Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



Etaşın yaz(g)ısı ..// Ela Dincer




“yazmak nişan alır, ama damgalamaz” /mb


sürekli bir gelecek zaman hızıyla akan damarları
toprağın derinliğine,
zamanın olmadığı o gururlu derinliğe doğru
görkemli bir serüven örgütleyen
tehditkar bir nehirdi

ölçüsüz kıvılcımlarıyla
toprağın içine doğru uzanan her şeyi tutuşturacak,
göğe, yukarılara, hep yukarılara ağmak telaşında
sabırsız bir ateşti, kökü.
külün tarihini, varlığına serperek
büyüyen

ateşti. ve suydu. o.
derinlikti. ve yükseklik.
ölümden dirime
bakıştan, boşluğa
tersine bir ışık.
ve bir yüzeydi. kendi yüzeyinin yüzünde
“benim her tarafım yüz” diyen bir yılan süzülüşü
dikine bir evrende, diklenen.

neyim ben(!) ünleminin karşılıksız bıraktığı şimdiki zaman uçurumu
ölmek mırıltısıyla, yaşamak öfkesi arasında açılıp kapanan
ağzından başlıyordu. suyun ateşi boğduğu
ateşin suyu yaktığı ağzından.
o: bütün sır o’nda gizliymiş gibi
ufka bakıyordu. yüzyıllardır.
çünkü çöl, dedi ağzı: suyun ve ateşin bakışıdır
beklenmedik ve birdenbire/
durdu.
.
durdu
hiç kırpmadan bakan bir göz gibi.
“gerçek” olmak için, olduğu yerden başkasına doğru
kaçanları bırakarak.
aşılamayan ufkun, bükümsüz çeliğiyle seken aklını
kendisine nişan alarak,
aklı ki çölde taş

taş
o, kusursuz sessizlik!





Ela Dincer


‘Yaralı Zaman’ Kalemi: Ferit Edgü..// Argos Ahıska







ben gördüm, burada gördüm.
gözlerimle gördüm.
dağın taşın yandığını gördüm
..”-Ferit Edgü(Yaralı Zaman-Sel Yayınları, 2011).

ve tüm reddedilmişler, canı yanmış bir
sürü kadın erkek, bindiler bir gemiye
..”- Stephen Vincent Benet

Can alıcı soru, elbette ki tiz ses cinsinden: ‘ama nereye doğru ve o gemi şimdilerde nerede?’ sorusudur.
Hangi bilinmez limana demir atmış? Ve bunca yarayı, tutunamayanı, acıyı, yoksunluğu, ıstırabı kim hangi gemiye yeniden yükleyecek? Kendi yurdumuzda(n) sürgün edilmiş, örselenmiş, yok sayılmış varlıklar, yaşamlar, diller, kültürler, mozaiklerin nerdeyse tümüne terk edilmiş adalar gözüyle bakılıyor.
sesimi sordum insana
belli ki o da unutmuş,
bir sesim olabileceğini..
halen şaşkın,
bakıp duruyor aynama
..”- S. Tuğtepe

Ya dünyanın hali?
Bir zamanlar aydınlanma kapılarını aralayan, hatta en ölgün haliyle geçmiş yüzyılın felsefi-edebi parıltısı, birikimi bir yana, Batı kıtası bugünkü, yeni yüzyılın ilk girizgahında tarihin neresinde duruyor, neresinden karşılıyor insanlığı, görünen, görünmeyen biçimiyle? Mevcut haliyle, totaliter hapishane gardiyanlarının her şeyi gören gözlerinin hapsinde kıvranan tecrit edilmiş bir yerde yakınlık ve bağlılık duygusu oluşturamayacak kadar lekeli ve sığdır artık.
Rusya’da büyük toplumsal çalkantıların yaşandığı 1917 yılından itibaren çok şey kabuk değiştirdi. Halkların kendi iradelerine sarılmaları, azınlıkların kendi yaşam biçimlerine sahip çıkmaları, cinsel özgürlük kavramının(1922 Rus Anayasasında tescillenen yönelim ki Avrupa kıtası ancak 1990-2000’li yıllarda o hak-hukuka kavuşabildi) korunması ve diğer kazanımlar, tümü modern düşüncenin ve duyarlı bir politik çizginin önemli ürünleri idi, ama her toplum gibi orası da kendi içinden büyük bir dirençle karşılaşır, çürüme dipten şekillenir ve tarihi döngüyü bitirir. Bizim işimiz edebiyat olduğu için kendi sorunlarımıza da bu çerçeveden bakmak zorundayız. Yazmak sorunsalından söz ediyorum, o büyük çileden. Biz her ne kadar meseleyi kutsama eğiliminde de olsak da bir başka şeyi gözden kaçırmayacağız: “Yazmak, iletmek değil, dayatmaktır-G.Deleuze”, evet, resmen dayatmak!
Kim neyi, nereye kadar, kime dayatıyorsa kalemin gücü orada biçimleniyor.
Neruda bir yazısında “ İhtilal Rusya’sında Mayakovski’yi çekemeyenler onu intihara sürüklediler” diye not düşer. Burada insanın kafasını karıştıran soru, Neruda’nın hangi aydın kesimini topun ağzına oturtmasıyla ilintilidir? Çünkü bu çok büyük bir suçlamadır. Görünüyor ki bazı konular on yıllardır tartışma konusudur. Sonuca ulaşana selam olsun!..
Aydın kavramının tümden sorgulandığı ilginç bir tarihi dönemecinin eşiğindeyiz, yığınların göz diktiği ve bir dönemler pür dikkat kesildiği o kendinden menkul ve çoğu zaman içi boş savunuculuk dönemler artık kapanmıştır(bu konu ilk kez defterde C.M’nin Enis Batur’la ilgili yazdığı kısa yazısında dikkatimi çekti, merkez konularımdan birisi olmaya aday bir ön fikir diyebilirim, üzerine gideceğim, çünkü konu kendini mitoloji-modernizm, nihilizm üçgeninde hissettiriyor, Lacan, Lukacs, Zizek karşılaşmaları da cabası ). Modern zamanlardan çok önce de zayıf va mazlumların savunucu kaleleri, söz ehli vardı. Yıkılmaz bir ittifak olduğu sanılan aydın ve kitle arası birliktelik, modern girizgahlarda o kitlelerin gerçekleştirdiği eşsiz gelişmenin neticesinde ittifakın sorgulanması sonucunu getirdi.
Ferit Edgü, yıllar önce “Yeni ders notları” adlı kitabında kendince haklı gerekçelerle : “Şaşıyorum, günümüzde “devrimci şiir” yazan ozanların hemen hemen tümü, küçük burjuva duyarlılığından yararlanıyorlar. O duyarlılık da, söylemek gerekli mi, klişelerden oluşur” yazar ve ilave eder: “ yazarı, içinde yaşadığı ortama(topluma) bağlayan, yarattığı dildir”.
Öyle görünüyor ki, günümüz dünyasındaki var olan koşullar altında, insanlar ne kadar birbirine yaklaşıp birbirlerine ne kadar benzer hale gelirse, insanlığın birliği bilincinden o kadar uzaklaşacak. Uzak bir ufukta yansıyan bir gölge halindeyken insan suretini net bir biçimde görmekteyiz. Yaşadığımız dönemin trajedisi, hem coğrafi hem de toplumsal anlamda muazzam ölçüde daralan mesafenin tüm ulusları, ırkları ve sınıfları komşu yapmasıyla, bireyin öz-saygısını koruma hususunda karşılaştığı zorlukların muazzam ölçüde artmasının aynı zamanda yer almasında yatmaktadır. Ünlü düşünür Amiel “her zorbalık insan haysiyetini ve bağımsızlığını ayakta tutan her şeye karşı son derece hassas ve hasmane içgüdü taşır” der, haksızca da sayılmaz, çünkü “ötekileştirmek”, “öteye” itmek adına yapılan girişimler sadece kırılma yaratıyor, toplumsal “iç kanamalara” zemin hazırlıyor.
Ferit Edgü’nün son kitabı “Yaralı Zaman” çok yalın bir dili benimsemiş, hem ayna hem toprak görevini üstleniyor okuru için. Sahici ve anlaşılır bir dili var ki beslendiği tek kaynak yaşamın ve aksettirdiklerinin sahiciliğidir çoğu zaman. Kurgu değil, yolun, yolculuğun duyarlı, dokunaklı sesidir kitap. Ferit Edgü tıpkı Montaigne’nin yaptığını yapmıştır bugüne kadar: “ kağıtla, sokakta karşılaştığım ilk insanla konuştuğum gibi konuşurum” ya da “yazarım” dedi ve gerçekleştirdi bunu!.

“Bizim eski kitaplarımız şöyle der:
İnsan yurdunu bırakıp gider mi?
Bu dağlar senin yurdundur.
Kurt sürüye daldı diye insan sürüyü bırakıp gider mi?
Kuzular, toklular, koçlar, koyunlar tümü senindir.
İnsan ağlar oldu diye dizlerini döver mi?
Söyle, döver mi? Akılsız kafasını taşa vurur mu?
Oturup düşünmez mi?
El ele vermez mi?
Yaralıyım, yaralısın, yaralı, demez mi?
Hiç mi bi’şey demez, hiç mi konuşmaz, hiç mi hiç mi hiç mi..”-
F.E (Yaralı Zaman-Sel Yayınları 2011)


Bana bu satırları, düşünceleri yazdıran ise Ferit Edgü’nün Sel Yayınlarından çıkan son kitabı ‘Yaralı Zaman’ oldu. Soluksuz ve coşkuyla okuduğum tüm kitapları gibi, güzel, silinmez bir edebi tat bıraktı benliğimde. Kitabın şiirsel örgüsü kendi iç sınırlarını fazlasıyla zorluyor, yer yer F.E yazın küresinden bildiğimiz o enfes minimal göndermeleri bu kitapta da göze çarpıyor. Ülkenin en batı coğrafi ekseninden en doğu, en mahrum, en çaresiz toprakları: Hakkari’yle (ve bilmemizde yara ve yarar var: Hala yani şimdi, şu an Hakkari’ye bağlı bir yığın elektriksiz, susuz köyler var..) etkileyici bir karşılaşmanın öyküsü aktarılıyor. F.Edgü’nün duyarlı yüreği okurunu her zamanki gibi varoluş sorunlarının yakın mesafesine taşıyor.
Şairin dediği gibi “yetmiyor bunca aptallığa insanlık bilgisi”, işte böyle garip ve tuhaf, hatta kan kokusunun bulaştığı bir zaman diliminde barış sözcüğünün serin esintisi yüreklere yerleşmeli ve korunmalıdır. Acımasız zaman bundan fazla yara açmasın yüreğimizde, diye.




Argos Ahıska


Çağdaş Gürcü Şiiri..// Terenti Graneli




Sessizlik & Yalnızlık

Şiir: Terenti Graneli (Gürcistanlı şair)
Çev. Borges Defteri & Poetic Mind(Turkey)


Ruhum, bir düştür
Ve ne güzel ki kederimi zamanında kaybettim
Ve ben sessizliği, bitiş anını seviyorum.
Bugün kendimi
beyaz düşlere gömdüm
ve bahçeye gizledim.
Şimdi bir fırtına gibi
sessizliği ve kederi özlüyorum.
Gökyüzündeki beyaz dev yaratık orada, ayakta
tüm köşeleri aydınlatıyor.
Ve yüreğim sana doğru koşuyor,
ki bir güldür, ötesi yok!
Ve böylece anılar oluşur
Sözcükler uçuşur
Flüt sesinden sonra.

Renkten yoksun bir yer
mavi bir vehim olmalı..
düşünüyorum,
sessizlik ve yalnızlık, her şeydir!
geri kalan ne varsa: Hiç
.


Post Sanat Döneminin Don Kişot’ları!.. / Naime Erlaçin








“Söktüğümüz sözcükler
Söylememiz gereken,
Azalıyor günler gibi…”

- ( Eugène GUILLEVIC )


Kültürel birikimden, çevreden, özellikle de doğumundan itibaren oluşturduğu bilinçdışından beslenen şairin yapıtları bu öğelerin zenginleşmesi ya da fakirleşmesiyle doğru orantılı bir biçimde etkilenecektir de. Etkileşim içte ve dışta olmak üzere iki şekilde kendini gösterir; bireysel üretimde ve günümüzde giderek daralan okur kitlesindeki olumsuz yansımalarıyla.

Kültürel ortamda kuraklık egemense, örneğin dil fakirleşmişse veya yazın sanatına gösterilen ilgide bir azalma varsa şiirin niteliğinde de kaçınılmaz bir tökezleme olacaktır. Şairin kendini besleyerek şiir damarının kurumasını engellemeye çalışması alınacak önlemlerden sadece biridir. Öte yandan okur kitlesiyle iletişim kurulamıyorsa eğer, bu kez şair işe yaramazlık duygusu ile büyük olasılıkla şiire küsecektir. Başka bir olasılık ise daha kolaycı bir yolun seçilmesi, koşullara boyun eğerek yeni ve sığ okur kitlesinin gereksinimlerini karşılar türde şiirler üretilmesidir. Böylelikle şiirin temelleri dinamitlenmiş olacaktır.

O halde büyüteç altına alınması gereken ilk sorun, toplumsal dengelerin bozulmasına paralel olarak şairin dengesinin de bozulma / bozulmama sorunudur. Şair ya evrensel güce karşı mikro-iktidarını sürdürecek, ya da geçerli koşullara uyum sağlayacak. İkinci olasılık söz konusuysa eğer, şair ile şiir ve şair ile okur arasındaki içsel dinamikler yıpranmış, sanat iklimine çıkar hesapları girmiş demektir. Nesnelin özneli ezmesiyle ortaya çıkan ucuz halkçılık (popülizm) tuzağına düşmeyi tarif eden bir durumdur bu. Tüketim toplumunda, pazarcı dengesizlikleri şiiriyle dengelemekle yükümlü olan şair ne yazık ki özdenetimi elinden kaçırmış, zamanla pazarın bir parçasına dönüşmüştür. Kısaca birey, sanat ve toplum arasındaki bağların zedelendiği söylenebilir.

Zaman içinde insanın önce doğa ile bağlantısı kopmuştu. Böylece bilinmeyenin doğurduğu imgelem gücünün kaynağı olan mitostan uzaklaşarak kendi yarattığı bir gerçekliğe göç etti. Aydınlanma çağından sonra ve özellikle de modernite ile bu yeni gerçekliğe sırf materyal dünyada değil sanat ortamında da dokunur hale geldi. Post modern dönemde ise, insanın insana ve insanın topluma yabancılaşmasıyla birlikte, ileri teknolojiyi ve bunun doğurduğu yalnızlığı keşfetti. Bir yandan da topluma hızla pompalanmakta olan “kültür endüstrisi”ne (Adorno) bağlı olarak inceliklerden uzaklaştı, farklılıkların, özgünlüğün değerini bilmez oldu. Böylelikle hayal dünyası giderek daraldı. Zihnindeki yaratıcı güç ile dışarıdaki maddeci - yüzeysel - hızlı dünya arasında iletişim ve ilgileşim (korelasyon) kuramaz oldu. Nesnel ile öznel arasındaki çatışma nesnelin egemenliğiyle son buldu.

Dönemin toplum mühendisliği projeleri aracılığıyla dayattığı başkalaştırma planları, neo-liberal post modern çağın bireye karşı sürdürdüğü iktidar kavgasından kaynaklanıyordu. Yeryüzü ölçeğinde uygulanan bu kökten tasarım sürecinde, özellikle sanat erbabı üzerindeki olumsuz etkilerin hissedilmesiyle birlikte, büyük balık da küçük balığı yutmaya başladı. Şiirin kurumasının temel nedenlerinden biri budur, çünkü şairi besleyen özsu çekilmiş, şiir iklimi çoraklaşmış, şairin iktidar alanı daralmıştır.

“Okur okumuyor, okur anlamıyor” gibi bahanelerle bu dolambacın içinden çıkılabileceği düşünülmemeli. Sonuçlara bakarak sürecin analizinden kaçınmak veya sorunu görmezden gelmek bir bakıma kolaycılığa sığınmaktır. Şiir biter mi? Elbette bitmez. Birileri mutlaka susacak ya da susturulacaktır. Ama onuncu köyü arayan birileri de bildikleri yolda yazmayı sürdürecektir. Şairin öncelikle üzerine gerilen bu çağcıl çadırın altından çıkıp doğaya, duyguya, insana ve yaşama yeniden dokunması, geçerli hegemonyaya karşı dik durması şarttır. Yetkin bilinç ve gelişmiş bir dille olumlu - olumsuz gelişmeleri büyüteç altına alarak izlemesi; onların takipçisi olması; özümseyerek içselleştirmesi; görünmeyeni görmesi; tüm olumsuzluklara karşın daralan ve kısırlaşan şiir alanını genişletme çabasında ısrarcı olması; tüketmeye bağımlı kılınan kitleye karşı üreten kimliğinden ödün vermemesi gerekir.

Post modern tüketim toplumunda şiir de meta gibi algılanıp tüketilmekte veya anlaşılamadığı için beğenilmeyen bir ‘mal’ gibi raflarda beklemeye mi bırakılmaktadır?

Sorulması gereken ikinci soru budur. Diğer sanat dallarında olduğu gibi şiirin de kiçleşmiş, sentetik imgeler bombardımanı altında ezildiğini fark etmemek kuşkusuz mümkün değil. Fakat sorun buradan kaynaklanmıyor. Şair, sezdiren, duyumsatan, gösteren kişidir. Hitap ettiği kitle ise her dönemde kısıtlıydı. Ancak günümüzde şiir, şairin tüm çabalarına rağmen, duyarlılığı kabuk bağlamış okurun üzerinden, ona nüfuz edemeden akıp gidiyor. Doğru algılanıp kavranamıyor. Özetle, şiire rağbet eden kitle gün geçtikçe daralıyor. Bu ince sanat dalına karşı taşlaşan ve giderek duyarsızlaşan okur sayısı artıyor. Görülüyor ki sistem verimli toprağı süpürmektedir. Geride yalnızca taş kalıyor.

Toprak suyu emer ama taş emmez. Erozyona uğrayan okur kitlesini yeniden yapılandırmak, duyarlı hale getirmek bütünüyle şairin elinde değildir. Buna gücü yetmez çünkü. Turgut Uyar’ın da vurguladığı gibi şiir de, insan da çıkmazdadır. Ve üstelik “şiirin çıkmazı insanın çıkmazına, toplumun çıkmazına sıkı sıkıya bağlıdır” (Korkulu Ustalık, YKY 2009). Ancak yine de, metalaştırılmış dünyaya saf şiiri ulaştırmaya çalışmak, topluca verilen savaşların yanı sıra kişisel platformda da çabalarını sürdürmek, kentsoylu post-modernitenin egemen olduğu günümüzde doğa – dil – yaşam ile kurulan bağları güçlendirmek şairin temel görevidir. Sözcükleri özgürleştirmekle yükümlü olan şair artık dayatılan değerler dizisini, dolaşımdan kalkmaya yüz tutmuş eski ama değerli olanlar ile değiştirmek, diğer bir deyişle yeni paradigmalar oluşturmakla da yükümlü kılınmıştır.

Ama nasıl?

Bireysel çabalar büyük olasılıkla yeterli olmayacaktır. İktidara başkaldırmak, şairin muhalif tutumunu koruduğu, farkındalık çıtasını yüksekte tuttuğu anlamına gelir. Ayrıca yaptığı işin bir gereğidir de. Bununla beraber gerçekliğe ulaşmak için kendine biçtiği elbise geçerli koşullar altında ya dar gelecek, ya da üzerinden kaçacaktır. Çünkü şair çağlar boyunca küçük ölçekli iktidarlarla mücadele etmişti. Günümüzde ise makro iktidar olarak tanımlanabilecek küresel ve tek bir iktidarla boğuşmak zorunda. O halde sistemin dinamikleri içinde öğütülmeye şiddetle karşı çıkarken yardıma gereksinimi olacaktır. Bir yandan da bilinçdışı ile var olan bağların toplumsal ölçekte yeni baştan kurulma sorunu irdelenmeli ve nesnelleşmemiş birey - özneye tekrar ulaşılması sağlanmalıdır ki şaire gereksinim duyduğu zemin hazırlanabilsin. Farklı bir deyişle, çözüm ‘gösterge’ çizelgeleri ile bireysel ve kültürel düzen simgelerinin yeniden yapılandırılmasındadır. Burada geniş ölçekli, çözümlenmesi vakit alan ve şairi aşan bir sorundan söz ediyoruz. Okuru gerçek anlamda okur kılmak bir toplumsal sorumluluk projesidir. Eğitimle, kültür - sanat hizmetiyle, hepsinden önemlisi gelişmiş bilinç ve kararlılıkla duruma el atacak yönetimler şairin işini kolaylaştıracaktır. Kısacası şairin desteğe ihtiyacı var denilebilir.

Şimdi soruna daha geniş bir pencereden bakalım.

Sesli-sessiz, imdat çığlıklarını yükselten şairin işi zor, bunu biliyoruz. Şairin işi zor da, yazarın, ressamın, bestecinin, yorumcunun, heykeltıraşın, tiyatrocunun, genelde sanatçının işi kolay mı? Yeni Dünya Düzeni’nce yapay bir sanatın, özetle sanatsız bir dönemin altyapısının kurulduğu, gerçek sanatı besleyen ana damarların kesildiği, ona ‘kötü çocuk’ muamelesi yapıldığı, sanatsal estetiğin ayaklar altına alınıp sıradanlaştırıldığı bir dönemden geçiyoruz. Post sanat dönemi de denilebilir buna. Etkinliklerine son veren yayımcılar, birbiri ardına kapanan sanat dergileri, kapısına kilit vurulan atölyeler, sistem yazarlarına dönüşmeye zorlanan kalem ustaları, perdelerini indirmek zorunda kalan tiyatro ve konser salonları, küresel otorite tarafından temelleri atılan post sanat döneminin önceden kurgulanmış sonuçları ve somut göstergeleridir. Oyunun mağdurları ise yel değirmenleri ile dövüştüğünü bilerek ya da bilmeyerek küresel iktidara kılıç sallayan Don Kişot’lar, yani gerçek sanatçılardır.

Bu durumun ne kadarını görüyor, ne kadarını doğru tanımlıyoruz?

Sorun göründüğü kadar basit algılanmamalı, çünkü yaşamın ekonomiyle uzaktan yakından ilgisi bulunan, toplumun gidişatını etkileyebilecek bütün elemanları çağcıl bu düzende yeniden tanımlanmakta; kısacası toplumlar yeniden kurgulanmaktadır. On yıllar boyunca sürüp giden kimliksizleştirme operasyonundan sonra, küresel yönetimin beklentileri doğrultusunda, birbirinin benzeri, itaatkâr, sorgulamayan ama daima kabullenen yeni kimliklerin yaratılma süreci başlamıştır. Sistemin mantığı, yeryüzü ölçeğinde yıkma ve yeniden yapılandırma taktikleri üzerine kurulmuştur. Sanatın kiçleştirilmesinde, sanatçıya üvey evlat muamelesi yapılmasında bu gerçeğin payı büyüktür.

Hesapları altüst eden parametre ise sanatçının – özellikle de şairin - doğası itibariyle bu şablona uymuyor olması. O ki, bir Don Kişot olarak algılansa bile, arayışlarını sürdürecektir. Çözüm, bilinçli ve kararlı yönetimlerde demiştik. Ancak günümüzde kabuk değiştiren yönetimlerin, başka bir deyişle gücünü yönetişimsel stratejilerden (“Governance – İçinden Yönetim” – Foucault ) alan odakların sanatçıya el uzatması mümkün müdür? Yanıt olumsuz! Çünkü kurulan sistem ilk baştan kendini korumaya koşullandırılmıştır.

O halde çözüm nerede?

Belki de “dinleyici, izleyici salonları neden boş bırakıyor, neden dergi-kitap-resim almıyor, neden şiir okumuyor?” demek ve ağaca bakarken ormanı gözden kaçırmak yerine taşlaşan ruhların üzerine taze toprak atarak, bireysel çabaların yetersiz kaldığı yerde topluca hareket ederek ve “çözüm nerede” sorusunu sıkça sorarak başlamalı işe. Sessiz kalmaktan ve çözümsüzlüğe tutsak olmaktan iyidir sorgulamak. Aksi halde yakın bir gelecekte naylon kimliklere bürünüp kitleleri manipüle eden, onları kuşatan küresel operasyonun ürettiği sıradan elemanlara dönüşmek işten bile değil. Yardım arayışlarına ‘evet’; isyan çığlıklarına ‘evet’ ama sorgusuz sualsiz boyun eğmeye ‘hayır’ diyerek atmalı ilk adımı. Sanat sonrası (post sanat) dönemini başarısız kılmak, bu evreyi sanatın postunu deldirmeden atlatmak için küçük sorunlara odaklanmak yerine el ele vererek, uzun vadeli ve büyük düşünerek koyulmalı işe.

Henüz sökemediğimiz sözcükleri sökerek, eksilen günlere aldırmaksızın, azalan sözcükleri çoğaltarak belki de…


(“BİR TUTAM TUZ”, Hayal Yay. Ekim 2010, Sayfa 127)
(HAYAL Dergisi, Ekim-Kasım-Aralık, Sayı 35, Sayfa 72)




Naime ERLAÇİN





Borges an(b)d Microsoft..// Leon Felipe









Türkçeyi biraz söktükten sonra Borges bana Selahattin Hilav'ın aslında pilav gibi bir çevirmen olduğunu söyledi. " Osmanlıca öğretiyorsun sen bana" kızıyor ve Sait Faik okumak isteğini haykırarak yineliyordu. Onu Türkçeden uzak tutmak için elimden geleni yaptım. Bir Arjantinli, üstelik İngilizce düşünen bir Arjantinlinin Türkçe şiirler yazması eksik diye düşleniyordum. Hayır eğer hastanedeki odamda yatıyor olmasaydım! Neyse. Yıl 1958 ve unexpected visit of Mr. Borges....İngiltere’den koşarak gelmiş gibi bir hali var. Islak. Ada yağmurları hala üstünde leke. Dertli tavırlarla bana Nazım adında bir şairi soruyor.
" Koministti" yanıtladım. Omuzlarını geri attı. Sustu. "Çok güzel anlatıyor" dedi. Umursamadım. Kimsenin adını bilmediği bir yokuşa adımlarımı savururken beni durdurdu;
" Complexter ya da computer adında bir alet çıkıyormuş, ilk programını sizin Nazım Hikmet yazmış" dedi. Ben radyo bile dinlemediğimi söyledim. " İlerde Enis Batur adında iri bir Heybeli'li var olacak sen onu görürsen bir zahmet selamımı ilet. Ben ona çok benziyorum."Onu göremeyeceğimi ama Borges adında bir defterde bir şeyler anlatabileceğimi” söyledim. O yüzüğünü okşarken ben yokuştan devrik adımlıyordum; merak ederek arkama döndüm: elinde bir defter vardı ve Borges sayfaların güvercinlere dönüşmesini seyrediyordu. Tinercilerden teki kafasına şişe vurdu. İstanbul’da düş'müştü. Kaldıran biri olur diye düşündüm.





Leon Felipe





Sessizlik Cumhuriyeti../ J.P. SARTRE // Çev. P.M & B.D





Biz, hiçbir zaman Nazi Almanya’sı tarafından işgal edildiğimiz dönem kadar özgür olmadık!
Bizler tüm haklarımızı ve her şeyden çok görüş bildirme özgürlüğümüzü kaybetmiştik. Her gün, yüz yüze bize hakaret ediliyordu ve bunun karşısında bizler sessiz kalıyorduk. Bizleri grup grup sürgüne gönderiyorlardı, İşçi, Yahudi, Politik tutuklu adını, her yerde görüyorduk, hatta kent duvarlarında, gazetelerde, sinema perdelerinde, o ölgün, mide bulandırıcı görüntüyü bize zorla gösteriyorlardı ve bu zalimler bizden bu görüntüleri sindirmemizi istiyorlardı, işte bütün bunlardan ötürü biz “özgürdük”!..
Faşizm zehri beynimize işlediğinden dolayı, her yeni fikir-düşünce bizim için bir zafer niteliği taşıyordu. Tüm polisiye tedbirler sanki bizi sessiz kılmak içindi, her çıkış veya sarf edilen söz değerlerimizin yeniden ilanı sayılıyordu. Her tarafımız sarıldığı için her hareketimiz bir çeşit bağlılık değeri taşıyordu. Mücadelemizin dehşetli durumu bize şu olanağı sağlıyordu: çekilmez yaşamımızı örtüsüz biçimde yaşamamız gerekiyordu, hani o sözde “insani” koşullar olarak adlandırılan durum. Sürgün, esaret ve özellikle ölüm (ki yaşamımızın hoş dönemlerinde ona sırtımızı döneriz) en temel endişe kaynağımızdı. Öğreniyorduk ki bunlarla karşılaşmaktan insan kaçabilir ve varlığını sürdüren dış tehditler: bütün bunlar bizim payımıza düşünlerdi, kaderimizdi ve esasında insan olarak gerçekliğimizdi. Yaşamımızın her anı basit ibarelerin yorumu idi: “İnsan fanidir!..”
Herkesin kendine karşı sırtlandığı sorumluluk ve aldığı karar, geçerli bir karardı, çünkü karşısında “ölüm” kavramı vardı. , çünkü her seferinde şu soru çıkıyordu karşısına: “ ölüm; iyi bir şey mi?.. Yoksa?..”
Benim şu anki muhatabım direnişe destek veren seçkinler grubu değil, dört yıl boyunca, gece-gündüz “hayır” diye haykıranların tamamıdır. Ama karşımızdaki düşmanın acımasızlığı bizi bu yöne itti, ve kendi kendimize sorular yönlendirmek zorunluluğunu ortaya çıkardı, barış dönemlerinde kimsenin merak etmediğini. Hangi vatandaşı bu durumla karşılaşmamıştı, direnişin detaylarından bilgisi olanlar dahil, herkes ıstırap içinde kendine soruyordu: “ İşkence karşısında ne kadar dayanabilirim?”.


J.P. SARTRE

Çev. Poetic Mind & B.D


Kendimi kaybetmek için yazıyorum..// Fernando Pessoa




Felsefenin kendini hissettirdiği günler vardır. Yaşamı anlamlandırır bizim için. Kader diyorum: dünya büyüklüğünde bir kitaptır. Herkes bu kitabın bir bölümü sayılır; sadece bizden başka! Bizler bu kitabın boş bölümleri, kitab için yazılan sert eleştirileriz. O günlerden bir gündür işte bugün! Öyle hissediyorum. Uykulu gözlerimle, ağır ve daha uyanmamış zihnimle bir kurşun kaleme benziyorum, yersizce kağıdın canına okuyan kurşun kalem, öylesine boş boş çizgiler çiziyor, yazıyor. Yazma istenci olmayan kurşun kalem.
Ama yazıyorum: kendimi kaybetmek için. Acaba başkaları da kaybolduklarında yazıyorlar mı? Çevremi izliyorum, bakıyorum, kaybolmaya ramak kaldı. Coşkun değilim. Kederliyim. Kendimi kaybediyorum. Kendini kaybeden birisi tıpkı bir nehir gibi denize ulaşmalıdır; rüzgarla denize savrulan kumlar gibi güneşte kavrulmamalıdır. Kumlar üzerindeyim. Güneş kumların üzerine vuruyor, buharlaşıyorum.
Kaleme aldığım son yazıların üzerinden birkaç ay geçti. Bu sürede rüyamda hep başka birisine dönüştüğümü gördüm, başka birisinin yerine yaşadığımı ve bu durum beni mutlu kıldı. Gerçi mutluluk anlıktır, sonra kaybolup gidiyor. Ama şunu hissediyordum: artık o eski ben değilim. Sanki yoktum! Hiç olmadım. Sanki hep başka birisiydim. Başka birinin beynini taşıyorum. Kendim için düşünmüyordum. Oysa hiç düşünmüyordum bile. Öylesine yaşamışım işte. Bugün sevdiğim kimse olmak istiyorum. Belki de olmak istediğim tek şey budur, o sevdiğim kişiliğe kavuşmak. Bir şeyler yaptım gerçi, yani "onu" aradım. Kafamı ellerimin üzerine getiriyorum. Dirseklerimi masaya dayıyor, gözlerimi kapıyorum.
Şimdi, daha önce hep “olduğum” kimseyim. Olmak istediğim, arzuladığım ve sevdiğim o “adam”.

Fernando Pessoa
Çev. Poetic Mind & B.D


TOPLU İĞNENİN ETTİKLERİ..// Melek Ekim Yıldız





Bu kaçıncı? Üç mü, beş mi karıştırıyor. Karıştırmasa ne ki? Yine uyandı. Kalkıp su içti, yangın içinde mi dışında mı, bilemiyor artık. Elini alnına koyup kontrol ediyor; ateşi yok. Pencereden dışarı bakıyor, kar durmuş. Bir türlü ısıtamadığı ayaklarına acıyor yine. Buz kesmişler. Yatağa geri dönmek istiyor, bir yandan da kesintili bir başka uykunun korkusunda. Kaç gündür böyle, uykuları yamalı. Birkaç saatte bir koca bir yangınla uyanıyor. İçinde bir ateş, dışında bir başka ateş. Asıl ateş zihninde aslında. Bilmezden geliyor. Bilmediğine boyun eğiyor.
O toplu iğne yüzünden bütün bunlar. Zihnine kendi elleriyle sapladığı minicik bir iğne var. İğnenin paltonun eteğine değil de, onun zihnine saplanacağı kimin aklına gelirdi ki? Hepimizin içinden çıktığı o paltonun eteğinin kıvrımında unutulmuş bir toplu iğnenin hikâyesini yazma fikri aklına geldiğinde nasıl da sevinmişti oysa. İlk cümlenin gelişiyle sevinci katlanmış; “ O paltodan binlerce öykü çıktı, bir ben çıkamadım yüzyıllar oldu” diye yazmıştı hevesle. Ardından hiçbir şey olmadı. Hiçbir şey olmadıkça, olacak bir şeyin varlığından endişe etmeye başladı. Hikâyesinin kahramanı, tam da o endişenin gelişiyle birlikte saplanıverdi zihnine. O gün bu gündür orada. Ne uykuları uyku, ne yemekleri yeme, ne sevişmeleri aşk, ne de sözü söz artık. Yalnızca ateş var.
Ateşe alışabilir, onu kanıksayabilir; ne var ki ayaklarına ulaşmayan ısının, yalnızca kendi seçtiği yerleri dolaşmasına alışamıyor. Ateş bazen ellerinde, bazen yanaklarında alev alev; arada bir ense köküne yerleşiyor, kiminde kirpik köklerinde yanıyor ve bazen de gelip, uzunca bir zaman için, dilinin ucuna konuyor. Uğramadığı tek yer ise ayakları. Ateşin istikrarsızlığı ile sarhoş, zihnindeki iğne ile sancılı, kaleminin ucundaki boşlukla naçar dolaşıyor geceleri evin içinde. Küçücük bir iğnenin bunca hararet yapışına şaşırıyor, bir de ısının ayaklarına ulaşmayışına. Ondandır ki, ateşten çok ayaklarındaki soğukluğa takılıyor aklı. İğnenin metal soğukluğu adını veriyor duruma ve bununla eğleniyor.
Tedirginliğinin kaynağı kalemin ucundaki boşluk. Bu öyle bir boşluk ki, başka zaman olsa kâğıda gelişigüzel çiziktirmeler yaparak kurtulabilecekken, engellenemez bir durma anıyla yaralıyor içindeki yazıcıyı.
Zihnini iğneden kurtarabilse, başka, bambaşka bir hikâye kurabilse örneğin, rahatlayacak ve belki korkmayacak hikâyeden. Paltonun eteğinde unutulmuş o toplu iğne imgesine teslim oluşunun verdiği acı; acı kadar somut bir haz da içeriyor oluşuyla varlığına yayılıyor. Varoluşunu ele geçiren hikâyenin benliğine yayılışını dışarıdan biri gibi izliyor şaşkınlıkla.
Sokaklar boyunca yürürken, belediye otobüslerinde cam kenarı koltukları kollayıp, başını cama yaslayıp yola bakarken, daha önce hiçbir kimseye ya da hiçbir şeye izin vermediği bu işgalin anlamını soruyor kendine. Barikatlarını terk etmiş, elleri havada teslim olmuş bir direnişçi yılgınlığı içinde, beni böyle teslim alan bir aşk hikâyesi olsaydı en azından diye düşünürken yakaladığında kendini, elinde olmadan kıkırdıyor. Sonra aşk hikâyelerine inanmadığını hatırlatıyor kendine. Yine kıkırdama. Ateşin hararetini yükseltmesine kadar böyle kâh kıkırdayarak kâh cevapsız sorularla uğraşarak cebelleşip duruyor.Bu kaçıncı? İki mi, dört mü karıştırıyor. Ateş en yakıcı yerde şimdi, peş peşe içtiği birkaç bardak suyun soğutamadığı, acıyı da hazzı da azaltamadığı dilinde. Dili içine yönelmiş bir ejderha gibi. Banyo aynasındaki aksine bakıp konuşmayı deniyor. Sesindeki yumuşak ve sakin tını şaka gibi. Kendisiyle göz göze; uzunca bir süre bakışıyorlar. Anlaşıyorlar da üstelik. Sonunda banyodan çıkıp, masasına oturuyor. Otururken üşümüş ayaklarını altına almayı unutmuyor. Kaleminin ucundaki boşluğa gülümsüyor ve bu hikâyeyi yazmaya başlıyor. Bitirdiğinde, kim bilir, belki bir gün bir aşk hikâyesi de yazarım, diyor.

Melek Ekim Yıldız


Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***