(bu duru ve akıcı Robert Walser (öykü)çevirisi ilk kez borges defteri'nde yayınlanıyor, paylaşımları için Hamid Farazande ve Serpil Akpınar'a defter adına teşekkür ediyoruz..//defter)
Thun’da Kleist
Thun yakınlarında, Aare ırmağındaki bir adada, Kleist ahşap bir konakta kalacak bir yer buldu. Yüzyıl sonra, şimdi, kuşkusuz hiçbir güvence vermeden, söylenebilir ki, ben söylüyorum aslında, on metre uzunluğundaki bir köprü üzerinden geçerek zilin ipini çektikten sonra merdivenlerden birisinin kertenkele gibi alt kata sürünüp kimin girmiş olduğuna bakmış olsa gerek. “Boş odanız var mı?” çok geçmeden, Kleist, şaşırtıcı biçimde ucuz bulduğu üç odalı bir daireye yerleşiyor. “Evime Bernli yerli tatlı bir kız bakıyor.” Güzel bir şiir, bir çocuk, kahramanca bir eylem; onun zihnini bu üç şey dolduruyor. Bundan öte, biraz da sıkılıyordur. “Tanrı bilir ne oluyor bana, derdimin ne olduğunu o bilir, ben yalnızca buranın ne kadar güzel olduğunu biliyorum.”
Elbette o yazıyordur. Arada bir faytonla Bern’e gider, yazılarıyla ilgilenen arkadaşlarıyla görüşür, yazdıklarını onlara okur. Onlar da, tabii, ona övgü dolu sözler söyler, yine de genel olarak garip bulurlar onu. Bugünlerde Kırık Tas’ı yazmakla meşgul, ama kendi kırgınlığının nedenini bilmiyor. Bahar gelmiş, kırları çiçekler doldurmuş, bütün ağaçlar çiçeklenmiş, balarısı sürüleri öyle coşkulu, uğultulu ki insana sonbaharı anımsatıyor, birisi tembel tembel dolaşıyor, güneşin sıcaklığı insanı delirtiyor. Çalışma masasına oturup bir şeyler yazmaya çalıştığında, sanki çalkantılı ve aptallaştırıcı kızıl dalgalar kafasının içine saldırıyor; kendi uğraşına sövüyor. İsviçre’ye geldiği zaman çiftçilikle uğraşacaktı, iyi bir fikirdi, düşünülmesi kolaydı. Ne var ki, şairler Potsdam’da yeterince bu tür şeyleri düşünüyorlar. O daha çok pencerede oturuyor.
Büyük ihtimalle saat sabahın on civarı. O çok yalnız, yanında bir sesin olmasını arzuluyor, nasıl bir ses? Bir el, fena değil, başka ne? Bir beden? Ama niçin? Dışarıda, sıra dışı ve büyüleyici dağlar, beyaz çiçeklere bürünmüş gölü çerçevelemişler. Ne kadar kamaştırıcı ve rahatsız edici bir ışık! Köy tamamıyla suya bakar, baştan sona kadar bir bağ. Köy sanki çiçek dolu köprüleriyle, çiçeklenmiş balkonlarıyla mavi gökyüzüne tırmanarak baş kaldırmıştır. Güneş ve ışık altında kalmış kuşlar boğuk bir sesle ötüyorlar, hepsi sarhoş, uykulu. Kleist, dirseğini pencerenin eşiğine dayıyor, başını eline koyuyor, süzüp duruyor, kendini unutmak istercesine. Kuzeyde, çok uzaklardaki evinin hayalı gözlerinin önünde canlanıyor, annesinin yüzünü bütün açıklığıyla görüyor, eski sesleri de, kahretsin—atlayıp bahçeye giriyor. Bir tekneye binip sabahın duru gölü içinde kürek çekiyor. Güneşin öpücüğü bölünür gibi, tüketilir gibi değil, ne bir esinti, ne de bir kıpırdanış. Dağlar sivri zekalı bir ressamın nakışlarıdır, ya da buna benzer bir şey, sanki bütün bölge bir albümmüş gibi dağlar beyaz bir sayfa üstünde amatör ama kılı kırk yaran bir ressam tarafından yadigar kalsın diye bir kadın için çizilmiş, altında da bir dize. Albümün kapağı çok uygun bir açık yeşile kaçıyor, gölün kıyısındaki dağ etekleri de yumuşak bir yeşil renginde, çok yüksek, çok kaçık, çok hoş kokulu. La la la! Giysilerini çıkarıp suya dalıyor, anlatılması güç bir keyif onun için. Yüzerken kıyıdaki kadınların gülmelerini duyuyor. Tekne yavaşça o yeşile çalan mavi su üzerinde ilerliyor. Çevresindeki dünya açılmış bir kucak gibi. İnsanı kendinden geçiren, kim bilir belki de ölüm bekleyişinde tutan bir durum.
Bazen, özellikle güzel akşamlarda, buranın dünyanın sonu olduğu hissine kapılır. Alp dağları, dorukların üstünde kurulmuş bir cennetin ulaşılmaz kapıları gibi geliyor ona. Uslu ve emin adımlarla küçük adasında aşağı yukarı gelip gidiyor, kızın biri çalılar arasında ısrarla çamaşır yıkıyor, müzikal, sarımtırak ve dehşetengiz güzellikteki aydınlıkta.
Kar örtülü dağların rengi kaçmıştır; kuğular sazlıkların içinde bir ileri bir geri yüzüyorlar, sanki loş akşamın güzelliğiyle büyülenmiş gibiler. Hava hastadır. Kleist içinde mücadele edebileceği bir savaş arzuluyor. Kendini mutsuz ve işe yaramayan biri olarak görüyor. Yürüyüşe çıkıyor. Kendisine, gülümseyerek, neden işi olmayan kişinin kendisi olması gerektiğini, neden uğruna çalışabileceği ya da üstesinden gelebileceği bir şeyler olmadığını soruyor. Kendi us ve gücünün özsuyunun inlediğini duyuyor, bedensel bir keşmekeş için bütün ruhu titremeye başlıyor.
Ayakları altında, gri çakılların çevresinde, sarmalların tutkunca sarıldığı kale tepesine dek yükselen Kadim duvarlar arasından tırmanıyor Buradan bütün camlardan güneş ışığının yansıması görülüyor. Kayalığın kenarında keyifli bir konaklama yeri bulunuyor, orada oturup ruhunu uçmaya, sessiz ve kutsal, aydınlık manzarasında dolaşmaya bırakıyor. Şayet şimdi her şey istediği gibi olsa şaşırırdı. Bir gazete mi okusa? İyi mi gelirdi ona? Resmi ya da orta zekâlı biriyle aptalca veya faydalı bir politik tartışmaya mı girse? Evet, o mutsuz değil mi? Başkalarını umursamadan kendini yalnız ve mutlu bir insan olarak görüyor, avutulması mümkün olmayan biri. Ona göre toplumsal mevki geçici ve ufak bir gölge. Hüzne kapılmayacak kadar duyarlı biridir, içinde, düşünemediğiniz kadar çelişkili, temkinli ve kuşkucu duygulara yer vermiştir. Yüksek sesle haykırmak, ağlamak istiyor canı, göklerin tanrısı neler oluyor bana? Karanlığın çökmüş olduğu tepeden aşağıya iniyor. Gece avutuyor onu, odasına dönüp çalışma masasına oturuyor, kendini yazmanın coşkulu anına bırakmak istiyor, lambanın ışığı, içinde yer aldığı mekânın imgesini silerek zihnini aydınlatıyor. Şimdi yazabiliyor artık.
Yağmurlu günlerde hava oldukça serin ve boş, oda onun içinde titriyor, yeşil çalılar bağırıp inliyor, bir nebze güneş için yağmur boşalırcasına gözyaşı döküyorlar, Dağları tepesinden kirli görünümlü dev bulutlar geçiyor, tıpkı alınlardaki cinayetkâr, küstah eller gibi. Sanki köy sürüklene sürüklene uzaklaşmak, bu cehennem havadan korunup kuru ve kurak kalmak istiyor.
Göl kurşuni, hüzün vericidir, dalgaların dili şefkatsizdir, fırtına esrarengiz bir öğüt gibi inliyor, amaçsızca geziniyor, bir duvardan ötekine tenini sürtüyor. Burası karanlık ve dar bir yer, her şey insanın burnunun dibine sıkıştırılmıştır. İnsanın canı bir balyozla bütün bunlar arasından bir yol açmak istiyor. Uzaklaş buralardan, uzaklaş!
Güneş yine ışık saçıyor. Bugün günlerden Pazar, çanların sesi yükseliyor, kızlar ve kadınlar üstlerinde gümüş renkli boncukların bulunduğu sıkıca bağlanmış siyah sutyenleriyle, erkekler sade ve vakur giysileriyle, ellerinde dua kitapları, güzel ve huzurlu yüzlerle çıkıyorlar tepenin üstündeki kiliseden. Sanki bütün sıkıntılar silinmiş, sanki bütün kavgacı ve kaygılı çizgiler düzleşip dağılmış, bütün acılar unutulmuş. Çanlar nasıl da tınlıyor, renklerle ses dalgalarıyla yükselip bütün Pazar günü nasıl da güneşe boğulmuş kasabanın üzerinde hüzünlü tınılarıyla ışıldıyor. İnsanlar dağılıyor. Kleist kalkıyor, garip hislere kapılıyor, kilisenin basamaklarına adım atarak insanların hareketlerini, basamaklardan inişlerini gözlüyor. Prensler gibi, asalet ve özgürlüğü kemiklerinde taşıyan bir köylü çocuğunun basamaklardan inişini izliyor. Köyün kaslı, yakışıklı gençlerini görüyor; ama ne biçim köy, ne köy düz bir ovadır, ne de onlar kır insanı. Derin vadilerden meraklıcasına yeşerip mağaralarda yer edinen gencecik çocuklar onlar. Büyüdükleri mağaraların çoğu daracık; boylu poslu bir adamın kolları gibi. Onlar, dağlardan yeryüzünün derin çatlaklarına kadar sızan mısır tarlalarının bulunduğu yerin oğulları, sıcak ve keskin kokulu otların dar ve korkutucu vadiler kenarında düz ve küçük tarlalarda yetiştiği yerin oğulları, evlerin çimenliklerde benler gibi iç içe girdiği, köyün geniş caddesinde durup da yukarıdan ona baktığında acaba bir yeni ev aralarına yerleştirilip yerleştirilemeyeceğini düşündüğü yerin oğulları.
Kleist Pazar yerlerini seviyor, bir de köylü kadınların mavi mantoları ve yerel kıyafetleri ile köyün daracık sokağından dalgalanıp ilerleyen hafta pazarlarını. Bu dar caddenin kaldırımında, pazarcılar mallarını taştan kaplar ve dayanıksız tezgâhların üstünde toplamışlar. Bakkallar ucuz ganimetlerini kaba ve aldatıcı bağırışlarla duyuruyorlar. Hafta pazarlarını genellikle en sıcak ve kamaştırıcı, en aptal güneş aydınlatıyor. Kleist uslu ve şeffaf kitlenin arasında sağa sola itilip kakılmaktan hoşlanıyor. Her yeri peynir kokusu sarmış, köyün ciddi ve bazen güzel kadınları daha iyi dükkânlara gidip alışverişlerini tamamlıyorlar. Erkeklerin çoğunun ağzında çubuk var. Domuzlar, danalar ve inekler düzen içinde geçiyorlar. Adamın biri gülerek pembemsi domuz yavrusunu sopa ile yürümeye zorluyor, hayvan da direniyor, birden bire adam onu koltuğunun altına alıp oradan uzaklaşıyor. İnsanların ten kokusu giysilerinden sızıyor, konak evlerinin içlerinden içkili sohbetlerin, dansların ve yiyip içmelerin sesleri geliyor. Büyük bir hengâme! Seslerin özgürlüğü! Bazen faytonlar geçemiyor, atların hepsi pazarcılar ve çarşı bekçilerinin yol göstermesi ile içeriye alınıyor, güneş baştan başa eşyaların, giysilerin, yüzlerin ve sepetlerdeki malların üstüne vuruyor.
Her şey devinim içinde, güneşin ışıması da diğer şeylerle paralel deviniyor. Kleist dua etmek istiyor. O görkemli hiçbir müziği güzel bulmuyor, hiçbir kimseyi müzik, bu insani etkinliğin ruhu kadar zarif bulmuyor. Bu müziğin ritmiyle birlikte daracık sokakların içine dalmak istiyor. Yürümeye devam ediyor, etekleri kalkmış kadınların, sepetlerini başlarının üstünde taşıyan ve asaletten pay almış, İtalyan resimlerinde başlarında testi taşıyan kadınları anıştıran sakin kızların, bağırıp çağıran erkeklerin, polislerin, defterlerini kitaplarını ellerinde taşıyan öğrencilerin, onda serinlik hissi yaratan çardakların yanından, urganların, çubukların, gıdaların, yapay mücevherlerin, çenelerin, burunların, şapkaların, atların, perdelerin, battaniyelerin, yünlü çorapların, sosislerin, tereyağı toplarının ve peynir kalıplarının yanından geçiyor, ta ki: gürültünün patırtının dışına, Aare ırmağının üstündeki bir köprüye doğru geçinceye kadar: Orada duruyor, demirliklere yaslanıp anlatılması zor bir güzellikle uzaklara doğru akan masmavi suyun derinliklerine bakakalıyor.
Başının üstünde kalenin kulesi parıldıyor, kahve renkli lavalar gibi ışıldıyor, bu handiyse İtalya olabilirdi.
Bazan her hafta kurulan pazarlarda bütün kasaba güneşe ve huzura büyüleniyormuş gibi geliyor ona. O, hareketsiz, garip belediye binasının önünde duruyor, gözlerinin önünde, beyaz duvarının üstünde, yapılış tarihi sivri kenarlı rakamlarla oyulmuştur; bütünüyle geri dönmesi imkansız bir şey bu, unutulmuş bir şarkının tekrardan söylenmeye çalışıldığı gibi; yarı canlı, hayır, bu asla canlı olamaz. Kalenin yanındaki ahşap merdivenden tırmanıyor, cesur askerlerin yaşadığı kale burası. Ahşap, kadim asırların, kaybolmuş insan kaderlerinin kokusunu yayıyor. Yukarıda geniş, yaylanmış yeşil bir bank üzerine oturup çevreye bakınıyor ama gözlerini kapıyor. Her şey ona dehşetengiz geliyor. Sanki uyuyormuş gibi, toza toprağa gömülüyormuş gibi, hayatın yanından geçiyormuş gibi. Sanki en yakın şey düşsel ve gizli bir mesafede ondan uzak kalmıştır. Her şey sıcak bir bulutun örtüsü içindedir.Yaz; ama nasıl bir yaz? Yüksek bir sesle şöyle konuşuyor: Ben yaşamıyorum. Gözlerini, ellerini, bacaklarını ve nefesini hangi yöne çevireceğini bilemiyor. Bir düş. Düşte hiçbir şey yok. Ben düş istemiyorum. Sonunda, kendisine, uzun bir süre yalnız kaldığını söylüyor. Titriyor. Çevresindeki dünyayla ilişkisinin duygudan ne kadar yoksun olduğunu itiraf etmek zorunda kalıyor. Sonra sıra yaz gecelerine geliyor. Kleist kilisenin yüksek duvarına oturuyor, her şey ölgün ve rutubetlidir, daha rahat nefes alabilsin diye gömleğinin yakasını açıyor. Ayaklarının altında göl uzanıyor, sanki tanrının büyük eli gölü oraya yatırmış gibi, sarı ve kırmızı ışıklarıyla bütün aydınlığın suyun dibinden yüzeye sızdığını düşünüyor, ateşten bir göl gibi. Alp dağları, tüm canlılığı ve masalımsı duruşuyla suya eğilmiş, kuğuları aşağıda, sessiz adalarının çevresinde tur atıyor ve ağaç doruklarında karanlık, hoş sedalı tomurcuklar yüzüyor—ne içinde yüzüyor? Hiç, hiç. Kleist bütün bunları içiyor. Ona göre, bütün karanlık göl, tanımadık bir kadının uykulu ve açık teninde bir inci selselesi gibidir. Limon ağaçları, çam ağaçları ve çiçekler ıtırlarını her yere yayıyorlar. Aşağılarda bir ses var, zorlukla duyulan. Onu duyabiliyor, görebiliyor da aynı zamanda, bu yeni bir şey. O dokunulması, algılanması mümkün olmayan bir şey arıyor. Orada aşağılarda gölün üstünde bir tekne kürek çekiyor. Kleist göremiyor onu, ama ileri geri dalgalanan kılavuz fanuslarını görüyor. Orada oturmuş, yüzünü öne eğmiş, sanki ölüm hazırlığı içinde o güzelim derinliğin imgesi içine dalmak, o imge içinde yok olmak istiyor, iki gözü tek göz olsun istiyor, yok bambaşka bir şey, hava bir köprü olsun istiyor, tüm manzaralar da ona sırtını yaslayabileceği bir sandalye, haz verici, coşkulu, boğuk. Gece çöküyor, ama o aşağıya inmek istemiyor, çalıklar altında gizlenmiş bir gömüt üzerine yatıyor, başı üstünde yarasalar kanat çırpıyor, sivri uçlu ağaçlar, üzerlerinden hava geçince inliyor, otlar güzel kokuyor, gömütlerde yatanların örtüsüdür. Hüzün verici bir şekilde mutludur, çok mutlu, içinde bulunduğu bunalımı, sıkıntısı ve hüznü kadar mutlu.
Çok yalnız o. Neden ölüler yarım saat bile olsa yattıkları yerden kalkıp da bu yalnız adamla konuşmasın? Sakin bir yaz gecesinde, gerçekten de, insanın onunla sevişeceği bir kadını bulunmalıydı. Kleist, dudakları, beyaz, kışkırtıcı göğüsleri hayal edince, giyinik halde, gülerek ve ağlayarak tepe altındaki gölün kıyısındaki suya dalıyor.
Haftalar geçiyor, Kleist bir yazıyı yok etmiş, ikinci, üçüncü yazıyı daha. O en yüksek üstünlüğü arıyor, peki, peki, o yazı nasıl bir şey? İyi olduğundan emin değil misin? Yırt o zaman onu da. Çok daha yeni bir şey, daha vahşi, daha güzel. Sempach Savaşı’nı yazmaya koyuluyor, öykünün merkezinde Avusturya’nın Leopold’u duruyor, onun garip kaderi Kleist’a çekici geliyor. O esnada Robert Giscard aklına geliyor. Onun görkemli bir kişiliği olsun istiyor, makul ve sade duyguları olması için bahtiyarlığının bir anda gözleri önünde paramparça olup kayalıklar gibi kırılıp hayatının toz duman tümseğine karıştığını görüyor. Yine de, ona yardım ediyor, artık içi rahat, kendini bütünüyle bir şair olma uğursuzluğuna bırakmak istiyor, benim için en iyi şey bir an önce yok olmaktır.
Yazdığı her şeyden yüzü buruşuyor, yarattığı karakterler doğru yoldan sapıyor. Sonbahara doğru rahatsızlanıyor, üzerine düşen yumuşaklıktan hayrete düşüyor. Ablası onu eve götürmek için Thun’a yolculuk yapıyor. Kleist’in yüzünde derin kırışıklar oluşmuş, yüzü ruhu sönmüş bir insanın görünüşüne ve ifadesine bürünmüş, gözleri, üstünde duran kaşlarından daha cansız duruyor, saçları kalın halkalar biçiminde şakaklarının üzerine toplanmış, hayal ettiği bütün düşüncelerine ters düşerek onu pis kuyulara ve cehennemlere doğru sürüklemiştir. Beyninde yankılanan şiirler kuzgunların ötüşü gibi geliyor ona; hafızası silinsin istiyor. Hayatına ışık tutmak istiyor; ama ilk önce Hayatın kabuklarını söküp atması gerekiyor. Ölümü bekleyiş anına kızıyor, düştüğü çaresizliği aşağılıyor. Canım benim, neyin var? Ablası onu kucaklıyor. Hiçbir şey, hiç. Bu bütünüyle yanlıştı, ablasına derdini anlatması gerekirdi. Odasının tabanında kalan el yazmaları anne babaları tarafından terk edilmiş çocuklar gibi dağınık duruyor. Elini ablasının elinin üzerine koyuyor, ona bakmaktan hoşnutluk duyuyor, uzun bir bakış, sessiz, sessiz; bir kurukafanın boş bakışları bunlar. Kız birden bire titriyor.
Sonra onlar orayı terk ediyor. Kleist’a evine bakmakla görevli köylü kız hoşça kal diyor.
Aydın bir sonbahar sabahı. Fayton, köprülerin üstünden dönüp gidiyor, caddede kabaca çizilmiş hatların arasından geçip insanları geride bırakıyor, başının üstünde gökyüzü, ayaklarının altında sarımtırak yapraklarını döken ağaçlar, her şey temiz, sonbahara uygun, başka ne? Fayton sürücüsünün ağzında çubuk var. Her şey her zamanki gibi görünüyor. Kleist faytonun bir köşesinde kederli kederli oturuyor. Thun kalesinin kuleleri bir tepenin arkasında gözlerden kayboluyor. Sonra, daha da uzaklarda, Kleist’in ablası bir kez daha gölü görebiliyor.
Hava oldukça serin. Köy evleri görülmeye başlıyor, peki, peki, bu kadar çok muhteşem ev böyle dağlık bir köyde nasıl olur? İlerliyorlar. Yandan bakıp da izlediğinizde her şeyin geride kaldığını görüyorsunuz, her şey dans ediyor, halkalanıyor, kayboluyor. Dahası zaten sonbahar perdesinin altında gizlenmiştir, her şey bulutları delen ufarak güneş ışığında altınımsı görünüyor, böyle bir altın parıldadığında, yalnızca tozda toprakta bulunabiliyor. Tepeler, sarplar, vadiler, kiliseler, tarlalar, süzen insanlar, çocuklar, ağaçlar, rüzgâr, bulutlar, mallar, ve lakırdılar—Acaba bütün bunlar özel bir şey mi? Bütün bunlar saçma ve her gün olan şeyler değil mi? Kleist bir şey görmüyor, bulutları hayal ediyor ve biraz da huzur verici, şefkatle okşayan bir insanın elini. Ablası, nasıl gidiyor, diye soruyor ona. Kleist ağzını toplayıp ablasına bir gülümseme göndermek istiyor. Başarıyor, ama güçlükle; sanki gülümsemeden önce ağzının önünde duran bir kayalığı kaldırması gerekiyor. Ablası özenerek, onunla, yapabileceği gündelik işlere ilişkin sohbete girmek için bütün cesaretini toplamaya çalışıyor. Başını sallayarak aynı fikirde olduğunu ifade ediyor. Müzik ve ışık huzmeleri hislerinin çevresinde çırpınıyor. Doğrusunu söylemek gerekirse, kendine itiraf etme gücünü bulursa, rahatlayacaktır; Yine de sancı kalır, ama şu an için rahatlardı. Bir şey onu rahatsız ediyor, evet, gerçekten, doğru, ama bağrında değil o, ne de ciğerlerinde, ya da başında, o zaman ne? Hiçbir yerde olan bir şey mi? Peki, o kadar da değil, biraz. İnsanın tam olarak nerede olduğunu söyleyemeyeceği bir yerde. Bu da şu demek: Hakkında söz etmek olanaksızdır onun. O bir şey söylüyor, sonra öyle anlar geliyor ki kendini bir çocuk gibi mutlu hissediyor, sonra da, tabii, kızın yüzünde, ona hayatını nasıl da boşa harcadığını göstermek için daha ciddi, cezalandırıcı bir ifade beliriyor. Kız da sonuçta bir Kleist, iyi bir eğitim almış, hem de kardeşinin elinin tersiyle ittiği. Kız, kalben neşeli bir tabiata sahiptir, bu da Kleist’a iyi geliyor. İlerliyorlar. Ne güzel bir yolculuk! Ama sonuçta birisinin bu faytonu sürmesi gerekiyor, eninde sonunda birisinin de Kleist’ın yaşayıp yazdığı konağın kapısında duran mermer levhaya bakıp kimin orada kaldığını okuması için kendine zaman tanıması gerekiyor. Alp dağlarına yolculuk düzenleyen gezginciler levhayı okuyabiliyorlar, Thun’daki çocuklar onu harf be harf telaffuz ederek okuyabiliyor, sonra da birbirlerinin gözlerine soru sorar gibi bakabiliyorlar. Bir Yahudi onu okuyabiliyor, vakti varsa ve henüz trenini son anda kaçırmadıysa bir Hıristiyan da; bir Türk, bir kırlangıç, kız bile, onu ilgilendirdiği kadar, bir de ben, ben de canım isterse onu okuyabiliyorum. Thun, Bernese Oberland bölgesinin ağzında bulunuyor ve her yıl binlerce yabancı turist tarafından ziyaret ediliyor. Ben bölgeyi biraz biliyorum, çünkü oralarda bir bira fabrikasında çalıştıydım. Burada anlatamayacağım kadar güzel bir yer orası, gölün suyunun mavisi iki kat, gökyüzünün güzelliği üç kat daha güzel. Thun’da bir Pazar yeri vardı, kesin olarak söyleyemem, ama sanırım dört yıl önceydi.
1913
Öykü: Robert Walser
Çeviri: Hamid Farazande, Serpil Akpınar