Geçtiğimiz otuz
yılın “entelektüel” ve akademik çevreler açısından dolaylı ya da dolaysız en
fazla tartıştığı konu post-modernizm. Belki de kültürcülükten arınmanın
yollarını bulmaya çalışırken kafamı gelip çarptığım köşe post-modernizm!
Post-modernizm
açılımını yapmaya çalışırken zamanımızdaki herşeyin kültürel hale gelmesi ve
dolayısıyla herkesin kendi kültür dünyasında yaşamasının veya kendi yaşam
tarzını bir kültür dünyasına dönüştürülmesinin haklılaştırımı noktasına
varıyoruz.Çünkü post-modernizm ilk ve
herşeyden önce “kültürel hegamonya”
çağını ifade ediyor. “Zamanımız kültür savaşlarının kıyasıya biçtiği uzamlar
zamanıdır.”
Kendi yaşam
tarzını bir kültür dünyasına dönüştürme çabası kişiyi mitsel değerler üretmeye
ve ardından bunların adeta birer militan savunucusu haline getiriyor. Herşeyin
yeniden üretildiği bir dünyada mitlerin saygınlık düzeyinin düşmesi de
sözkonusudur, ancak bu yazımın kapsamaya çalıştığı alan dışında kalır. Burada
amacım, kültür dediğimiz olgunun sanat eserini (Bir sinema filmini ve/veya kısa
filmi) değerlendirme, ödüllendirme kavramlarına başka bir yerden bakmak olacak.
Bunu yaparken davranış bilimlerinin unsurlarından faydalanacağım.
Herhangi bir film
festivalini (kurumu, vakıfı vs.) eleştirmiyorum. Yine bir festivalin şu
ana kadar seçilen filmlerini irdelemek,
üzerlerinden bir tartışma açmak gibi bir niyetim yok. Seçilen seçilmiş, ödüller
–klişe söylemiyle- sahiplerini bulmuştur. Seçilmeyen –bunu kendine dert
edindiyse eğer- bir dahaki sefere
şansını deneyecektir. Oysa, Elias Canetti “Gerek “başarı” umudu, gerek
başarının kendisi insanın ufkunun daralmasına yol açar. Bir hedefe varma
bilinciyle hareket eden, yol boyunca bu amaca hizmet etmeyen çok şeye safra
gözüyle bakar. Yükünü hafifletmek için kendini onlardan kurtarır; attıklarının
belki de kendisinin en iyi yanları olduğu ile ilgilenemez.” diyerek benim
görüşümü özetleyivermiştir. Büyüteçle bakmaya çalışacağım yerde ödülleri alan,
ödülleri veren değil, “seçme kavramı” duruyor. Bu da bizi “kültürcülük”le karşı
karşıya bırakıyor.
Kültürü besleyen,
ona hizmet eden unsurların açılımına hiç girmeden kültürcülük sözcüğünün iki
farklı anlamına değinmeli; 1.) Geçmiş eserlerin bilgisi (ki geçmişin
okunmasında seçilen eserlerin neye istinaden seçildiği tartışmaya açıktır; ben
zamanın modasına uyulduğunu düşünüyorum), 2.) Düşünsel etkinlikler ve sanatsal
yaratı olgusu.
Fransız ressam,
taşbaskıcı ve yazar Jean Dubuffet, kültür sözcüğünün (belirtmek gerekir ki; onun
“kültür”ü tarifi daha ziyade bir kültürcülük açıklamasıdır) bu çifte
anlamlılığından yararlanıldığını öne sürüyor. Yani insanlar eski eserlerin
bilgisiyle, düşüncenin yaratıcı etkinliğinin bir ve aynı şey olduğuna
inandırılmaya çalışılmaktadır. Oysa aynı yolu hergün arşınlayan bizlerin bile
yolda karşılaştıkları farklıdır, özeldir, biriciktir. Bu özelliği korumadığımız
(ya da anlamakta ayak sürüdüğümüz) sürece kültürün dinin tuttuğu yeri almak
üzere olduğunu (yoksa aldı bile mi?) iddia edebiliriz sanıyorum. Tıpkı din gibi
şimdi onun da hacıları, hocaları, yetkililerden oluşan organları var (örneğin
kültür bakanlıkları, sanat festivalleri, onun jürileri, jüri kadroları...)
İcazet almak isteyen artık halkın önüne kırmızı halıdan yürüdükten sonra
çıkıyor.
Üç ana şekil
(üçgen, daire, dikdörtgen) arasında en sağlam, iyi yapılanmış ve hiyerarşik
olan üçgen, yani dikey boyutta bir piramit, başta devlet, devamında onun
organları (belediyeler, kuruluşlar) eliyle desteklenmiş kültüre biçim veriyor.
Oysa yaratıcı düşünce sonsuzca çeşitlenmiş bir kaynaşma ortamında yani yatay
boyutta çoğalma şeklinde sağlık ve güç kazanmaz mı? Bu çoğalma sürecinin
önünde, büyük yetkili rütbesine çıkarılan ve üstün niteliklerine inandırmak
için halkın kafası uyuşturulan birkaç “görev adamının/kadınının” yararlandığı
toplumsal saygıdan daha kötü engel olmadığına inanıyorum. Bu yapılandan daha
kısırlaştırıcı, sokaktaki insanı kendi hesabına düşünmekten caydırıcı, kendi
yeteneklerine olan güvenini yitirici başka bir etkinlik var mıdır?
Estetik kaygıyı ve
onu olumlamayı bir tarafta tutup, Stuart Sutherland’inyardımıyla “iyi”yi seçme konumunda
kaldığımız zaman – bir film festivali jürisinde yer aldığımızı varsayalım -
davranışlarımızda belirebilecek “irrasyonel” tutumlara bakalım:
·
Neyin rasyonel bir karar olacağı kişinin bilgisine
bağlıdır. Kişi, bilgisinin yetersiz olduğunu düşünüyorsa daha fazla kanıt
araması rasyonel bir davranıştır. Böyle durumlarda yalnızca mevcut kanılarımızı
destekleyecek kanıtlar aradığımızdan, genellikle büsbütün irrasyonel
davranabiliriz.
·
Seçimimizin rasyonel olması için, ortak amacın herkesin
çelişkiye düşmeden izleyebileceği bir amaç olması gerekir. Öte yandan, bir
amaç, ancak daha üstün bir amaca göre gerekçelendirilebilir; “Kişi olması
gerekeni olan üzerinden anlayamaz. Pascal’ın dediği gibi, “Kalbin, aklın
bilmediği amaçları vardır. Dolayısıyla doğaları gereği, gerekçelendirilmelerini
mümkün kılacak daha yüce bir amaç var olmadığından nihai amaçları
gerekçelendirebilmek mümkün değildir.”
·
Pek çok kişi zaman darlığı çekmemelerine rağmen kötü
seçimlerde bulunabilirler, bunun nedeni ilgili tüm etkenleri hesaba
katmamalarıdır. Önemsiz kararlara fazla kafa patlatmamak akıllıca olabilir.
Ancak, bir grup festival jürisinin alacağı her kararı orada bulunuş amaçlarının
dışına taşıyıp “önemsizdir” dememiz mümkün değildir.
·
Aynı anda yalnızca az sayıda fikri aklımızda
tutabildiğimizden, karmaşık kararlar alırken ilgili tüm etkenleri bir araya
getiremeyebiliriz. Bu sorunu aşmanın bir yolu kağıt kalem kullanıp, bir sinema
filminin “artıları”, “eksileri” üzerine listeler oluşturmaktır. Peki ama
artılar ve eksiler neye göre belirlenecektir? Bir sanat yapıtını ön plana
çıkartmayı hedeflediğimizde (film festivallerinin amacı budur) kriterler nasıl
oluşturulur? Tarafsızlığımız aynı zamanda rasyonelliğimiz demek olmuyor.
·
Pek çok kuruluşun/organizasyonun üyelerinin bencil
tavırlarını yüreklendirecek şekilde yapılanmış olmasından dolayı seçme işlevini
yerine getirmede başarı gösteremeyebiliriz. Üyelerin bencil olmasını ahlaki
açıdan doğru kabul edemesek de irrasyonel değildir.
·
İnsanların genellikle kendilerini rahatlatmak ve mutlu
olmak adına gerçeğe dair fikirlerini sıkça çarpıtması durumu vardır.
Dolayısıyla seçtiğimiz bir şeyin en iyisi olacağına inanır ya da bir özelliğini
olduğundan daha iyi sanabiliriz. Bu tür düşünme evrenseldir.
Şimdi biraz daha
derine doğru kazmamız gerek; “bulunabilirlik hatası”nın (availability error) ne
anlama geldiğini, bulunabilirlik hatasından kaynaklanan hatalı yargılara dair
bir örnek üzerinden ele alalım: Bir araştırmada deneklere, bazıları uydurma,
bazıları da ünlü erkek ve kadın isimlerinden oluşan bir liste okunmuş. Her
listede kişilerin hem isimleri hem de soyadları bulunmaktaymış ve deneklerin,
erkek isimlerinin mi kadın isimlerinin mi daha fazla olduğuna karar vermeleri
istenmiş. Listedeki tüm erkekler Winston Chruchill ya da John Kennedy gibi ünlü
kişilerse ve kadınlar da pek tanınmıyorsa, denekler erkeklerin sayısının daha
fazla olduğunu, tersine, kadınlar ünlü erkekler de tanınmayan kişiler olduğunda
da kadınların sayısının daha fazla olduğunu düşünmüşler. Önemli kişilerin
isimleri, tanınmayan kişilerin isimlerinden daha etkili olmuş (daha
bulunabilir) ve yargılar, kadın ve erkeklerin asıl dağılımından ziyade bu
unsuru esas almış.
Bir şeyi “bulunabilir”
kılan, sunulmuş malzemenin bulunabilir olduğuna işaret etmesidir. Öte yanda,
güçlü hisler uyandıran, dramatik, zihinde görüntüler canlandıran ve soyuttan
ziyade somut şeylerin de “bulunabilir” olabileceği gibi bir durum var.
Sık sık, “ilk izlenim
önemlidir” deriz. Bu deyiş, “bulunabilirlik hatası” ile çelişkili görünüyor.
Zira bulunabilirlik hatası akılda en çok kalan ve en önemli şeyin son
gerçekleşen olay olduğunu öne sürmektedir. İlk izlenimlerin önemine dair bazı
kanıtları incelemeye çalışalım: Amerika Birleşik Devletleri’nde, sosyal
psikolojinin öncüsü Solomon Asch tarafından ilk defa gerçekleştirilen bir
deneye göre deneyci, deneklerden, tanımlayıcı altı sıfattan oluşan bir listeye
dayanarak bir kişiyi değerlendirmelerini ister. Örneğin deneklere, kişinin:
Akıllı, çalışkan, fevri, eleştirel, inatçı, kıskanç olduğu söylenir. Diğer
deneklere de aynı sözcükler verilir, ancak sıralama farklıdır: Kıskanç, inatçı,
eleştirel, fevri, çalışkan, akıllı. Sonra tüm deneklerden kişiyi değerlendirmek
için bir form doldurmaları istenir. Kişinin mutluluk ya da sosyallik gibi
birtakım özelliklerini belirtmeleri gerekiyordur. İlk, yani olumlu sıfatlarla
başlayan listeyi alan denekler, kötüleyici sözcüklerle başlayan listenin
verildiği deneklere kıyasla çok daha olumlu değerlendirmeler yaparlar. Bu
etkiye –önceki öğelerden, sonrakilerden çok daha fazla etkilenmeye- “öncelik
hatası” (primacy error) denir.
Bu ve diğer deneyler, kanıların ilk
izlenimlerle oluştuğunu öne sürmektedir, sonraki kanıtlar da bu kanılar
ışığında değerlendirilmektedir. Ancak, öncelik hatası ile sonra gerçekleşmenin
bulunabilirlik üzerindeki etkisi arasında bir çelişki bulunmamaktadır.
Anladığımız kadarıyla öncelik hatası alakalı bir malzeme verildiğinde, sonra
gelen malzemenin önceki malzemeye göre yorumlanmasıdır. Öte yandan, sonralık
etkisi, malzeme alakalı değilse gerçekleşmektedir. Bu durumda, en son
duyduğumuz ya da gördüğümüz şeyden etkilenmeye eğilimliyizdir.
Kaynaklar “hale etkisi”nin (halo
effect) bulunabilirlik hatası ile bağlantılı olduğunu söylüyor. Birinin
belirgin (bulunabilir) iyi bir özelliği varsa, insanların kişinin diğer
özelliklerini de aslında olduklarından daha iyi değerlendirmesi muhtemeldir. Bu
arada, “şeytan etkisi” (devil effect) diye adlandırılan tersi bir etki daha
vardır. “Görünüşünden hoşlanmadım.” Bu cümle, geçmişte bir film jürisinde yer
alan bir üye tarafından söylenmiş. Diğer taraftan hayatının bir yerinde bir
kurula katılmış herkes şu cümleyi duymuştur; “Böyle yapamayız, örnek teşkil
eder”. Bu ifade tamamen irrasyoneldir, aslında. Bahsi geçen hareket, ya
mantıklıdır ya da değildir. Mantıklıysa öyle yapmak iyi örnek teşkil edecektir,
değilse zaten yapılmaması gerekir. O halde örnek teşkil edip etmemek konuyla
ilgisizdir.
Buraya kadar rasyonaliteye dayalı bir
seçim yapma durumunda olduğumuzda nasıl davranabileceğimizi sosyal psikoloji
yardımıyla görmeye çalıştım. Ortaya çıkabilen irrasyonaliteler bir hata değil
bir olgu (fact) olarak yer aldılar. Dikkati çekmeye çalıştığım nokta; sinema
jürisine seçilmiş/davet edilmiş kişilerin yukarıda değinilen noktalardan en az
birine düşme ihtimallerinin olduğudur. Kaldı ki rasyonel yaklaşımı kullanarak
ve onun netleşmeyen alanlarından geçerek (hale etkisi, bulunabilirlik hatası,
şeytan etkisi...) bir sinema filmine “en iyisidir” nasıl denir?
Film festivalleri
mutlaka olmalıdır. Amatör ruhla ya da para kazanmak için çekilmiş bir sürü
filmin (ister iki dakikalık olsun, ister yüz yirmi) beyaz perde ile buluşması
bu festivaller aracılığı ile gerçekleşiyor. Türkiye’de irili ufaklı yirmi adet
sinema festivali düzenleniyor. Her festivalin bir (ya da birkaç) “güzelini”
seçmek yerine imkanlar ölçüsünde filmleri göstermek kültürcülüğe hizmet
etmeyecektir düşüncesindeyim. Ödül adı altında dağıtılan para ya da malzeme
kur’a çekmek yoluyla verilebilir. Film çekmenin büyüsüne bir kez kapılmış
sanatçı “havadan gelen” bu parayı yeni bir film çekmek için harcayacaktır,
nasılsa. (Ya da festivalde gösterilen filminin çekimi sırasında yaptığı
borçları ödemek için kullanacaktır).
Sonuçta
şimdilerde sanatın tarifini yaparken içimizin kurumasına neden, sanatın bir tür
festival kültürü polislerinin hizmetinde bir aygıttan başka birşey olmadığı
fikri değilse nedir? Ya da; Hamlet’in dediği gibi “İyi veya kötü diye bir şey yoktur, ama düşüncelerimiz öyle yapar”,
bizim de özetimizdir.
Aytuna Tosunoğlu
Yazar, Sinemacı