daha önce bir yola çıkılmışken, araştırılmışken
yorulmaya ne gerek var. Kimileri de pek acımasızdır bu konularda anası sağ mı
bunun der!..
İşte böyle Ada'da tartışır dururum kendimle,
sanal ağa taşırım bazen iç görülerimi, sövgülerimle süslerim, çünkü ben de bir
insanım, arazlı, günahkar, kendini bilmez, iflah olmaz ve yola gelmez.
Kim bilebilir ki bütün bunlar, yalnızlığın
sorunsalı şeylerdir, affedilir mi peki, hayır onu demek istemedim, herkes
gibiyim bende, bazen yanağımı uzatırım, bazen kudurma belirtileri gösterir,
bazen bir köşeye çekilir susarım, bazen ağlarım da umarsızlığıma,
umarsızlığımıza dersem alınan olabilir çünkü, en iyisi insanın kendi sınırları
içinde dolaşıp durmasıdır, değişime katkı diye süslemeler yapabilir bazıları,
ama ben buna karşıyım; karşı değilim çünkü, çünkü ben varım, var mıyım,
acımayın o zaman, ebeveyni sağ mı bu adamın!..
Bu sanal ağda yapılanları deftere yazdım
geçen gün, sanal deftere, onları paylaşacağım. Nerede, Ada'nın kuytu
yerlerinden birine gideceğim, yaban narı gibi bir şey var orada, açmış bir
mayıs günü, açmış gibi parlıyor, ateş renginde, bir günah tacı, tanrım bu
güzelliği sen mi yarattın, ah bu nar çiçeği, güneş gibi, mimozalar çoktan
soldu, solmadı mı, hala kokuyorlar mı, erguvanı görüyor musun, çukurun içinde
leylak rengi parıltılar, hayır o erguvaniler ha, yalnızca ona özgü bir kırmızı,
Judas kendini o ağaca asmış, Lazarus değil miydi o, belaları çoğaltma, onun
kanıymış işte rengi, ah o zaman bakmayayım, bak canım, İsa efendimizin yerini
Romalı subaylara bildiren bir hain o, hain deme, kimin ne olduğunu ancak tanrı
bilebilir, iyi de, o zaman hiç bir şeyi bilemeyiz ki zaten, öyle deme,
hayır, aç mıyız ona bile karar veremeyiz ki, her şeyi tanrı bildiğinde, biz ölü
sayılmaz mıyız, bak biri geliyor, hayır gelip gelmediğini tanrı bilir, of senin
tanrıyla bir alıp veremediğin var, ya buna benzer bir şeyi söylemiştin daha
önce, tamam tanrı biziz dediğine göre, her şeye biz karar verebiliriz, bıktım
şu belirsizliğe bel bağlamandan, tanrı var ve her şeye o karar
verir mi diyorsun sen, hayır yok dedim ya, az önce her şeye biz karar
verebiliriz demiştin, oh buldum, sen delisin!..
Canan'la yapıyoruz
bu atışmaları, içeriksiz tartışmaya atışma diyoruz biliyorsunuz, Canan çok eski
günlerden arkadaşımdı, mezhebi geniş, ufku açık, enlemi boylamı çok derlerdi
onun için, sarışın, yeşil gözlüydü, bilir bilmez konuşan biriydi, bağırır gibi
konuşup da sesi çıkmayan, yeryüzündeki tek insan, bağırırdı ama sesi
kısık, hafif çatallı ve pes perdeden, uyku verir bir melodi gibi yükselirdi,
kendini bilmez biriydi, ne istediğine bir türlü karar veremeyen bir tip
diyelim, boşanacağını söylerdi sürekli, ama o kadar evcil biriydi ki, şu saatte
evde olmazsam üzülürüm, mahvolurum ben derdi, alışkanlıklarından dolayı
başkaları etkilensin, problem çıksın ya da kederle dolsun istemezdi aile
efradının, garip biri de değildi, yaşamın gereklerini yapıyor gibiydi, geziyor,
yiyor, içiyor, kendince eğleniyor ve o meşhur deyimi kullanmama izin verin,
çapkınlık yapıyordu...
İnsanlar bir
kitabın sayfaları gibiydi onun için, bugün birini çeviriyor, yarın bir başkasını,
sayfada ne çıkarsa karşısına... Bir gün, bir çocuk az, iki çocuk fazla bu dünya
da diyen bir adama ne kadar gülmüştük onunla, sonra onunla da arkadaş oldu,
yerel bir filozofun kanatlarıyla dünyaya bakmak belki de çok kolay ve yeterince
ucuz, belki de kullanışlı bir metottu kim bilebilir...
Canan'la Ada'da dolaştık
o gün, çiçek aradık onunla, kır çiçekleri, sonra İman'ı sordu bana, kıskandığı
bir kadını, İman o kadar güzeldi ki, güzellik, gönül telinin, hangi mızrap
vuruyorsa ona titreyişidir belki de, bilemem ama, İman gerçekten güzeldi,
Binbir Gece Masalları'ndan çıkma biri, taşındı sonra bizim yörelerden, esmer,
yürüyüşü, yerin ve göğün, ılık, tatlı bir meltemle salınışı demekti. Tanrım bu
tarz bir yürüyüş nasıl olabilirdi ki, yere basmıyor gibiydi, ama yer bir beşik
gibi sallanıyordu, etekleri belki dar gibiydi, ama etekleri rüzgarda gibi
uçuşuyordu, eğiliyor, üzerinde ah tam da, erguvani bir bluz var, hiç bir yeri
görünmüyor ama, tanrım neden bu göğüsler, canlı varlıklar gibi dışarı
fışkırıyor, ne istiyorlar tanrım, bu cennetsi kürecikler, ne istiyorlar!..
Kolları bazen çıplak, odalara gelirdi, bir
hiyeroglif yazısı gibi minicik damarlarından kösnül, baygınlık veren bir rayiha
yayılırdı havaya, içimden derdim ki, tanrım sarılayım şuna aniden, bu
dünyada yaşadığım sürece başka bir şey istemeyeceğim söz...
Onu hiç kucakladım mı
bilemiyorum, sarıp sarmaladım mı, ama onun sarhoşluğu sürüyordur belki de,
düşler gerçeklere karışıyor, geçmişte ve gelecekte, ezelde ve ebedde...
Bir gün kapısını açtı tam geçerken, bana
açtı bana, beni bekliyor diye düşündüm acımasızca, şu faturayı verir misin
dedi, postacının kıstırdığı bir kağıt, verdim o anda, ama eli elime değmişti
artık, ah, hala titriyorum... Yoksa ben değmesi için altın bir fırsatı mı
değerlendirmiştim, yoksa parmağını mı tutmuştum onun, günahlarımın ağırlığı altında
ezilmekten korkmadan, fütursuzca...Yoksa o mu tanımıştı, bu tanrısal anın
gerçekleşmesi için aradığım olanaklar dünyasını, elini fazlaca uzatmıştı belki
de, bakın elim yanıyor hala, hala sıcak ve temassız başka dünyalara... Onun
sıcaklığı başka bir bağlantının ateş almasına fırsat vermiyor, ben İman'dan
elime sıçrayan kıvılcımla yanıyorum o günden beri; bir elim çolak!..
Canan'a dedim ki,
taşındı o, ne yapacağını bilmiyor o dedi, savruluyor bir oraya bir buraya,
neden bilsin ki, gözlerinin içine baktım biz farklı mıyız diye...
İman'ı anlatmaya
doyamam, bir gün evde yalnız konuşuyordum onunla, bir şeyler sormaya gelmiş,
adli bir vakiye, adı sanıyla ilgili değil ama... Ama bu kadar güzelliği kim
kıskanmaz, kim vehimler yaratıp kahrederek, onu günahkar bir kraliçe saymaz,
onu ruhunda öldürmek için fırsat kollamaz, zil çaldı birden, dedim ki içimden,
songünüm geldi...
Nasıl
açıklayacaktım onun varlığını, olanaksızdı, çünkü ötekiler için onun varlığı,
bir cadılar bayramıydı, bir bağırış, bir çığlık ve bir yok oluş, evliyalar
menkıbesinden sayfalar okusam gene de affetmezlerdi beni!..
Şimdi anımsamıyorum ama
hiç ilgisiz, bambaşka biriydi gelen, bu kutsal anı gözetleyip, oyunu bozmak ve
korku dağıtıp, kıyamete ortak olmak isteyen cennetliğin biriydi belki de...
İman'a gel demiştim bir şey yok, ama onda korkunun ve heyecanın en ufak bir izi
de yoktu ki, o bu dünyaya bir ulaşılmazlığın hezeyanına tapınsınlar ve bir
görseli doyunca yaşasınlar diye geldiğini biliyordu...
Canan'a bir demet çiçek topladım, o kadar
güzeldi ki demet, güneşten birer damla gibi duran yüzlerce mimoza, erguvan
dalı, kocaman bir ceviz yaprağı, defne açığı, sarhoşluk verici bir kırmızıyla
açmış dikencik, beyaz, narin çiçekli kır bitkileri, menekşeler,
akasyalar, bin dallı, adını bile bilmediğim renk şarkıları...
Aralarında daha neler mi
vardı, kaya koruğu, turp otu, kazayağı, gelinparmağı, hatmi çiçeği gibi bir
meçhul aşkın otları ve eylülde açacak ruhumun begonvilleriyle,
sardunyalar...
Canan'a, ona bunu dedim, buna şunu dedim
gibi bir sürü şey anlattım, dert ettiğim, garip, ama gerçekte pek işe yaramaz
şeyleri...
Hiç bir işe yaramaz,
çünkü Ada'daysanız, bir çiçek tarlasının ortasında, kırların arasında, kuşlar
hafifi hafif ötüyor ve üzülme bu dünya böyle bir şey, bugün bu güzelliği
yaşamalısın, yarın başka bir dünya dercesine... O zaman anlıyorsunuz ki
gerçekte, ne felsefe, ne bilim, ne din, ne dillerin ayrıştırıcılığı, bir demet
kır çiçeğinin birleştiriciliğinin ötesine, bir adım ötesine hiç bir zaman
geçmiyor. Bir şey var ki biz de... Bir şey var içimizde, bir şey var...
Bir şey, ama ne... Bilemiyorum ve sorulara
inanıyorum ben artık...
İnsan seçeneksiz
kaldığında, yaptığı her iş gözüne batabilir, bir şeyler karalamada gönüllü de
olsa, başka bir işim yok diyebilir. İşte bu yüzden, Canan'a
saçıp savurduğum düşüncelerden, bir potpuri aktarabilirim; sunabilirim dersem
belki daha güzel olur, güzellik çaba ister iyilik gibi, kötülük bir çabayı
gerektirmeyebilir, hareketsiz kalmanız bile yetebilir!.. Yaşam bir öyküdür,
bunlarda o öykünün parçaları sayılsaydı, gönüllülük, bir teselliye
dönüşebilirdi...
''Cesur insanlar gerçekte korkaktır,
korkularını yenebilmek için kendilerinin cesur olduklarına ilişkin sürgit
öyküler anlatırlar, sürekli korkusuzluklarını kanıtlamak için eylemler
uydururlar.
İnsanları birbirinden
ayıran darlıktır, bir aradalıktır, birbirimize sıkı sıkıya sarılmaya
çalışmamızdır, oysa genişlik birleştirir bireyleri, toplumları geniş alanlar
bir arada tutar. Bu yüzden uçar yuvadan bütün kuşlar. Tanınmak, ünlü olmak
arzusu taşıyanlar, kendisiyle çokça ilgili olan insanlardır der psikanaliz,
bilinmezlik zırhlarıyla kuşatılmak içimizden gelir...
İnsanları, engin ovalar, esen yeller
platolar, doruklar ve dingin akarsular birleştirir, çünkü doğada herkese yer
vardır. Dar alan öyle midir, birbirimizi çiğneriz durmadan, ezilir,
sıkışır alttakiler, üsttekiler sürgit tepinir ne yazık ki... Açılmak iyidir,
ufuklara koşmak, düşüncenin hazzıyla savrulmaktır aslolan...
Özgürlük, uçsuz bucaksız bir koşudur belki
de...
Kentsel dönüşüm denli, köysel
dönüşümde önemlidir de...
Toledo'da bir aşevine gitmiştik, Kastilya
krallığının en güzel boğalarının eti burada sunulurmuş, bizde girdik içeri, ama
etin tadı tuzu yok, sanki bir yerlerden tanırmış gibi de duygulanımlarımız,
garsonu çağırdık çaresiz, bu ne eti dedik böyle, garson ezilip büzülerek dedi
ki, bugün matador kaybetti.
Bir fotoğrafı
paylaşmışlar sanal alemde, bir vincin tepesinde, konstrüksiyon halinde
ev, boşlukta oturan bir kaç insan, aşağıda uçsuz bucaksız deniz, sanki
çay içiyorlar, idiot batı kafası yazdım altına, doğu bunu rüyasında
yapıyor!..
Katalan mimar,
sevimli yankesici Gaudi, Barselona'da 'la sagrada familia' -kutsal aile-
katedralini peri bacalarından esinlenmiş. Hawking dünyayı yüz yılda terk
etmeliyiz demiş.
Dünyanın yaşanmaz
hale gelmesinin sorumlusu Hawkinggiller olamaz mı, sayrı filozofları, sağlıksız
ermişleriyle, iki ayaklılara fetva veren, Elizabeth'in
torinolarına hayranım. Kadınlara düşman, bir sütçü beygirinin boynuna
sarılıp ağlayan.
Hawking beyin felci
geçirmişse, düşünemeyen biri olabilir de, ama İngiliz entelijansiyası
işini bilir, gelişmemiş ülkelere, bilge siparişini verirken, sağlıksız
olmasına dikkat edeceksiniz, çünkü yeryüzünde vicdanıyla düşünen
toplumlar vardır, Hawking bu yörelerin depresif imgelemine göre sipariş
edilmiş bir bilgi promosyonu olabilir, biz de bir robot heykeli dikildi
geçmişte, bütün toplum ayağa kalktı, vicdan yaptılar, dört çarpı dört işler
belki de bunlar, bir yerlerden çıkış yapıyor mudur mantarcı hobbitler,
ürkütücü, sevimsiz, anlaşılmaz, çocuklar için bir imgelemden yoksun dedikleri
robotun yerine, ne koydular biliyor musunuz, devasa bir dinozor, bildiğiniz
kertenkele, aydınlarla sönen karanlıklar, karar verdi buna!..
O günden beri toplumun belli kesimleri, benim
için 'olağan şüpheli', dinozor orda duruyor, sayılan gerekçeler bir
dinozor için oldukça geçerli, ya robot, geleceğimiz, çağın ötesi, vesaire...
Kimi zaman dilimin tutulduğu belli diyorum kendime, egzersiz yaparken yetersiz
kaldığım, kompülsif komparsitalara karşı, anlarsınız ya... Toplum vicdan yaptı
Canan... Vicdan yaptı orada!..
Doğu mu böyle, tam
bilemiyorum, bu bir klişe, kendine düşman toplumlar, çok acımasız, bir nene
körü körüne bağlı kitleler, şeytana eğilimli klanlar desek ve edebi
oyunlar, ne derseniz deyin, vicdanıyla düşünür dedik ya, bilginin, bilişimin
dindarları; bunlar aydınlar, akademisyenler, entelektüel her tür
varyasyonlar da olabilir, inanın skolastik beyin yapısına sahip olabiliyor
bunlar, robotu dikenler inanmışların solfejiydi, kaldıranlar aydınların keskin
tekerleği, ne diyorsunuz şimdi!..
Bütün aydın geçkinler,
kazancının yarısını neredeyse sokak kedilerine yatırıyor, birazda ötekilere,
cave canemciler de var, ama özellikle Tasmanya canavarları dizginsiz
biçimde çoğalıyor, gecelerimizi onların çığlıkları dolduruyor, inanın depresyon
geçiriyorum, yazık bu hayvanlara, vicdan yapıyorlar ya, onların esareti altında
inliyor bu hayvanlar, sayısızca çoğalıyor, eşiklerde yaşlılar onlara hormonal
sosisler atıyor, yemek artıkları döküyor ve ne mutlu, ne iyiliksever bir korkunç
yenge oyunu oynuyorlar, hepsi birer Mary Shelley, yazsalar keşke, bir bulut
gibi geçip giderken; kendilerini beyhude oyalamanın peşinde, kediciklere sahip
çıkıyorlar, onların anlamsızca yaşamalarına katkıda bulunuyorlar, kendisi
olamıyor ki kediler, her yıl ikiye katlanıyorlar, doğada bu olanaksız, bir
arada olmak bizi ayıran dedik ya, kediler bir arada ve birbirinin
gözalıcı düşmanlığıyla ömür tüketiyorlar, kedi değil bunlar,
boşunalıkların kobayları, gözlemlerseniz görebilirsiniz bunu, pekala görebilirsiniz...
Vicdanın bilgeleri, her
sabah mama veriyor sayısız kediye, ama düşünmenin eğdikleri, hoyrat ve
hırçın insanlar karşı buna, neye yarar, vicdan sahipleri bildiğini yapıyor ve
gerekirse saldırıyorlar, haklı olmak onlardan yana meyletmiş bir kavram,
seviyorum onları, çünkü yazık değil mi onlara, çünkü aynı insanlar, kapısına
bir kimsesiz gelse yüzüne kapatıyor, tanrı ne güne duruyor, boy verdiğin
balatalar çözsün sorununu, git çalış dünya kadar iş var meselleri arasında, bir
kedi kadar değeri olmayan ve itilip kakılmış özgür insan, yeni çağın 'Homo
home'u karşısında, vicdana boyun eğmiş bir denek olmanın kederiyle, yatacak,
sığınacak yer arıyor, şu yeryüzünde...
Bizim Kabe'miz 'west
machine' diyenler de var, her ikisi de aynı terazinin kefesinde yer
alıyorlar. Kedimsiler, kedi vicdanıyla, insan nasıl insan oldu, zerre
kadar umurunda olmayan hoplitler, umutsuzlar!..
Nazım ayrılırken ne söyledi bu dünyadan...
'Kale kapısından çıkarken
ölümle buluşmak üzre, / son defa dönüp baktığımızda şehre, / sevgilim, şu
sözleri söyleyebileceğiz : Pek de öyle güldürmedinse de yüzümüzü, / çalıştık
gücümüzün yettiği kadar / seni bahtiyar / kılalım diye. / Devam ediyor
bahtiyarlığa doğru gidişin, / devam ediyor hayat. / İçimiz rahat, / gönlümüzde
hak edilmiş ekmeğine doymuşluk, / gözümüzde ışığından ayrılmanın kederi, / işte
geldik gidiyoruz / şen olasın Halep şehri...''
Frenk diyarını görmeden
sevdalanan, sevişmeden frengi olan bir toplumuz biz... Bu yurtluk
yalnızca biçimsellik peşinde, bir görsel kandırmaca, terzilerin savaşı mıydı
olan biten anlamış değilim.
'' O topraktan öğrenip / kitapsız bilendir. /
Hoca Nasreddin gibi ağlayan / Bayburtlu Zihni gibi gülendir. / Ferhad'dır /
Kerem'dir / ve Keloğlan'dır. / Yol görünür onun garip serine, / analar, babalar
umudu keser, / kahpe felek ona eder oyunu. / Çarşambayı sel alır, / bir yâr
sever / el alır, / kanadı kırılır / çöllerde kalır, / ölmeden mezara koyarlar
onu. / O, «Yûnusû biçâredir / baştan ayağa yâredir,» / ağu içer su yerine. /
Fakat bir kerre bir derd anlayan düşmeye görsün önlerine / ve bir kerre
vakterişip : / «—Gayrık yeter!...» / demesinler. / Ve bir kerre dediler mi : /
«İsrafil surunu urur / mahlukat yerinden durur», / toprağın nabzı başlar / onun
nabızlarında atmağa. / Ne kendi nefsini korur, / ne düşmanı kayırır, / Dağları
yırtıp ayırır, / kayaları kesip yol eyler âbıhayat akıtmağa...''
Biz üç kişiyiz ama yalnızca birimiz sihirbaz,
onların, arabası, traktörü, tankı, tüfeği, marketi, peyniri, sucuğu, sosisi,
kravatı, papyonu, redingotu, barı, pavyonu, balesi, jölesi, arsası,
borsası, W.C markalı... O nanik dolu hayvancık, o tavşan kurdeleli.
Boşuna savaşmışız biz değer miydi... Elalemin maskarası olacağımıza, keşke
cepkenli, fesli, kuşaklı olsaydık da, başımız dik yürüseydik, bizim tarihimizde
esaret dolu kaç yıl var, Bosna'dan Çin'e kadar Türkçe konuşarak yürüyen bir
turanın çocukları değil mi onlar, eller aya, bizse el kapılarında
çalışmaya gönül vermişiz...
Bunu babam söylerdi, şaka
yapıyorsun dedi Canan...
Bizi bu halk kurtarmıştı,
gene onlar kurtaracak demişti baban!..
Semazenler balenin
öncülleri değil mi... Şiirimiz neredeyse halkın bilinç yapısından geride,
şiir öncelikle, yeni bir dil demektir, sade suya tirit romanlarla, ortak
kederlerimize yazılan dizelerle ödüller alabilirsiniz ama sonumuz, Şairi Azam
kimdi unuttum demek olabilir, her yenilik kendi dilini beraberinde getirir,
eleştirmenlere kulak asmamak gerekir, oryantalizmde, herkes herkesi över ve bu
onun biricik göstergesidir, övgülerin belirsiz isim tamlamalarını
çözümleyeceğimize, şiir nedir onu öğrenmemiz gerekirdi, ama iyi bir tarafı da
var şiirimizin, artık Frenklerin destroyeri ya da Rilke veya Shakespeare
gibi marketinglerle isim yapmaya kalkışmıyorlar, kendi derelerinde boğulmayı
göze alıyorlar.
'Haşin olmalıyız
şefkatimizi hiç yitirmeden', bu o demek, batıdan aşırılan şiirlerle
oyalanmıyoruz artık, o tip yazın eri kalmadı, bir kuşaktı kapandı, dönemleri
var çarkı feleğin, taklit aslına rücu eder, onları sevindirir, siz kendi
şiirinizle çıkamadığınız sürece alanlara, onlar kendi şiirlerinin
kuklaları gibi bakacaktır size, bu ince bir ayrımdır ama ne yazık ki
böyledir.
Latin Amerika
etkilenmedi, etkiledi, kim bilebilir ki, söz sahibi olmak, değer yürütme böyle
bir şeydir, yalpalamıştık biz. Kendi karanlığında hüküm sürmeyi göze alamayan,
karanlığını yırtmaya çalışmalı, başkasının ışığıyla aydınlanmayı bırakmalıdır,
bu başka krallıkların ancak bir varyantı, türevi olmakla sonuçlanır, çünkü,
öyledir de. Katkı dediğimiz bu değildir özünde, katkı, özgün bir
bireyselliktedir, tek başına kimliktir ve kamusal bütünlükle yücelebilirse...
Özümsenmiş
taklitçilikte göz boyayabilir, değer oluşturabilir ama tarih bağışlamaz,
irdeler, çözümler ve hükmünü verir. Tavus Hint güzelidir, biz horozun efsanesini
yaratmak zorundayız, onu tavusa benzetirsek diğerlerine mutlakiyetle gülünç
geliriz. Bir düşünce barındıramayan sanat yapıtı, hiç bir şeydir sonuçta,
sanat, düşüncenin evreleri ve imgelemin evidir.
İnsanlığın aradığı, sisli
bulvarlar kasabası değil, üzerinde güneş batmayan uygarlığın tanrısal
kentleridir Canan!..
Sana bir şiir okuyayım da öyle git
Ada'dan, beni anımsaman için bundan başka bir umarım yok benim, öpüyorum
seni...
Ben de öptüm...
''Ne senin
duyumsanır içtenliğin, / ne bir şölende o soycul derinlikli bakışların, / ne de
bir inci kuşu gibi süzülür bedeniniz adına, / alabildiğine gizemli, çekingen,
ve bir çocuk gibi, yaşamınız / sanki bana doğru geliyordur, / sözcüklerin ya da
sessizliğin boyun eğen, karşılaşmalarında / bir armağan ancak böylesine
büyüleyici bu denli çekici / albenili gizemlerle yüklü olabilir / senin
uykularında, / düşsel bir görüntü benim sayıklamalarımda / bir tılsımcasına
sarıp sarmalayan. / Sonsuzca göz değmeyen, bir tanrısallık, / erinç veren uyku
eşliğinde, / kuşkusuz bir tansık şu bağışlayıcı bellekle / kurtarıldı bazı
şeyler / sessizlik ve aydınlığın büyüsü gibi / kendi kendimizin sahibi değiliz
ki / dönüp seni biryaşamımızın kıyısına bırakacak. / Güzelliğin acılarıyla
dökülen yapraklar gibi / Ben ayrımındayım sonuçta / sizin varlığınızda kıyıya
çekileceğimin / ve ilk kez bakabilmenin tansığıyla, / belki, varlığında, bir
Yaratıcı'yı görüyor olabilmek gibi- / sürükleyici Zaman'ın eni sonu düzen veren
kurgusunda, / karşılıksız aşkın kederli, / öznesini yok eden sonsuzluğunda...''
Teşekkür ederim.
ULUS FATİH