Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



Batı henüz "Mea Culpa" diyemedi bay Slavoj Zizek!/ Borges Defteri



Batı henüz "Mea Culpa"
diyemedi bay Slavoj Zizek!

“Başkalarını anlama uğraşı artık koyu bir kötümserlikten geçecek. Maddi temelin geri dönüşü olmayan biçimde yitirmiş denemecinin, kendi hayatından bir bilgelik çıkaracak, kendini erdemli kılacak her şeyle birlikte kültüre de sırt çevirişi: Tarihi bir hazine değil bir enkaz, ilerlemeyi bir yükseliş değil bir çöküş olarak görmenin kaybettireceği bir şey yok artık..”
Walter Benjamin


Tarihin iç çekirdeğine 20. yüzyılın en ilham verici düşünürlerinden Benjamin ile yaptığımız bu kısa yolculuk bize neyi aktarıyor? Tarihin bu garip egemenliği nerdeyse bütün sonuçları peşinden sürükler. Geleceğin kökünü söker, kuruntuları dağıtır, ve onları kendi havasına içine alır. ‘ Tarih doğruluğu gerçekten kendi salt anlamı içinde işlenirse korkunç bir erdemdir, sürekli yaşayanı gömer, yıkıma götürür’. Zizek’in The Guardian Gazetesinde(23 Ekim 2007 tarihinde) yayımlanan yazsının en can alıcı noktası işte nesnelerin, tarihin bu yeniden adlandırılması kesitinde şeytana yeniden bir ad bulmaktan ibarettir. Yanılmaların gölgelediği bir bakış ufkunda.
“Deforme olmuş insan hep kendini yakışıklı gösteren aynalar bulur” derler, Amerika ve Avrupa kıtalarının çoğu siyaset adamı ve kimi düşünürleri şimdilerde bu ruh halindeler.
“İş aşkı ne çılgınlıktır” tümcesi bütün cazibesini koruyor onalar için, ne işi? İş, işte! Sömürülenlerin sömürüyü, asılan adamın halatı, kölenin zincirlerini sevmesini nasıl da görmeye değer bir beceri ile başardı sermaye.Başardığı iş budur.
Evet, hepimiz biliyoruz düz bir çizgi üzerinde uçan kuşu vurmak kolaydır. Batılıların daha anlayamadığı kör nokta işte tam burasıdır. Bu yakadaki kuşlar artık farklı yönleri deniyorlar uçarken, ele avuca sığmaz oluşları bundan kaynaklanıyor. Slavoj Zizek bu yazısında çok duygusal ve kızgın bir ruh halinde. O da biliyor, Batı artık sadece “değiştirme” fiilini düşünmüyor, belki suç ortaklarını da aynı kriterlerle arıyor. Siyasette tutarlılık, etik, ahlak kuralları bir gereksinim olmaktan çıktı onlar için.
Zizek gibi bu konulara “odaklanmış” birisinden beklentimiz biraz ortalamanın üzerindedir her zaman.
Sadece kızgınlık ve asabiyetle etkin vuruş yapılamaz.
Bush ve Sakozy denilen zatlar budalalık ile pul koleksiyonculuğun ortasında bulunan iki vasat “adam”, ötesi yok. Ya onları besleyen sistem? Bu sistem hiç boş durmuyor, emin olun, büyük bölgesel politikalarla eş zamanlı olarak kendi iktidar laboratuarlarında Zizek de dahil olmak üzere hepimiz için sürekli yeni “vazgeçiş modelleri” de programlıyorlar ya “tutarsa” hesabıyla. Sadece gidişatı temelden sorgulayanlar için geçerli bir durum bu tabii, yanı aykırı düşünenler için. Korkmayın sizi bu kentlerde hep bir bekleyen olacaktır, sokakları asla terk etmeyecekler o tutunamayanlar, "ötekileştirilenler", yarını avuçlarınızda eşitce bölmek isteyen o düşünce aşıkı divaneler, bilgeler, düş çılgınları...
Zizek bu yazsında bir devasa noktanın asla farkında değil, dilini ve beynini o “sistem” öyle büzüştürmüş ki kendisi bile bunun farkında değil. “Militarist hümanizm” ne demek? Neyi açıklıyor? Son 15 yılda olup biteni bu terimler asla ve asla karşılamıyor, karşılayamaz! Kristalleşen ve kendini bunca açığa çıkaran bir yok etme operasyonu “militarist” eylemler ve “hümanizm” tutkularla açıklanırsa çok şey eksik ve bir yığın etken, sonuç, araç göz ardı edilmiş olur.
Bulunduğumuz coğrafyaya karşı “Yaşam hiçbir şey, ölüm her şey” diyebilen muazzam bir sistemin vahşeti, ilkelliği var karşımızda.
Batı yakası artık çok şey bilen tilki rolünde değil, aynı kirpi gibi “bir şey”e odaklanıyor ama çok iyi odaklanıyor, o da kitlesel kıyım ve şok doktrinidir. Zizek ve tüm Batılı aydın, düşünürlere yıllardır yönlendirdiğimiz bir itirazımız hala geçerliğini koruyor.Sesleri, yer yer cılız itirazları mutlak bir keyfilik içinde ulaşıyor bizlere. Kendi Anayasal hukuklarının selameti açısından irdelenmek isteniyor her olup biten olgu, olay. Kocaman bir bozulmuşluk ve çürümüşlük var tüm sözde karşı çıkışlarında. Bunca korku ve şok seferberliği bir aydının yüreğini dondurmasını gerektiği yerde “militarist hümanizm” denilen iki ucu açık, köhnemiş ve teorik etkinliği kalmamış bir tanımlamayla açıklanmaya çalışılıyor, adını topyekün bir soykırım seferberliği-girişimi olarak ( Avrupa’nın göbeğinde yaşanan Bosna olgusu- Irak, Somali, Mynamar vs..den söz ediyoruz) hala koyamıyorlar. Bölgenin her türlü insanı felaketlerinde bunların arzuyu kaçıran, zorlayıcı soğuklukları vardır. Batılı kimi yazarların bu cılız, kıytırık merhamet gösterileri tiksinti vericidir.
Bu aşamadan sonra bu bölgenin yarasına, insanına, çektiği acılara dokunmadan kimse “var-olan”, “var-olmayan” gibi korkunç soyutlamalara el uzatamaz, buna Slavoj Zizek, Foucault da dahildir. Çünkü o felaketler öyle bir zeminde yeşerdi ki, onlara dokununca insanın kanı yavaş yavaş donmaya başlar, felsefe bile çaresiz kalır, hoş artık eski filozofların sadece ismi kaldı geriye.
Adalet, hak, ödev gibi sözlerin ancak organize edilmiş bir toplumda anlamı vardır. Batı yakasında artık görebileceğimiz o sarsıcı düşüncelerden, heyecanlardan pek eser yok, şeyler, kesinlikler, “değerler”(?), “roller”, tatminler, görevler var sadece. Çoğu kentlerinde yaşlı nüfusun getirdiği depresiv ruh hali hakim, yalnızlık ve can sıkıntısından bitap düşmüş hayaletler kol geziyor gotik yapılı düşler ülkesinde. Ama siz ona bakın ki hala hayatın içine değil, üzerine arsızca ve çoğu kez bilimsel metotlarla atlamaktan da geri kalmıyorlar, onu o kanlı pençeleriyle bir kez daha yok etmek, parçalamak, tahakküm kurmak için varlar, ardından kopuşa doğru ve her türlü kirli fanteziye ulaşıncaya dek kovalamaya yelteniyorlar. Kadim becerileri, marifetleri hala geçerlidir, tüm yapısal bunalımlarını yeniden “üretime” dönüştürme kapasitelerinden zerrece taviz vermediler. Son dönemlerde Batı yakasından yan sanayi dallarındaki üretim atölyelerinin ardı ardına ulaşan iflas haberleri ise bu refah toplumlarını derinden sarsmaya doğru yelkenleri çoktan açmış bile, 60 seneden sonra ilk kez Batı'da Banka batıyor! Doğunun uyanın devi Çin dünyanın üretim atölyesine dönüşme yolundaki son hamleleri Derrida’nın deyimi ile bu Asya kıtasının uzantısı kaya parçasını feci biçimde etkileyecektir.

Avrupa ve Amerikan kökenli sözde eleştirel sosyolojisi asıl olarak sanayinin siparişi üzerine yapılan konformist araştrmalarla uğraşıyor, yeryüzünün bu en eski uygarlık beşiğinde( Ortadoğu) hangi trajediler, dramlar sahneleniyor pek ilgilerini çekmiyor. İtirazları ancak Zizek ses değerinde kalıyor. Sonuç ise yine aynı: Levinas’ta olduğu gibi “ötekinin” yüzü karşısında duyulan utanca dönüşür tüm yanıklar… Evren bir yana, Batı'nın bu utancı bir yana. Arzın bu yakasında önümüze bıraktığınız bu çözümlenemez enkazın kalıntısı önünde sizi hep bekleyeceğiz bay Zizek...Nesnelere yönelen her "nesenel" bakışın sonucu böyle bir gerekliğiliği de hep, ama hep zorunlu kılmaktadır...

Saygılarımızla,
Borges Defteri

( borges defteri felsefe ekibi tarafından kaleme alınan bu yazımızı dileyen dergi, oluşum veya gazete yayınlamakta özgürdür,

kaynak verilmesi yeterlidir.)

İlave -½ Ek:
Batı koordinatlarından bu bölgenin isyan sesi duyuluyor artik. Zizek’in kısık çığlığına da bu ses saplanmış sanki.
Yerkürenin bu "taraflında" yaşayan herkesin yaşamında patlayan o bilinmeyen denklemlerden söz ediyoruz.
Abartılı sözde özgürlük uygulamasının, dayatılmasının olası "ters" tepki veren antropi probleminin yer değiştirme sesleri yankılanıyor tüm bölge coğrafyasından.( Çin, Hindistan, Rusya, İran, Türkiye-ilk elden).
Ama "militarist hümanizm" ile açıklayamayacağız bir tuhaf cehennem taşlarının kıpırtısı söz konusudur.
Sözde özgürlük getirilmek istenen ve benzersiz bireylerden oluşan "toplumlar" teker teker olumlu yönde kabuk değiştiriyor ve içten içe çatırdıyorlar, bu devasa kaya parçası bir yerlere doğru yıkıcı (şişirilmiş suni değerler üzerine) biçimde sürüklenecek, bunun çok iyi farkındalar ki hiç çekinmeden "gerekirse nükleer bombalarla bu coğrafyayı vururuz" tehditleri direkt devlet başkanları tarafından (utanmadan) dile getiriliyor: (Amerika- Fransa).
Kitleleri "militarist hümanizm" aracıyla tersinden devalüe etmek, küçümsemek, yok etmek niteliksel olmadı hiç bir zaman, ideolojik oldu. Adını ters değil bay Zizek: düz koyalım: Vahşettir bu yapılanlar ve de çok iyi biliyorsunuz ki ideolojiktir ( her ne sebepse bunu bir türlü dile getirmiyorsunuz) ve bu muazzam resmin altında Avrupa "uygarlığının" imzası görünüyor: buyurun inkar edin ve hala bir yerlerde kimi halkların, devletlerin neden uysal olmadıklarını, olmayacaklarını ( size ve onlara göre hep sorun yaratacaklarını) bir daha irdeleyin, düşünün lütfen. Batılı yöneticilerinin içine düştükleri bu devasa paranoya ile kim baş edecek? Ama farkındayız, gerçek radikal teori “birilerinin” şizofrenik safsatalarından değil, son derece korkunç, kanlı, kederli olan bu bölge insanının kendi deneyimlerinden türeyecek.

Ellilerinden gelse bu bölge haklarını tümden lağvederler!
Ne birligi? NE "AB ve onun raflarda tozlanan ANAYASASI" Bayım?


Ne dedi o mağdur görünümüne bürünmeyi red eden ses?
‘Mesele kesin bir şekilde dışarıya adim atmaktır,
farklılaşmak, kesin bir şekilde, kuraldan sapmak; arenadan histerik bir gayretle fırlamak
yola serpilmiş tuzaklardan sonsuza dek kaçınmak,.... yaşasın imkansız!’

Borges Defteri

Not:
Zizek’in söz konusu yazısı 24 Ekim 2007 tarihli
Radikal gazetesinde de yayımlandı.


Kaba taslak bir yalnızlık../ Sufi



Adıyorum kendimi var olma yoluna
Keşifsiz bir yürek
Önümde sen, hayra yorduğum.

Bu devirde de olur mu böyle şeyler, gibi sözler duymuş ya da yazılar okumuş olabilirsiniz. “Bu devir” sözcük öbeğiyle kastedilen, “uygarlık” ise, genelde bütün yakınmaların, yadırganılmaması gereken olaylar veya olgular üzerine olduğunu söyleyebilirim. Tam da “uygarlık” bu yadırganan şeylerin kaynağıdır ve bu onun doğasında vardır. O, bütün çürümüşlüklerin davetçisi olduğu gibi kendisini yaratanları da yutan bir kültürü işaret eder. Her gün ve her yerde..
Biliyor farz ediyorum( hepinizi), bir bilim dalı, uygarlığın “gelişmiş” ahtopot kollarından biri, yani Biyoloji biliminden söz ediyorum. Kendisi çökmekteyken-artık bilinecek ne kalmıştı ki- kendisine yine yollar bulmuş bir bilim; tabii ki kapitalizm sayesinde. Nöroelektronik çalışmalar, Biyo Pc’ler, Gen haritaları, deneyleri, klonlamalar, moleküler deneyler, iş geldi cyber yaratıklara ve insanı bilgisayara “dönüştürme” çabalarına kadar dayandı. Ortalama 5- 6 yaşındaki bir çocuğun zekasına sahip ve 250-400 sözcük hafızalı robotlar evinizdeki tüm ıvır zıvır işleri yapabilecek kapasiteye ulaştı neredeyse. Peki, sizce bu “delilik” nereye kadar sürecek ? Ya da bu işin sonu nereye varacak? Yanıt çok basit ve açıktır: Yeryüzünde tek bir saf insan kalmayıncaya kadar!
Çok acımasızca görünse de bundan başka nihai, majör bir hedef güdülmüyor. O zaman yeniden tarif edelim her şeyi, bu oluşumların arkasında bir ideolojik-felsefi savunma mekanizması mutlaka vardır. Bunu daha önce de defterde tartıştık, sadece “Cyber Femnizm” ve benzeri doktrinlerle açıklık kazanmaz, bu düşüncenin ardında dehşet bir faşizan düşünce vardır. İnsanlık ve düşünce ekseni yeterince bu konuyu tartışmıyor, nerdeyse korkusundan tartışmak bile istemiyor. Ülkemizde süre giden bu boş tartışmalar ve ayağını sağlam basmayan günü birlik çıkışlar, hoplamalar, zıplamalar, etnisite üzerinden gerçekleşen yarı bezirgan, yarı insan pazarı beyhudelikler hem zaman, hem insan kaynaklarını heba eden, ardından da toplumun üzerine çökertilen bu girift, depresif, kederli ruh hali yıllardır ülke kaynaklarını nasıl boşa akıttığına bugünlerde de tanıklık ediyoruz. Hangi araştırmaya hangi kaynalarımızı ayırıyoruz? Böyle bir majör hedefimiz oldu mu ki?
İki sene önce bir biyolojik saldırıya maruz kaldığımızı ve bunun ardında hangi gerekçeler, sebepler, sonuçlar olduğunu hiç tartışan oldu mu? Bu kendi etiyle, kanıyla ayakta durmaya olağan üstü bir çaba harcayan ülkenin kaç Milyar Doları yandı kül oldu? Hiç merak ettik mi?
(Kuş Gribi olayını anımsayın!).
Bir ikincisi, üçüncüsüne nasıl bir hazırlığımız var? Dünya’yı ve özellikle de gelişmekte olan ülkeleri hedef tahtasında oturtan yeni Biyo Faşizm saldırıları nasıl bertaraf edeceğiz? Önlemlerimiz neler? Evet, çok açık soruyorum.
Amerika ve İngiltere’nin pişkince birçok saldırıda kullandıkları onca biyolojik silahlar neyin nesi?
Özellikle İngiltere’nin en son geliştirdiği bu türden silahlarının marifeti ilk kez Felluce ve Lübnan savaşında ( geçtiğimiz yaz - 33 günlük İsrail-Lübnan savaşı) kullanıldı, insanoğlunun ciğerlerini içeriden basınçla patlatan korkunç bir şey. Aç köpeklerin beğenisine ve Ortadoğu topraklarında ( komşularımızda) kullanılan silahlardan söz ediyorum.
Bu silahların sunumuna katkıda bulunduktan sonra, “demokratik haber alma özgürlüğümüzü kullanmamızı sağlayan pek mükemmel iletişim araçlarımız” bizi aydınlatmaya ( ne aydınlatma ama) devam edecekler muhtemelen. Stratejik kurumlarımız bu konularda nedenli hazırlıklı?
“İnceldiği yerden kopar” gibi fiili durumlara adamların yanıtı hep çok farklı araçlarla olmuştur. Direkt size bir müeyyide uygulamıyorlar artık. Her tarafımızı her türlü müdahaleye açık hale getirmişiz, kaldı ki kapanmak için, kendi gardımızı almak için hiç geç kalmadık, çok acil kimi önlemler alabiliriz. SARS vakasını unutmayın, ne kadar doğru yalan bilinmez, bu bulaşıcı hastalığın laboratuarlarda, Çin’in gelişen ekonomisini hedef alan “diğerleri” tarafından üretildiği söylentileri hala kulaklarımızda.
Emperyalistlerin her türlü caniliği, gözlerini kırpmadan ve hiç kimseyi takmadan yaptığını düşünürsek bu söylentilerin gerçek olma olasılığı hayli yüksek.
Unutmayın ki tarih o kadar buna benzer örneği barındırıyor ki, her hatırlatıldığında insanın kanı resmen donuyor, İngiltere, Hindistan’da 1940’lı yıllarda 4 Milyon sivil insani öldürmedi mi? Amerika’nın 1991 yılından itibaren Irak’ta sürdürdüğü saldırılarda bağımsız kuruluşların ve BM verdiği rakamlara göre 3.9 Milyon sivil, masum insan öldü.
Ya Daha öncesinde?
XVIII. Yüzyılda Amerika kıtasında çiçek hastalarının battaniyelerini ve mendillerini Kızılderililere kasten yollayan İngilizler değil miydi? O masum, sivil, suçsuz Kızılderili yerlileri arasında başlayan öldürücü salgın, neredeyse etkisini on yıllarca sürdürdü!
2007 Yılında, gelmiş, kime neyi anlatıyorlar şu Amerikalı Demokrat, Cumhuriyetçi caniler?
1942 yılında biyolojik silah üretme çalışmalarına başlayan ABD, 1955’te insanların biyolojik silahlara olan dayanıklılığını ölçmek için askerler ve siviller üzerinde denemeler yaptı.
ABD, Zararsız dediği bakterileri New York ve San Francisco gibi kentlerin üzerine atarak denedi, saptanan rakamlara göre sadece 1 sivil öldü. Kore Savaşında, Eski Sovyetler Birliği’ne ve Çin’e karşı biyolojik silah kullanmakla suçlanan ABD, dünyaya “vallahi ben yapmadım” dedi. 1995 yılında ise Saddam’a kürt sivilleri yok etmek için binlerce ton Hardal ve Biyolojik silahı kim verdi derseniz?
Düşünün ki 1925 yılında yürürlüğe giren Cenevre Protokolünü Amerika ve birçok ülke daha imzalamadılar! Peki, biyolojik silahlar neden tercih ediliyor?
Ucuz olduğu için!
1960 BM verilerine göre 1km2 alanda konvansiyonel silah kullanımı 2000 Dolar, Nükleer silah için 800 Dolar, Biyolojik silah kullanımı için sadece 1 Dolar yeterlidir!
Tehlike bir paranoya değil, gerçeğin ta kendisidir!
Tedbiri elden bırakmayalım ve gereken önlem neyse hep beraber onu alalım.
Şok Doktrini bu adamların uzmanlık alanıdır, bu ilkeyi unuttuğunuz an biterseniz!
Son bir ay zarfında topraklarımızda olup biteni irdelediğimizde karşımıza nasıl bir resim çıkıyor? Neyi sınıyorlar?
Ama bana öyle geliyor ki bir yerlerde bir şeyler çok eksik kalıyor, bu “Şokları” toplum üzerinden emerek karşı psiko- teknik atakla yanıtlamakta ciddi sorunlarımız var.
Elimizde mevcut birçok olanağı karşı “şok” atak olarak kullanamıyoruz. Onu da Sn Prof..Vamık Volkan bey’e soralım! Bunun için önce Amerika’ya sonra da “bir yerlerin”
psiko-teknik laboratuarlarına girme izninizin olması gerekiyor! Ne diyordu?
(“Irak’ı doğru düzgün araştırmadan girdiler “bizimkiler” ( kimmiş bu sizinkiler Volan Bey?)
sonrasında gördük işte ne işler açtılar başlarına (yine) “bizimkiler”!”).

Homeros’un bu dizelerini hep kulaklarıma küpe ettim:
“Ama bir gün tanrılar nefret etti ondan,
Aleion ovasında kaldı tek başına,
İnsanlardan kaçarak yedi kendi kendini..”


Sufi.


Aşkın Haçsız Seferi../ Hakan İşcen



AŞKIN HAÇSIZ SEFERİ

Saldırgan yüzler, dilsiz şehirler geçiyorum
uçaklar binip trenler iniyorum
sırtımda kabuk bağlayan 'dur! gitme! kal!' bakışları
en 'Che' halimle
sana geliyorum!

yıllardır pencereni kuşatan bulutların ardından
tenine değen ilk ışık demeti; getirdiğim...
bir de aşkın deli cesareti!
kara kuru caddelerden koşa koşa denize açılan
yosun kokulu bir sokak olmalıyım;
elimde değil, bir kez dallarına kan yürüdü baharın...

şehirsoysuz magazin cinayetleri
umarsız töre intiharları arasından
kabir azabı dedikleri yanında bir sıyrık:
sessiz sedasız işkenceler geçiyorum...
tüm davalarımdan dönerek
tükürdüğüm kanı tuz niyetine yalayıp
kaldırıyorum kadehi: şerefsizliğime!
zihnimdeki aşina yüzleri
azat ederek bir bir
tutsak olduğum mekânların içinden
bir türlü içine giremediğim zamanların
taa dışından
bir düş zayiatı olarak kendimi eksiltip
tüm izlerimi geriye doğru siliyorum...
bir kadının rahminden bir kadının göğsüne
boynumda kanlı bir ilmek: sallanan kordonumu keserek
ne tövbekâr bir ateist
ne yurtsuz bir mübadil
bir çocuk kadar kirli, bir çocuk kadar temiz
öyle coşkulu, öyle bencil
sus! bir şey söyleme;
biliyorum, en hak edilmiş halimle:
sana geliyorum!


AY

Tutkulu bir bakış yükseldi
ay'a,
buz rengi ayla'lar yayıldı
evrenin buğulu gözlerinde.
dönerek dans ediyordum
kendi çevremde dönmemden
var oluyordum;
ay'ın çevresinde dönmeye çabalıyordum.
uzakta...bir yıldız, bir yıldızı öpüyordu
saçlarına sırma kuyruk yapıp
tüyden okşayışlar diziyordu;
el sallıyordum. O ağlıyordu ?


Ayla'lar döndüğünde vakit geç olmuştu
hâlâ dans ediyorduk.
çok güzeldin
sana dokunmak istiyordum
okşamak belki
belli mi olur; öpmek biraz...
istasyonlarda geç kalışına dair
yalanlarımızı telaşla eşelediğimiz renge,
tenine sinen yosun kokusunu
nasıl gizleyeceğini düşündüğün renge...
çok güzeldin
saçın unuttuğum rengine dönmüştü;
elimde
yeni uyanmış bebek ensesi kokusunda
bir gül :
ay'ın çevresinde dönmemizden
aşk oluyordu !


bir gül iskeleti
ve isyankâr bakışlar düştü karanlığa
ayaklarımın dibine kuyruklu yıldız yağıyordu;
gözleri pırıltısız
dudaklarında soğumaya yüz tutmuş vedalar...
ay ?...
...yoktu !
yıldızlarla birlikte dönüyordum;
esrarengiz bir yörüngede.


Hakan İşcen



1+1 Şiir / Leon Felipe




AYNA

Bugün ellerimi yıkarken gözüm takıldı
dün takıldığında gözüm sokaktaydım
vitrinin önünde durmuş bakıyordum
yarın lunaparkta kendime
yeni bir ilaç almadan önce iyice
bakmak için komik aynalarda
bugün ellerimi yıkadıktan sonra
işe giderim diye düşünüyorum
belki temiz bir avuçla
dilenmenin faydası olur,
belki de yarın kendimi o komik aynalarda
farklı görürüm bu sayede
ilk defa hayatımda
ciddi bir amacım var işte
dalga geçmeyin benimle.

Geçen hafta yere düştüğümde
şaşırmıştınız ayağa kalktığım zaman
perhaps or perhaps, demişti aranızdaki
tiyatrocu, yer dilencinin yeridir elbette
ama sizin için dikilerek avucumu uzattığımda
yüzüme tüküren şu iri yarı solcu arkadaşınızdan
korkuyorum hala
bir de tabi lunaparktaki korku tünelinden,
ben dilenirken hep korkacak bir şey bulurum zaten
yüzüme daha acıklı bir ifade verir bu
ve kibar hanımlarla dini tümler
ne zaman sadakalarını verirlerse
versinler onların ardından acınarak kendime
korkuya saklanmış bir yalancı gibi
dua ederim tanrıya, biraz cesaret için
arada sırada.
İyi olur cesaret, dolu mideyle beraber
bazen kendimi şair ve yazar hatta sanatçıların en kudretlisi
ve de gece soğuyana kadar
çünkü paltosuzluk üşütür beni,
tanrı yerine bile koyabilirim.
İki kolu olmayan bir dilenci için bu
inanılmaz düş
gerçeklerin hepsinden ve hayalimde her sabah yıkadığım ellerimden
daha temizdir.


MEZAR FIRÇACISI

Şiir yamıyorum efendiler, bidonlarım var
Bakın bana bu servi ağacının altında
Kısadan hisse boyumla ben ki maşallahım var maşallahım
Ucuza mezar siler, temizler, yıkar, çiçek döşerim son model
Arada şiir yamarım siyah boyamla
Mezar taşlarında,
Neler var neler, ölmeden önce ki sayıklamalar,
Yahu bu mezar var ya bu mezar şair doludur,
Romantikinden ultrasına, hiperinden bohemine
Kaynar bu taşlar kafiyelerle,
Ben de malum pırıl pırıl ederim önce mermeri,
Sonra siyah boyaya batırırım fırçayı,
Geçerim üstünden dizenin
Atarım cebe mangizi
Ve eve girince benim karıya iki dize attırır
Sürerim rakıyı koynuma, böyle geçer günler
Geçer tabi de
Şimdi bakın allahın işine
Bu şiir denilen illet de bulaşıcı ya
İki dize de beden dilimle bari ben
Edim dedim şuraya.


Şiirler: LEON FELİPE





Bir "garip" Diyalog-Orhan Pamuk-Salman Rüşdi



Orhan Pamuk ve Salman Rüşdi geçtiğimiz günlerde New York'ta "Homeland-Anavtan" başlığı altında ve birçok ünlü yazarın katıldığı New Yorker Festivalinde gerçekleşen bir sohbet programında biraraya geldiler.
Örneğin bu gibi oturumlarda dile getirilen kimi kavramlara biraz daha geniş açıdan bakmayı gerekli kılar. Dile getirilen "otantizm", "toprak", "bağlılık", "yerellik" gibi terimlere nasıl bakıldığına odaklanmakta yarar var.
Bu oturum öncesinde yayımlanan basın duyuruları kimi çevrelerde böyle bir beklentiye de vesile oldu, "ikili fikir düelleosu yapacak" gibi beklentiler galiba fazlaca abartılmış bir dışa vurumdu.Oturumu yakından izleyen M.Evin oturumun önemli bölümlerini(!)New York'tan olduğu gibi aktardı.
Psikanaltik bağlamda sıkı bir değerlendirmeden mi geçmeli "ikilinin" dile getirdiği bu açılımlar?
Hayır!Çünkü ortada kavramsal ifadelerin çapraz sınırları yok.
Hatta bir yoruma bile gerek bırakmayacak türden "edibane"!

Okur kararını sağlıklı biçimde verir.

Borges Defteri

1.5 Saatlik bir hal hatır muhabbetinden geride kalanları olduğu gibi aktarıyoruz!

-Orhan Pamuk: Tarih o kadar suni bir şey ki... Politikalar değiştikçe tarih de değişir. Vatan ise otantiktir. Kokusu, sesleriyle...

-Salman Rüşdi: Vatan anlatılan şeydir, bir öyküdür. Bir insanın evini hiç bırakamayacak olması ise bence üzücü. Karşıt dürtüler söz konusu: Evi, yani rahatlık duygusunu geride bırakmakla kendini bulmanın verdiği heyecan çarpışır. Bir yere ait olmak ve kalmak ‘iyi’dir ama seçilmiş olan ‘gitmek’ hep problem yaratır.

-O.P: Vatanla bağlantılı fikirler söz konusuysa hep problemli. Mesela ülkemde bana ‘Bu Avrupai fikirleri nereden ediniyorsun’ diye sorarlar. Burada ise tersi. Diyelim ki aşk hakkında bir şey yazdım. ‘Pamuk, Türk usulü aşkı yazıyor’ derler. Bu çekişmeyi hep yaşıyorum.

-S.R: Batılı yazarlar dünya yazarı olabiliyor. Bense Amerikalı bir yazar sayılmıyorum. Hâlâ Ortadoğu sorunu nasıl çözülür sorularına muhatap oluyorum. New York’a kim nereden gelirse gelsin kendi hikayesini yaratır. E ben de Manhattanlı’yım. Kalkıp Newark’ta 30’lu yıllarda yaşayan bir çocuğun hayatını yazamam.

-O.P: Amerikalıların aileye ihtiyacı yok bu da doğal sayılır. Ama 2.5 yıldır buradayım ve sürekli neden buradasın diye soruyorlar. Buradayım, çünkü burada kendimi daha rahat hissediyorum. Röportajımı verip yazımı yazıyorum, o kadar. Kendi vatanımda ise her şeye karşı sorumluluk duyuyorum.

-S.R: Orhan senin için ben de sorumluluk duyuyorum! (Kahkahalar)

-O.P: Herkes bizden farklı şeyler
bekliyor.

-S.R: Ben ‘ev gibisi yok’ lafına inanmıyorum. Kansas’ta doğduysam orayı sevmek zorunda mıyım. Doğduğunuz şehirden daha iyileri var. Mezara girdiğin yer vatanından iyi olabilir.


Şiir Sanatı / Jorge Luis Borges-Çev.Ulus Fatih



JORGE LUİS BORGES

ŞİİR SANATI

Zamanın ve suyun oluşturduğu şu ırmak gibi
Anımsa günlerin de bir ırmak olduğunu belki ikizi,
Bizlerde yanyanayızdır onlarla sanki bir ruh ikizi
Ve işte yüzlerimiz de eriyip gidiyor tıpkı onlar gibi.

Uykuya dalmadan onu düşlerden ayırabilseydik keşke
Ve ölümün de başka bir düş olduğunu bilebilseydik
Gene de titreyerek gider miydik ülkesine bir bilebilseydik
Ve hangisi gelecek uykuda hangisi gece görebilseydik keşke.

Geçen günlerin yılların bir imge olduğunu sezebilmek
Tüm yaşadıklarımızın saatlerimizin ve gün dönümünün,
Üzünçlü geçit töreninin son iç çekişin yıl dönümünün
Bir melodinin, bir mırıldanmanın da, imge olduğunu sezebilmek,

Sarı gülün batımı, ve uykuda bir yüreğin sönümü
Ne altınsı bir kederdir- tıpkı şiir sanatı,
Hangisi ölümsüzlük ve belki de üzücü. Şiir sanatı
Yinelenen şafakla ufukta ki gül tanrının sönümü.

Akşam üzeri bir yüz karşılaştığımız zaman içinde
Bakar gibi bir aynanın derinliğinden dışımızdaki bize;
Şiir sanatı da ayna olabilmeli göstermelidir bize
Açığa vurabilmelidir gizimizi taşımalıdır içinde

Onlar söyledi ki Odysseus'a boş yere harikalar yaratmakta,
Sonunda gördü gözyaşlarıyla işte biricik aşkı İthaka,
Her dem taze ve alçakgönüllü. Bir şiirdir İthaka
Sonsuzluk arayıştadır acemiliktedir, değil harikalar yaratmakta.

O taşkın bir ırmak gibidir bitimsizce çağlar durur
Kimileyin koşar kimileyin kabarır coşumcu bir aynadır
Kararsızdır değişkendir, Heraklit ki o da aynadır
Ve şiir böyledir ırmak gibidir akar kayar çağlar durur.


Türkçesi: Ulus Fatih



Bir ‘sanatçının’ hazin itiraflarından Bienallere /Nazan Azeri



Bir ‘sanatçının’
hazin itiraflarından Bienallere



Levent Çalıkoğlu bir süredir 1990 yıllar üzerine, bu yıllarda parlama göstermiş sanatçılarla onların işleri üzerine söyleşiler yapmakta Yapı Kredi salonlarında. Bunlardan birisini 29 mayıs salı 2007 günü Hale Tenger ile gerçekleştirdi. Sayın Tenger yakınlarda YK Bankası Kazım Taşkent salonunda “ La havle” isimli bir sergi gerçekleştirmişti.

Sayın Tenger, görüntüler eşliğinde 90 lı yıllar boyunca gerçekleştirdiği işlerini paylaştı izleyicilerle. İşlerinde uzun süre ironiyi kullandığını dile getirdi. Bazen işlerinin isimlerini galeride işinin yanına koyarken çektiği zorluklara dair anekdotlar anlattı. Örneğin“Sikimden aşşa Kasımpaşa” isimli işinin adını koyarken, bu ismi sergi salonunda işinin yanına yerleştirmesine karşı çıkan galericisi ile nasıl mücadele ettiğini anlattı. Yine iri falluslu bereket tanrılarından duvar yerleştirmesi olarak Türk bayrağı oluşturduğu işi hakkında açılmış davada, ayyıldızın başka bayraklarda da olduğu , gokyuzunde de olduğu şeklindeki savunmasıyla davadan nasıl beraat etme yolları geliştirdiğini bizlerle paylaştı. Lorain Andersonun bir şarkısı üzerine yaptığı bir enstelasyonu ile Mahzar Fuat Özkanın Kürdili Hicazkar makamı bir şarkısı üzerine yaptığı çalışmadan bahsetti. Kürtlerin çektiği acıları MFÖ nün Kürdili hicazkar şarkısındaki kürdi kelimesi ile ilişkilendirmiş. Araba farları, kendisine yaşlı gözleri hatırlattığı için, iki araba farı arasına dizdiği çaydanlık uçları ile MFÖ nün kürdili hicazkar şarkısı eşliğinde sergilemiş işini. Boylece de Kürtlerin çektiği acıları anlatmış olmuş. Yine söyleşide kendisinin şanslı bir sanatçı olduğunu, çünkü sanat ortamına yeni çıktığı yıllarda Vasıf Kortunun Amerikadan Türkiyeye çantasında bir sürü ilişki olanağı ile yeni gelmiş olduğunu, kendisini 3. İstanbul bienaline çağırdığını, ondan sonra da her şeyin kendisi için çok iyi geliştiğini açıkladı. Sayın Kortunun çantasındaki ilişki ağlarının neler olduğunu ise kimse sormadı.

Konuşmanın sonunda sayın Çalıkoğlu sanatçıya ne şekilde çalıştığı üzerine bir soru sordu. Yani kendisi bir şeyleri dert edinip mi iş üretiyordu, dolayısıyla kenarda her zaman bazı işleri var da onların içinden mi sergiye davet edildiğinde iş veriyordu, yoksa sergi konsepti kendisine verildiğinde ona göre mi iş üretiyordu? Sanatçı bu soruya “ hayır benim hiçbir zaman bir kenarda işim olmaz, ben her zaman konsept önüme gelince iş üretirim ve işimi de mutlaka tam o konsepte göre yaparım” dedi. Hatta bazen sergilerde konsepte uymayan işler gördüğünde çok sinirlendiğini, o konseptin tam olarak vurgulanabilmesi için işlerin tümünün mutlaka o konsepte uygun olarak yapılması gerektiğini belirtti.

Sorular kısmına geçildiğinde Sanatçı Denizhan Özer, Tenger’e iki soru sordu. Birincisi işlerinde batılı bir bakış gördüğünü ve buna nasıl bir yanıt vereceğini merak ettiğini , ikincisi de “La havle” sergisindeki işinin Kabakov’ların 2003 Venedik bienalinde sergilenen ‘Yerim neresi’ isimli işlerinden çalıntı olduğunun basında yer aldığını, sanatçılar arasında bu konunun çokça konuşulduğunu, basından da kendisine bu konuda sorular sorulduğunu, dolayısıyla bu konularda nasıl bir yanıtı olduğunu bilmek istediğini söyledi. Sanatçının birinci soruya yanıtı “Benim yaptığım tüm eserler sapına kadar buralıdır” oldu. Oryantalist olamıyacağını da ailesinin Mekke’den gelmiş olmasıyla gerekçelendirdi. Çalıntılık iddiasıyla ilgili sorunun muhatabının ise kendisi olmadığını, bu sorunun Levent Çalıkoğluna sorulması gerektiğini söyledi. Tabii ki bu yanıt eminim ki orada bulunan bir çok kişi gibi beni de çok şaşırttı. Burada Çalıkoğlunun neden bu sorunun muhatabı olduğu anlaşılamadı. Devam ederek “ konumuzun 90 lı yıllar olduğunu, bahsedilen sergisinin ise 2007 de gerçekleşmiş olması nedeniyle, kendisine bu sorunun sorulamıyacağını” belirtti. Levent Çalıkoğlu da konumuzun 1990 lar olduğunu yineledi. Anlaşılıyordu ki henüz o konuya gelmemiştik. Denizhan Özer, 2007 deki işi üzerine bir sorusunun zaten olmadığını, burada bir çalıntılık iddiası sözkonusu olduğu için , bu iddia üzerine kendisinin bir açıklama yapmasının yararlı olacağını söyliyerek, dergilerden kendisine bu konuda sorular sorulduğunu ve kendisinin ne yanıt vereceğini bilemediğini belirtmesi üzerine verdiği yanıt ise “ evet ama benim orada video işim de var, o iş bana ait, kimse ondan bahsetmiyor” oldu.

Batılı bakışla iş üretmediğinin gerekçesini ailesinin Mekkeli olmasıyla açıklaması karşısında hayrete düştüğümü belirtmek isterim. Bu yanıt sanatçının izleyiciyi cahil zannetmesinden kaynaklanıyor olabilir mi acaba diye düşündüm. Yoksa aksi miydi? Batılı bakış, oryantalizm tam da insanın kendini tıpkı batının onu gördüğü gözlükle görüp konumlaması olup ailesinin Türkiyeden ya da Mekkeden olmasıyla ilgisi yoktur. Dolayısıyla sanatçının verdiği cevaba bir anlam verebilmekte güçlük çektim.

Yine Çalıkoğlunun yukarıda bahsi geçen sorusu üzerine açıkladığı, “asla kenarda daha önce yapılmış bir işi olmayıp, mutlaka sergiye çağırılıp kendisine konsept verilince, tam o konsepte uygun iş yaptığını” açıklaması, hatta konsepte tam uymayan işlere karşı duyduğu kızgınlığı ısrarla vurgulaması beni hayrete düşürmüştü. Bu yaklaşımının illüstrasyon yapmanın yöntemi olduğunu belirterek, o zaman yaptığınız illüstrasyon olmuyor mu sorusunu sordum. Sanatçı kızgınlıkla “o sizin fikriniz, siz de sanatçısınız, beğenmiyorsanız siz de kavramsal sanat yapmazsınız” şeklinde bir yanıt verdi. Bunun üzerine bahsettiği küratörlerin neoliberalist küresel sermaye ile ilişkileri bu kadar ayyuka çıkmışken, eline verilen konseptleri hiçbir sorgulamaya tabi tutmaksızın aynen yapıyor olduğunu söylemesinin beni şaşkınlığa düşürdüğünü belirttim.

Sanat izleyicisi konumuyla sunumu izlemeye gelmiş olan ve sonradan adının Filiz Özkan olduğunu öğrendiğim genç bir bayan izleyici de, genelde insanların kendilerini motive eden koşullara bir bağımlılık kazanması, bu koşullar yerine gelmezse motive olma konusunda problem yaşanabileceği üzerine bir soru sordu. Kendisine hiçbir konu verilmemiş olsa, konu verilip sergiye katılması söylenmeden , kendi kendisine , kendi duyarlılıklarıyla üretim konunda bir problem yaşayıp yaşamadığını sordu.

Hale Tenger’den aldığı yanıt, “ Siz bu kadar sunumdan sonra hiçbir şey anlamamışsınız. Bu soruya cevap verilmez.” oldu.

Öncelikle buradaki üslup sorunu üzerinde birkaç söz söylemek istiyorum. Birçok kişiye hitap etmek üzere izleyici karşısına çıkan kişiler kendilerine sorulabilecek her soruya belli bir nezaket çerçevesi içerisinde cevap vermek mecburiyetindedirler. Konuşan konumunda bulunmaları, izleyen konumundakilere hakaret etme hakkını kendilerine vermez. Ne yazık ki bu tarz, bazı sanatçılarla birlikte Tengerin söz konusu ettiği “çantasında ilişkilerle Türkiyeye gelen” bazı küratörlerde de artık bir üslup biçimine dönüşmüş durumda. Daha sonra konuştuğum Filiz Özkan, aynı mekanda daha önce Vasıf kortunla yapılan bir söyleşide, izleyicilerden birinin sorusuna Kortunun da hakaret ederek yanıt verdiğini söyledi. Bu çok şaşırtıcı değil. Sayın Kortun Charles Esche ile birlikte gerçekleştirdiği 9. bienelin hazırlıkları sürecinde “yer sorunu “ üzerine tüm sanatçılara Platformda yaptığı bir çağrıda, benim bu tarz Manifesta, İstanbul bienali gibi büyük bütçeli sergilerin para kaynaklarının neler ve kimler olduğu hakkındaki soruma da , o zaman da yanıt vermek yerine bana birçok sanatçı ve galericinin önünde hakaret etme yolunu tercih etmişti. Birçok sanatçı-galerici gibi Feyyaz Yaman da bunun şahididir ve tek itiraz eden kişi olmuştur. Tabii ki sayın Kortunla efendi-köle ilişkisi geliştirecek bir yapıda olmadığım için de ben başka sorularıma ve saptamalarımı söylemeye devam etmiştim. Küresel kapitalizmin çıkarları doğrultusunda konseptlerle sanatı çekiştirip durduklarını bunun sakıncalı olduğunu söylemiştim.

Bu nedenle öncelikle YKB galeri yönetiminden izleyicilerin hoşlanmadıkları soruları karşısında onlara hakaret etme üslubu geliştiren konuşmacıları, bu üsluplarından dolayı uyarmaları iyi olur kanısındayım. Aksi taktirde ya izleyici kaybedecekler ya da bu üslupla anılıyor olacaklar.

Tekrar konumuza dönersek, Tengerin, Denizhan Özere yanıt verirken kullandığı son cümle,“ evet ama benim orada video işim de var, o iş bana ait, kimse ondan bahsetmiyor” cümlesi ise kulağa tuhaf bir tınlama yapıyordu.

Benim soruma yanıtı ise, yani küresel kapitalizm ve küratör arasındaki sıkı ilişkiler ve parayı verenin konseptleri biçimlendirmesi ilişkisine sayın Tenger cevap vermemiş olsa da 6.6.2007 tarihli radikal gazetesindeki “Küresel felaketlere dair ortak manifesto” başlıklı yazısında
Sayın Beral Madra bir cevap veriyor aslında. Madra yazısında “Bir başka sorun da parayı veren/bulan/yöneten ekiple içerik ve estetikten sorumlu olan ekibin yetkileri ve sınırları arsasındaki ilişki ve çatışkı. Bienallerin küresel kapitalizmin kültürel gösterisine dönüştüğünden kimsenin kuşkusu yok artık.” diyor. Benim buna ekliyebileceğim ise bienaller türü büyük sergilerin önemli bir kısmının sadece kapitalizmin kültürel gösterisine dönüşmesi değil, küresel kapitalizmin dünya çapında çıkarları için ürettiği kavramların görsel tekrarlayıcısı ve yayıcısına da yani reklamcısına da dönüştüğüdür. Hale Tengerin bahsettiği “konsept göre iş üretme” yani konsepti illüstre etmedir.

Hale Tenger zahmet edip katıldığı sergilerde, bu sergilere kimlerin sponsor olduğuna bir dönüp baksaydı,onların verdiği konseptlere sadakatinin ne işe yarıyor olduğunu belki daha iyi anlıyacaktı. Örneğin kendisinin katıldığı Manifesta sergisinin ana sponsoru Phillip Morris firması bir dünya sigara tekeli. Özal döneminde Türkiyede yaptığı lobi faaliyetleriyle Türkiyedeki sigara pazarını da ele geçirdi.Yine sponsorlar listesinde Soros vakfına katkıları için özel teşekkür var. Soros kim? Dünyanın en zenginlerinin paralarını dünyanın her yerinde, özellikle bizim gibi onlara getirisi yüksek yerlerde işleten, halkın birikimini bu insanlara aktaran, paradan para kazandıran , yoksulların daha yoksullaşması pahasına bir avuç insanın sonsuz kar hırsı sisteminin sürmesi için turuncu devrimlere bile para yatıran bir adam. Kafkasların Turuncusundan Balkanların parçalanmasına kadar her işe burnunu sokmuş ve buralarda sanat olaylarını bu amaçla desteklemiş bir adam . Yine Vasıf Kortun resmi Görüş başlığı altında web sitesinde yayınladığı görüşlerinde açıkça “Türkiyeye Soros sitemini getirmeyi amaçladığını” söylüyor. Parayı verenin düdüğü çaldığını bildiğimize göre, kendisi buradan kimlerin hangi çıkarlarına hizmet ediyor olduğunun sonuçlarını hesaplıyabilir belki.

Bu durumda bir ‘sanatçı’ “bir kenarda asla işim olmaz, ben sadece bana konsept verildiğinde iş üretiyorum ve o işi de tam o konsepte göre üretiyorum ve tam konsepte göre iş üretmiyenlere de çok kızıyorum” diyebiliyorsa, bu emir-komuta zincirinin kendisine hayırlı olmasını diliyorum.

Bu noktadan sonra sanatçı olarak önerim, küresel kapitalizmin büyük sponsorlukları ve kavramlarıyla geçekleştirilen büyük sergilerde yer alan tüm kavramların elden geçirilmesi, bu kavramların bu sistemin nerede hangi işine yarayıp insanlığın ve dünyanın zararına nasıl işlediğinin tek tek tesbit edilmesi ve insan olmak adına yeni kavramlar geliştirilmeye, geliştirmiş olanlardan yararlanılmaya çalışılmasıdır. İnsan olmanın ekonomiden, para ve güç hırsından,tüketimden öte bir anlamı varsa eğer, insan kalabilmek adına bu yapılmalıdır...

Yazarı:Nazan Azeri


Myanmar'da (Burma) Neler Oluyor?/ Fatma Özdirek



Son günlerde Mynamar(Burma)'dan ulaşan haberler hiç iç açıcı değil,
Hergün yüzlerce insanın kayıp haberini Burma'lı Blogerler türlü baskılar altında dünya'ya duyurmaya çalışıyorlar, bu yazımızı tüm Mynamar halkı ve Blogerleriyle kardeşlik duygusu içinde bölgeyi yakından takip eden, bölgeyi ziyaret eden borges defteri yazarlarından Fatma Özdirek kaleminden tümüne ithaf ediyoruz.../defter
İnsan Dünyamızın her köşesinde olduğu gibi, en çok da ayak bastığı coğrafyalardaki olaylarda ilgilenmez mi? Ben de pür dikkat izliyorum. Zira toprağında gezindiğim, aşıyla doyunduğum, suyunu içtiğim, insanları ile sohbet ettiğim -en azından selamlaştığım- bu insanlara karşı kendimi borçlu hissediyorum.

Burma, bugünkü yönetimin verdiği adla Myanmar’da -Dünya’ya oldukça kapalı bu fakir ülkede ki, tüm zenginliği tapınaklarında sergilenmektedir- neler oluyor?

İki yıl önce oradaki izlenimlerime dayanarak söyleyebilirim ki halk askeri yönetiminden oldukça sıkıntılıydı. Demokrasi ve özgürlük istiyordu, fakat fazlaca bir direniş de göster(e)miyordu. Çıkış yolu aradıklarını anlamamak için duyarlı olmak gerekmiyordu.

Halen çalkalanmakta olan bir coğrafya olan kısa bir Balkanlar gezisi dönüşü televizyonda haberleri açtığımda, Myanmar’da monk ve nunlar (rahip ve rahibeler) baskılara karşı ayaklanmışlar, askeri cunta yönetimi olayı durdurmak için kıyıma varan bastırma uyguluyormuş. Bunun üzerine ABD yetkilileri hemen duruma el koymaya varacak açıklamalar yapıyordu. Şaşkına döndüm. Beki de Şule tapınağı civarında toplanan selamlaştığım, monk, nun ve sohbet ettiğim insanların hayatı tehlikedeydi. Nasıl ki orada yaşayanların hayatlarından endişe içindeysem, ABD’nin de olaya müdahale etmesinden endişe duyuyorum.

Orada bulunduğum sırada konuşabildiğim kişiler ne kadar doğru söylüyordu bilmiyorum ama ABD’nin dünyanın en güçlü tik ormanlarında gözü vardı. Eh, az biraz da olsa petrolleri vardı. Daha da önemlisi Çin’e komşuydular.

Bu durumda halkın haklı talepleri için hareketlenmelerine sevinemiyordum, endişe içindeydim. Bölgeyi tanıyanlardan bilgi almak istiyordum, ama hiç kimsenin ciddi bir bilgisi yoktu. İstanbul’da bulunan bir Burmalı arkadaşla konuştum. O sıralarda henüz ölümler olmamıştı, ailesi iyiydi, o da fazla bir şey bilmiyordu, ya da çekiniyor, söylemek istemiyordu.

Bu sırada e-postama Burma’ya destek için davet mesajları gelmeye başladı. Toplanan imzalar BM’ye sunulacak, askeri cunta yönetiminin baskıyı durdurması istenecekti. İtiraf edeyim ki bu dilekçeleri imzalayamadım. BM ABD’nin denetiminde değil mi? Bugün hangi yaraya merhem olabiliyor, ABD’nin çıkarlarına hizmet etmeyen?

Ne yazık ki pek çok hak gibi demokrasiler, özgürlükler kolay elde edilemiyor. Çok canlar yanıyor, hayatlar sönüyor. Haberlere bakılırsa şu sıralar eylemler bastırılmış gibi; ona varan kayıp, yüzlerce gözaltıyla.

Dilerim bu direnişten Myanmar halkı istedikleri değerleri elde ederek ve daha fazla kayıp vermeden çıkar.


Yazarı: Fatma Özdirek




Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***