Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...





EJDER

Arka bahçede ateş soluyan bir ejder yaşıyor dedim. Haydi göster,
gösterebilir misin öyleyse dedi. Mahzen aralığından bahçeye çıktık...
Duvara
yaslanmış merdiven, boş boya kutuları ve dipte üç tekerlekli, tahta
bir
bisiklet vardı... Sarı yapraklar zemini örtmüş, ölüs, bitkin
görüntüye,
daldaki kuş eşlik ediyor ve kulak verdiğinizde yalnızca paslı bir suyun
şıkırtısı duyuluyordu... Ejder nerede dedi... İşte tam orada; ama
söylemeyi
unuttum o görünmez bir ejder...

Gözlerinin pırıltısı kayboldu, yinede ayak izlerini görebilmek için
yere un
serebilirdik dediğini duydum!.. Yazık ki havada uçuyor o, yere
indiğini pek
sanmıyorum dedim. O halde alevi için kızıl ötesi alıcı kullanabiliriz
dedi!
Hemen alevinin ısısı da yok, görünür kılamayız onu dedim. Düşündü. O
zaman
sprey boya ile görünür kılalım dedi!.. Ah, özür dilerim; bu ejderin
cismi
de yok, ayrıca ısısız, görünmez, alev püskürten, havada uçan bir
ejderle
aslında hiç var olmayan bir ejder arasında ne fark olabilir ki dedim!..

Ve bir ejder hipotezi, denenmemiş savlar, çürütülemez önerme, ulaşımsız
bağdaşıklıklar gibi laflar geveledim... Görünmez, alev soluyan bir
ejder,
dünyanın her yerinde bu savı ileri sürenler var!.. Un serip, izin sahte
çıktığını ama parmağı yanıp; ejderin ateş püskürttüğünü inançla
söyleyenler
çıkabiliyor...
...
Geçen gün eski eşyalarla mahzene iniyordumki; önümü keserek bir şeyler
söylemeye çalıştı... Kısa kesip ejder yok dedim!.. Kıpkırmızı bir
suratla
baktı, gözlerini karartarak, dişleri arasından: O senin görebileceğin
bir
şey değil dedi!..

'Yinede; saf bir us garip şeylere inanmaktan haz alır, yalın ve
anlaşılır şeylere yüz vermez, çünkü onlara herkes inanır dedim...'

Yazarı: Ulus Fatih


Semerkand’a! ... / Naime Erlaçin




Semerkand’a! ...

(sevgili sufi'ye)

denizin safir renginde kayboldu yankılar
anahtarı yitirdi şair
arsızlaştı soluk benizli su
yollarda barikatlar
yollarda
yalnız kalanlar
savaş alanlarının çığlıklarında unutuldu
gönlün telvesine gizlendi
hayra çıkması gereken fallar

kaderdi şaire
iç kanamalara yürüdü dosdoğru
başı eğik
yürek dimdik
Medusa’nın zalim saçında gizli
ölüme çoğalan erguvan acılar

mührü onurlandıracak bir ferman
bulamamak ne demektir bilir misiniz
katil bir nefes
gibi takılıp kalmak kendi boğazında?
“toprağını arayan tohum”
diye öğrenmiştik oysa şairi biz
toprak
çok uzaklarda!

ah acılı
ah küskün yol!
demek ki
'beşibiryerde' gibi kuşanmalı sanatı
kutsamalı
kutsanmalı
donansın gökyüzü
tebessüm etsin yıldızlar

bir avuç umut
bir tutam toprak koy avuçlarıma
varsın zift karası olsun rengi
bin kere evladır safir sularda ambere dönüşmekten
korkma bu yürek siyahı da aklar!

bir elde sancak
ötekinde çırak mührü
haydi sür beni Semerkand’a
ustalardan öğreneceklerim var!
çık çağının içinden
___Zeus’un hükmünden
yakala bileğimden Apollon*
Semerkand’a** götür beni
görmüyor musun?
sanatın nadide işçileri Timur’un doğu kapısındalar

sancak
mühür
ve kalbimdeki hoyrat ıslık
yol izni bekliyorlar
……

Yazarı: Naime Erlaçin

(*) Apollon: Mitolojide, güzel sanatlar tanrısı
(**) Sanata karşı işlenmiş günah ve sevapları olan büyük Türk hükümdarı Timur(lenk=aksak) (1336 – 1405) döneminde, Semerkand önemli bir sanat merkezi haline gelmişti. Tarih kitapları, Timur’un fethettiği topraklardaki - şairler de dahil olmak üzere - bütün bilim adamları ve sanatçıları Semerkand’a sürdüğünü yazar…Machiavellian yöntemler (yanlış totaliter politikalar) kullanılmış olsa dahi, sosyolojik açıdan değerlendirildiğinde, tipik bir “Partimonial Saray Kültürü” (sarayın, sanat koruyuculuğunda “baba” rolünü üstlenmesi) örneğidir. Benzer bir durum Osmanlı Sarayı için de söz konusuydu…


Ateş Tuğlası / Sufi.




( Sevgili Sufi'nin tüm yazıları-defter arşivinden
iki yazısı daha...Sur için seçilen müzik onun da çok sevdiği
eski çok eski Semerkant nağmelerinin modern yorumudur,
ilk defa beraberce dinlediğimizde nasıl coştuğunu untmamız mümkün değil, bu çalışmanın özellikle 4.dakikasından- vurmalı çalıgılar(tef,tebl vs...) sonrakı coşkusu unutulacak bir anı değil!...özlemle...Ey Şifa Bırakma Onu! defterin...)



Ateş Tuğlası

Hekimden bir ilaç istedim, sandı ki tensel sızılarım beni perişan edecek,
onlara alıştım dedim,
Nabzımı alıp dikkatle dinledi,
"ne derdin var göster !" dedi,
Elini alıp dağınık kağıtlar ve kalemlere götürdüm..!

Ve bu gece bana benzeyen bir arkadaşla dertleşirken, çimnelerin üzerine meclis kurmuştuk,
Orada şarap , ışık, mutrip ! ( fır dönen düşüncelerimiz) hepisi vardı,
sonra keşke "sen" olsaydın da bütün bunların hiç birisi olmasaydı dedim, ey Ateş Tuğlası defter".

Benliğini yaşanan süreç içinde değiştirmeksizin anlamaya çalışmak,
kabullenmek,
içinden bakabildiğin kadar dışına da çıkabilmek,
birbirimizin giyinmesine
soyunmasına yardım ederken
sabredebilmek, arkalarımızı dönüp
biribirimizi itip
güç verebilmek
ve gülebilmek, ağlayabilmekse, kendi büyütecimle gördüğüm değerlerin benim değenlimeden kesişmeksizin geçebiliyorsa,
incelikli öncelikli
davranabiliyorsan, davranabiliyorsam
o tanımsız noktayı bana açıklar mısınız?
neredeyim o an? neredesiniz?


Selam,
Muhabbetle,

Sufi.

2. Yazı:
Gecede Umut Mahyasi Var

"Todavia Cantamos", Şarkı söylüyoruz ..
Kim demiş şarkılar susacak ? en çok Los Hermanos'u severim, Arjantinli ünlü halk şarkıcısı Atahualpa Yupanqui'nin bir şarkısıdır.
Uzun sürmez ayrılıklar, yeter ki "kararmasın" .
not defterimin ilk sayfasına Pablo Neruda Şiirininin ispanyolcasını yazmışım, yanımdan hiç ayırmadığım defterim.

" Tu eres la patria, pampa y pueblo,
Arena arcilla, escuela, casa.
Punu, ofensiva, orden,
Desfile, ataque, trigo,
Lucha, grandeza,
Resistencia.

Ülkesin sen,
sonsuz ova ve halk
Kum, kil, okul, ocak
Dirilişsin sen
Yumruksun, atılım ve yürünecek yol,
Eylem, Saldırı, buğday,
kavga ve yüceliksin,
Direnişsin sen.

Pablo Neruda .
çev.

Sufi.

Gecelerimin derinliğinde Umut Mahyası Sönmedi, yürekse yürek evet.
Umut yoksa, hiçbir şey varlığını sürdüremez, "Umut ne garip şey" dedi Pirim, okudum,
parmak uçlarımından bir umut ve ışık demeti süzüldü, sözcüklerini (dün gece (ancak !!!)) okurken.
Sufi teorisi ve pratiğinin 45 aşamalı çok zor yolculuğunun 9. durağıdır Umut, neden yazdığını çok iyi kavrıyorum, " ben gönülsüz, neşesizim; sen ise gönül dostusun sur, sitemlerden incinme. ben ben değilim der ustadımız, evet, eğer bir an ben, ben olsaydım ve sen , sen olabilseydin, bu alemi zerreler gibi birbirine çarpar dururduk(jm)".
"Umut ne garip şey !".
Kuru kalabalıklarda bugüne kadar hiç işim olmadı, belki de bu yüzden defterden kimi zorunluluklardan dolayı ayrı kaldığımda çok üzülüyorum.
Gururun, Kibirin hükümü bir tek bu defterde geçersizdir, kim ne derse , desin.
esselam defterim.
Ne demişti Pirim:" dostlarımın gözlerine baktığımda, orada kendi hiçliğimi görürüm".
Yolumuz uzun,
Sevgili dostlarım, sizlerde bu yürek olduktan sonra, kervan yoluna devam eder sanırım.


Selam,
Muhabbetle,

Sufi.



sufi için
Axiom of choice
eski Semerkant nağmesi
Niya Yesh:YAKARIŞ
Borges Defteri


Yaşama Tutunmak!...




elin yaşamın en eski dalına varabiliyor hala...
yaşama tutunmak budur dostum,

ışığın sessiz bahçesinde.

biliyormusunuz sizi
bu kapalı kapılar ,

açık pencerelerin ruhundan
izlemeyi seviyoruz...
ansızın açılan kapılar, ansızın dokunduğun
ve ucunda Tanrı'nın rengini barındıran o
ışık saçan parmaklarınız...

giriş avlusunda sessizce bekleyişiniz,
dudaklarınızdaki anlamlı gülücükleriniz,
bazen düşüncelere, kederlere boğulursun,

kırılırsın , sitem edersin,
ama en çok da sevgiyi bilirsin...
ya bu kez "O" hiç gelmezse...
ya ben hiç uğramaz olsam?

senin hep özgür kalmanı istiyoruz,
tıpkı John Lenon şarkısındaki o özgür kuş gibi.
pencereni aç
korkma yağmur yağıyor,
söyle hadi:
sin,
elif,
lam,
mim:...

ne ki? "bir sokağın fethi: bir selam ile"...

söyle hadi
hayatın garip dallarına
bir şeyler söyle
seni tanıyor o...

kim bilir neredesiniz,
ama yağmur sizin türkünüzü buralara kadar ulaştırıyor
bizler, o sözcük çölünün esirleri,
siz anahtarsız çöl meleklerine tutkunuz,
ve sizlerin sihirli parmaklarınıza,
buradaki varlığımızın yegane sebebi,sonucusunuz.


hepiniz varolun, sağ olun.

borges defteri
'nden sevgiyle...

(fotoğraf için sevgili Arash'e teşekkür ederiz)
iletişim: borgesdefteri@yahoo.com








Borges Metaforu / Semih Gümüş



Jorge Luis Borges,
çevresinde pek çok tartışma yaratmış, sıradışı kişiliği ve kimliğiyle çoğunluğu şaşırtmış, bazen ne olduğuna karar verilememiş, nitelikli edebiyatın izinden gidenlerin sonunda yoluna düştüğü, çağımızın büyük yaratıcılardan biri olduğundan kuşku duyulmayan yazarlardan. Onu gene en son biz mi anladık, bilmiyorum, ama meraklılarının sayısındaki artışa bakarak sonunda anladığımızı söyleyebiliriz. Öteki Soruşturmalar'da yayımlanan ilk yazıyı yirmi altı yaşında yazdığı düşünülürse, Borges'in yaratıcı metinleri yanı sıra oluşan düşünsel ufkunun yeni kazıları gerektirdiği söylenebilir. Başında Borges olduğu için, bu kitaptaki denemelerin bilgelikle yazıldığını düşünmek yerine, çoğunda saklı zekice buluşları kendimiz çıkarmalıyız. Kendi üslubunu neredeyse doğuştan kazanmış bir yazar o; onunkini düzanlatım sananlar, bu denemelerin çoğul anlamlarına kolayca varamazlar. Demek ki Öteki Soruşturmalar'da yer alan denemeleri bir okuyup iki düşünmek gerekiyor. Borges, sanki ansiklopedik bilgiler de verirken kendince bir şeyler anlatıyormuş gibi yazıyor ki, okuru hemen tuzağa düşürür. Yazarı da ona öykünmeye çalışır ki, aynı tuzağa çekildiğini görür de kendini düşmekten alıkoyamaz. Kaldı ki, kendimizi Borges'in dünyasını olduğu gibi paylaşacağımız konusunda kandırmayalım; bir Arjantinlinin anladıklarıyla bizim anladıklarımız aynı olamayacağı gibi, aslında hiçbir yazarın kendi anadilinden ayrı bir dilde gerçekten olduğu gibi anlaşılamayacağını da düşünüyorum.
Gerçek mi metafor mu? Borges, "Duvar, Kitaplar" adlı denemede Çin Seddi'nin yapılmasını emreden ilk İmparator Shih Huang Ti'nin aynı zamanda kendi döneminden önce yazılmış kitapların tümünün yakılmasını da buyurduğunu anlatıyor. İmparator böylece duvarlarla ülkesini savunurken kitapları yaktırarak kendinden önceki hükümdarların izlerini siliyormuş. Bu arada kitap saklayanlar da ölümüne kadar duvarda çalışmaya mahkûm ediliyormuş. Duvar ve kitap : ikisi de gerçek tarih öyküleri olabilecekleri gibi, yalnızca birer metafor olarak da okunabilirler. Hangisinin gerçekten yaşandığı hiç önemli değil: geçmiş zamanların gerçekleri bugünün metaforlarına dönüşeceği gibi, geçmişi anlatan metaforlara da gerçekten yaşanmış karşılıklar bulunabilir. Borges gibi düşünmek ve edebiyatın yaratıcı imgelemine sığınmak iki kapılı bu odanın anahtarlarını verir. Borges'in metinleri, bir anlama da, baştan sona metaforların birbirlerine eklenmesiyle oluşmuş sayılmaz mı? Kendini de bazen bir düş olarak gören Borges bile ona dışardan bakanlara göre bir metafor olarak görünür ki, onu çözdükten sonra değeri anlaşılır. Bunu, kendi toprağımızın onu algılama biçiminden çıkarabiliriz: Ne olduğu belli olmamıştır, uzunca süre. Onu anlayanlar olmuşsa da, bundan kendilerine çıkaracak bir pay olmadığı, anlatamamalarından bellidir. Asıl anlamına varılması için onu daha iyi okumak gerekti ve bu bir süre aldı, ama sonunda bugün Borges'in hiç de postmodern dünyanın yazarı olmadığı, onu o dükkâna sıkıştırmanın kepenkleri indirmekten öte anlam taşımayacağı da görülmüş olmalı. Yazdıklarını akılla yeniden okumanın sonunda varacağımız yerde, sık sık yinelendikleri duygusunu veren öykülerin ya da anlamların her seferinde başkalaştığını görmenin etkileyiciliğidir Borges. Sık sık öne çıkarılan metaforlar arasında, sözgelimi Tanrı'nın nasıl bir varlık olduğuna ilişkin düşünce gelgitlerinin parlak bir biçimini "Pascal'ın Küresi"nde yazıyor ki, tek Tanrı'nın "ebedi bir küre" olduğunu bilmediğim gibi, düşünmemiştim de. Yüzeydeki noktaların tümü merkeze eşit uzaklıkta olduğu için, kürenin en kusursuz ve tekbiçimli bir biçimolduğunu yazan antik çağ düşünürlerine göre, "Tanrı kürebiçimliydi, çünkü bu, tanrısallığın tasarımı olabilecek biçimler içinde en mükemmel ya da en az kötü olanıydı". Bu sarmal içinde, Tanrı'nın Borgesgil düşünme biçiminde aldığı anlamları düşünerek okursak bu metinleri, olanca yalınlığın nasıl da yaratıcı saptamalar ürettiğini görmüş oluruz. Öteki Soruşturmalar, sanırım Borges'i bir metafor olarak düşünmenin niçin bu denli güçlü nedenleri olduğunu da gösteriyor. Yaratma eyleminin düzeyleri yalnızca kurmaca metinlerde değil, denemelerinde de hep karşımızdaysa, bir metafor olarak Borges'in yazdıklarından söz etmek daha doğru olur. Onun yazdıkları da, elbette dünyanın öteki büyük yazarları gibi, kutsal bilinip okunacak sözlerdir. "Kitap Kültü Üzerine"de, kitabı insanlardan önce sayan yazarlardan söz açar, sokaktaki yırtık kâğıt parçalarını bile okuyan Cervantes'ten. İnsan, insanlaştıkça kitaba yaklaşmış, eski çağlarda nasıl sözü yazıdan üstün saymışsa, kitabı tehlikeli bir nesne saydığı çağların karanlığını da yaşamış, yazıya uzak düştüğünde doğaüstüne daha çok inanmış, yazının üstünlüğü de onun sıradan olanın değerini anlamasını sağlamıştır. Yazının düş görmek olduğunu anlayınca da, yaratıcı yazıya bütün gönlünü vermekten kaçınmamıştır. Bu öyle bir düştür ki, herkesin görmesi olanaksızdır. Düş, insanın hayal gücünü ne kadar zorlarsa zorlasın, sonunda içine alabileceklerine açık tutar kendini. Belki hiçbir zaman hatırlayamayacağımız bir küçücük iz, neden sonra bir büyük düş olarak gelir önümüze ve onunla nasıl karşılaştığımızı şaşkınlıkla düşünürken de belki o izi getirmeyiz aklımıza, ama yaşanmıştır. O ki, hiç bilmediklerimize ve düşünmediklerimize ilişkin bilgileri düşlerimize getirmemiz olanaksızdır.
O, edebiyatın kendisi... Borges'e gelince, onun Öteki Soruşturmalar'daki denemelerinde gördüğü düşlerin pek çoğunu bilmiyoruz biz, onun ne çok bildiğini de düşünürken. Bu, Dostoyevski'nin gördüklerini göremeyeceğimiz ya da Faulkner'ın Güney'ini düşleyemeyeceğimiz gibidir. Bir gerçektir sonunda, ama iyi ki mıhlandığımız yerde Borges var ve onun gibi göremeyeceğimiz dünyaları bize kendi gözüyle gösteriyor. Hep Borges'ten edebiyata ilişkin öğrendiklerimizi anlatıyoruz, ama aslında o edebiyatın kendisi. Edebiyat (ve kültür) üstüne yazılmış denemeler olarak değil, has edebiyatın kendi olarak okunursa, Öteki Soruşturmalar'ın asıl anlamına varılabilir. Gözlerimizi kapayamayacağımız bir Borges gerçeği, gerçekliği, imgesi durur karşımızda ve doğrusu yarattığı dünyanın benzerini yaratmak olanaksızdır. O da kendini dünyanın çeşitli yerlerinde örnek almaya çalışan genç edebiyatçılara bunu yapmamalarını, kendi özgünlüklerini bulmanın Borges'i örnek almaktan daha önemli olduğunu söylemiştir ki, Öteki Soruşturmalar'daki denemeleri gibi yazmaya çalışmak da anlamsızdır. Ondan öğrenmekle yetinmek en iyisi. Yazar, biraz da kendi hayatını metafora dönüştüren kişidir.
Roman ve Gerçek Etkisi Roman eleştirisi her durumda bir çözümlemedir. Çözümleme, romanı oluşturan katmanların, öğelerin, biçime, tekniğe, dile ilişkin bütün yapıkurucu düzeylerin birbirlerinden soyutlanarak, ama birbirlerine etkileri bakımından incelenmesidir. Çözümleyici eleştiri budur. İlk göz ağrılarımdan Roland Barthes, "Gerçek Etkisi" adlı yazısında bunları göstermeye çalışıyor. Bu yazıyı kaçırmışım, Ömer Ayhan'ın inceliğiyle okuma fırsatı buldum. Roman Kitabı'nda (1991) epeyce erkenci bir göndermede bulunarak, "Şimdilerde kendi duruşumu Roland Barthes'ın tuttuğu ışığın renklerine göre ayarladığım"dan söz etmiştim. Aklım daha çok başıma gelince anladım ki, öyle bir yazara göre kendini ayarlamak için daha çok çalışmak gerekiyormuş. Bu durum bizde eski kuşakların iç yaralarındandır aslında; Batı'da olup bitenleri fark ettikten sonra onunla içli dışlı olamamak, yakından izleyip öğrenememek. Kendine yetmezliğinin bilincinde olmak da aslında yetişkin bir aydının sıklıkla içine düştüğü kuyudur, ama yukarı çıkmak için atılmasını beklediği ipin gelmeyeceğini bilmenin acısı ya da kapana kısılmanın iç burkan çaresizliği de küçük yardımlarla geçmez. Demek ki kendimize usta bildiğimiz yazarları daha yakından tanımak, kimselerin yardımına gönül indirmeden kendi gücümüzle onları öğrenmek gerekir. Burada, pek çok genç yazarın edebiyatımızın ustalarıyla ilişkisi için de bunun geçerli olduğunu elbette söyleyebiliriz. Belki şimdi, yerli ya da yabancı, eski kuşaklardan ustaları örnek almak, onlardan öğrendikleriyle kendi özgünlüğünü tamamlamak gözde değil. Sözgelimi Murathan Mungan'ın, Ahmet Hamdi Tanpınar'ı eskiten sözlerinin yanlış anlaşıldığına ilişkin açıklaması bana gene de inandırıcı geldi, ama yanlış anlamaya kolayca yol açacak bazı sözler de edilmiş oldu. Kendini burçlara kendi elleriyle taşıyan hüner, sihirbazlık olsa gerektir. Yaratıcılığın sihir olmadığını bilmek içinse, çok akıllı olmak gerekmiyor.


Yazarı: Semih Gümüş

(defter -not-: Sn. İlayda Ceyhun*'a
teşekkür ederiz, borges hakkındaki sn.Semih GÜMÜŞ'ün
bu yazısı daha önce Radikal Kiap ekinde yayınlanmıştı,
yine de borges defteri okurlarını ilgilendirdiği için yayınlıyoruz.)






Birinci Rüya
Bir parktayım, Umutsuzlar parkında. Henüz akşam olmuş. Karanlık yavaş yavaş ağaçları, çalıları ve arnavut kaldırımları örtmeye, içine almaya başlıyor...Bir ara içimde beliren garip bir hisle ağaçların arasına doğru yürüyorum. Birdenbire, karanlığın içine daha da girdiğim anda garip bir gürültü oluyor.Arkamdan kumlar hafifçe çıtırdıyor. Korkarak geri dönüyorum: Belli belirsiz bir ışıltı, büyük beyaz bir şekil bana doğru ilerliyor. Çoktan üzerimde. Bir kadının ateşli, fakat gene de hiçbir sertlik eseri olmayan kucaklayışı ile sarıldığımı korkuyla hissediyorum. Yumuşak, ılık bir vücut ihtirasla vücuduma yapışıyor. Bir el hızlı bir hareketle saçlarımı okşuyor ve başımı geriye doğru itiyor. Ağzım üzerinde tanımadığım yarı açık bir meyve dudaklarımı içen titrek dudaklar hissederek bayılır gibi oluyorum. O yüz, benim yüzüme o kadar yapışık ki çizgilerini ayırt edemiyorum; zaten onu görmeye de çalışmıyorum, zira acı ve zevk veren bir ürperti bütün bedenimi sarıyor, gözlerimi kapatmaya ve kendimi bir kurban gibi direnmesiz, bu yakıcı dudaklara terk etmeye zorluyorum. Karasız, ne yapmak gerektiğini bilmeyerek meçhul vücudu kollarımın arasında sıkıyorum, birden onu mest olmuş bir halde kendime daha da yapıştırıyorum. Ellerim zarif şekiller boyunca hızla kayıyor, duruyor ve daha hummalı, daha cüretli olarak tekrar başlamak için geri çekiliyorlar. Hep daha yapışık, çoktan kendimden geçmiş halde, bu tatlı yük bütün ağırlığıyla kendini tamamen bana vermiş, göğüsleri tam yüzümün üzerinde duruyor. Kendimi bu soluk soluğa kucaklanış içinde erimiş, alınıp götürülmüş hissediyorum ve çoktan dizlerim bükülmeye başlıyor..Artık hiçbir şey düşünmüyorum, bu kadının adını ve buraya neden geldiğini sormuyor; gözlerimi kamaşmış gibi yumarak, bu bilinmeyen, nemli ve hoş kokulu dudaklardan şehveti sarhoş oluncaya kadar içmekle yetiniyorum. İradesiz, bilinçsiz, sınırsız bir heyecana gömülüyorum tamamen. Dokunduğum her şey sanki ateşmiş ve kıvılcımlar saçıyormuş gibi geliyor bana. Bunun ne kadar zaman sürdüğünden habersiz, bu tatlı tutsaklığa düşeli, bu rüyayı görmeye başlıyalı beri saatler, yoksa saniyeler mi geçti bilmiyorum.
Birden yakıcı zincir kırılıyor. Göğsümü saran sımsıkı kollar aniden hemen hemen öfkeyle çözülüyor. Meçhul kadın doğruluyor ve çoktan ağaçlar arasında bir ışık çizgisi halinde...
Soruyorum kendime “Kim bu?...”
Düşünüyorum, herşey bir şimşek hızıyla tekrar gözlerimin önünden geçiyor, meçhul kadının yakıcı dudaklarını tekrar hissediyorum, giysilerinden çıkıp yayılan garip ve baş döndürücü şehvet kokusunu içime çekiyorum. Sözlerini birer birer hatırlamaya çalışıyorum. Fakat hiç biri gelmiyor hatırıma...
Ve işte birdenbire onun bana hiçbir şey söylememiş olduğunu, adını dahi fısıldamadığını yalnız yüreğinden taşan iç çekişlerini, haz içinde ağzından koyverdiği boğuk sarsıntılı hıçkırmalarını bildiğimi fark ediyorum. Çözülmüş saçlarının hoş kokusu, göğüslerinin sıcak basıncı, derisinin kaygan okşayışları kalmış hatırımda. Sık sık alıp verdiği nefesi içime çekmiş, bedenine çırpınan kalbine, sahip olmuş bulunduğumu unutamıyorum. Bununla birlikte karanlığın içinde gelip üzerime atlayarak aşkıyla beni sarmış olan kadının kim olduğunu bilmiyorum. Heyecanımı, mutluluğumu açığa vurmak için ona bir ad bulup hecelemek gerektiğini duyuyorum...Bu esnada uyanıyorum.





İkinci Rüya

Yorgun bir günün ardından yatar yatmaz uyuya kalıyorum:
Aynı parktayım. Gecenin ilerleyen saatleri. Tek başıma dolaşıyorum karanlıkta. Ve işte birden bire beyaz şekil, ağaçların arasından kayıyor, pek hızlı, tanınmayacak kadar hızlı... Sanki ay ışığı parçası ya da ağaçlar arasında rasgele uçup duran ve süratli bir rüzgarın bana doğru sürdüğü bir tülbent. İşte kollarımın arasında, bu ateşli ve çarpıntılı vücudun çevresinde aç gözlü bir yırtıcı kuşun pençeleri gibi dolanıp kapanan kollarımın arasında...
Yeniden dünkü gibi, o yakıcı dalganın göğsüme çarpıp kırıldığı an. Bu tatlı çarpışın ardından kendimden geçmeyi düşünüyorum ve yalnız bir arzum var; bu dalganın koynunda sürüklenip gitmek, haz uçurumunun derinlikleri içinde batıp kaybolmak. Fakat birden bire sarhoşluğum duruluyor, ateşimi frenliyorum. “Hayır, kendimi bu harikulade şehvet duyusuna terk etmeyeceğim. Kendi göğsümde yabancı bir çarpması gibi gelen vücuduma bu kadar sıkıca yapışmış kadının adını öğrenmeden önce bu doyumsuz dudaklara kapılıp, gitmeyeceğim.” Diye düşünüyorum. Onun yüzünü görmek için öpüşleri altındaki başımı geri çekiyorum. Fakat üzerine gölgeler iniyor, belli belirsiz aydınlık içinde, Meçhul kadının siyah saçları ile karışıyorlar. Ağaçların yaprakları çok sık ve bulutların peçelediği ay ışığı çok solgun. Onun ak mermere işlenmiş iki kızıl yakut gibi parıldayan gözlerini görüyorum sadece...
O zaman, ona bir söz, basit bir söz söylemeye, onun sesini duymaya çalışıyorum.
“-Kimsin sen? Söyle bana! Kimsin?..”
Fakat bu nemli ve lezzetli ağız, dilsiz ve yalnız öpüşlerle karşılık vermekte. Ondan bir haykırış, bir acı çığlığı koparmak istiyorum. Kolunu sıkıyor, tırnaklarımı etine batırıyorum. Sıkılmış olan boğazından, hafif bir inilti gibi arada birkaçı kaçıveren solumadan başka bir çıktığı duyulmuyor; bunun zevkten mi, acıdan mı ileri geldiğini anlamak güç geliyor bana. Karanlıkta hayalet gibi gelip kendini tanıtmaksızın benliğimi ele geçiren bu kadının karşısında hem kuvvetsiz kaldığımı görüyor hem de onun arzudan titreyen vücudunun mutlak hakimi olduğumu anlıyorum. Fakat adını bilememek düşüncesiyle çılgına dönüyorum. İçimde gittikçe artan bir öfke kabarıyor ve onun kucaklamasına karşı direniyorum. O ise kolumun gevşediğini hissederek ve öfkeye dönüşen heyecanımın farkına vararak, beni ellerinin sırtımda ve omuzlarımda dolaşan tatlı ve usul dokunuşlarıyla yatıştırıyor, alevli bir elle saçlarımı okşayarak beni kendisine çekiyor. Parmakları hafifçe dokunup geçerken, göğsünü yüzüme bastırırken, madeni bir cisim, bir ufak kolye alnıma çarpıyor. Aninden bir fikir geliyor aklıma. Sanki aşırı bir ihtiras nöbetine tutulmuş gibi onu daha şiddetli bir şekilde kendime çekerek kolyeyi göğsümle kolumun arasına sıkıştırıp kuvvetle sarılıyorum; maden, derimin içine gömülüyor. Sonra bu alevden bedene tekrar sıkı sıkıya sarılıyorum, şehveti dudaklarından tüm varlığıyla içiyorum; bu dilsiz sarılışın esrarlı ve ateşli hazzının derinliği içine alabildiğine bırakıyorum kendimi..
Sonra kadın dün geceki rüyamda olduğu gibi ani bir sıçrayışla kalkıp kaçarken onu tutmaya çalışmıyorum. Kolumdaki damganın ne olduğunu anlamak için çılgınca bir sabırsızlık duyarken uyanıyorum.
Uyandığımda hemen koluma bakıyorum: Bu girintili çıkıntılı çıkıntılı açılar halinde yontulmuş, beşgen, aşağı yukarı bir yüz lira büyüklüğünde bir yıldız.
En ufak bir inceliğini bile gözden geçirdiğim bu iz, beni bir kor gibi yakıyor, birdenbire, sanki taze bir yaraymış gibi canımı acıtıyor ve ancak bileğimi musluktan akan soğuk suya bıraktığımda acıma kayboluyor..O günü uzun kollu bir gömlek giyerek, dalgın ve düşünceli geçiriyorum... Fakat daha da şaşırtıcı bir şey beni büsbütün büyülüyor. Zira gömleğin kolunu her sıyırışımda farklı bir şekille karşılaşıyorum. İlk baktığımda gördüğüm yıldız yerini, bir yunus balığına, bir başka defasında bir zülfikara, bir Salvodar Dali resmine, bir turnaya bıraktığını gördükçe aklımı yitirmeye başladığımı düşünüyorum..


Üçüncü Rüya

Umutsuzlar parkındayım. Heyecanla ve sabırsızlıkla onun gelmesini bekliyorum. Gelmedikçe içime dayanılması zor bir acı çöreklenmeye başlıyor. Sanki bütün dünya ayaklarımım altından kayıp gidecekmiş, burada onu sonsuza dek beklemeye mahkum olacakmış gibi hissediyorum kendimi. Bu bekleyiş anları hayatımın belki de en ıstıraplı dakikaları oluyor. Zaman inanılmaz bir yavaşlıkta geçiyor. Onu çok güçlü bir ihtirasla ve arzuyla istediğimi hissederken ağlamaya başlıyorum. Göz yaşlarım yanaklarımdan akıyor..hıçkırıklarla ağlarken tırnaklarımla yeri kazıyorum.
Birden bire çalılılıklar arasından gelen hafif bir çıtırtı beni ümitsizlikten çekip çıkarıyor. Bir sıçrayışta kalkıyorum, ellerimi rasgele öne doğru uzatıyorum ve birdenbire yumuşacık bir kuş gibi gelip göğsüme çarpan o öylesine tutuşarak hayal ettiğim vücudu kollarımın arasında buluyorum.
Boğazımdan bir hıçkırık fırlıyor, bütün varlığım görülmemiş şiddette bir nöbetle sarsılıyor, kendisini bana sunan bu ince ve dipdiri vücudu öyle susamışlıkla sıkıyorum ki dilsiz ağzından bir şikayet iniltisi kaçıyor..ona, bana verdiği uzun ıstırabın karşılığı olarak eziyet etmek, bilinmezliğinden, bekletişinden, gizeminden dolayı ondan öç alma arzusu sarıyor içimi. Öfke, ateşli aşkıma öyle sıkı sıkıya karışmış ki, bu kucaklayış, bir sevişme hareketinden çok, bir boğuşmayı andırıyor. Kollarımdaki kadının nazik bileklerini o kadar kuvvetle sıkıyorum ki, onun güçlükle soluyan bedeni bir titreyiş içinde burkuluyor. Sonra onu o kadar şiddetle kendime çekiyorum ki hem hazzın, hem acının etkisi altında durmadan boğuk boğuk inlemekten başka bir şey yapmıyor. Fakat ondan tek bir kelime koparamıyorum. Bu inleyişi boğmak için dudaklarımı onunkilere oburcasına yapıştırdığım anda ağzımda sıcak ve ıslak bir şey hissediyorum. Onun dudaklarını ısırmışım... Ve böylece birdenbire gücüm kesilip içimde şehvetin yakıcı dalgası yükselinceye kadar sevişmeye devam ediyorum. İkimizin de göğüsleri birbirine dayalı soluyoruz. Karanlığın içimden alevler geçiyor, gözümün önünde yıldızların kıvılcımlandığını sanıyorum..Her şey sisleniyor, düşüncelerim beynimin içinde kıvrım kıvrım burgulanıyor, her şeyi yalnız bir adı var: RÜYA


Yazarı: Ziya Alpay


Kendimi Arıyordum, Size Çarptım!/ Sufi.


( Sevgili Sufi'mize sıcak selamlarımızı göndererek, defter arşivinden iki çok mükemmel yazısını değerli okurlarla paylaşıyoruz, " elle, ayağa kılavuzluk eden gönül gözüdür" sur, sen dağın başındayken dağın eteğini, ve her çukuru, her düzü kat kat görensin...ey şifa onu terk etme...borges defteri) Kendimi arıyordum, Size çarptım ! Birbirine zıt iki öğe ve bu ikilinin hemen yanı başında duran olumsuzlamanın aşılması ya da Hegel’in dilinden “aufhebung”, geçtiğimiz aylarda kaybettiğimiz ünlü düşünür Derrida’nın neredeyse ömrünü verdiği alan. Zıt öğelereden oluşan karşıtlığın yapısını nasıl çökerteceğiz? İkili karşıtlığın yapısında yer almayan ve karar verilemeyen öyle bir öğe vardır ki , bu öğe ikili karşıtlığın yapısında yapılanmamıştır, ancak karşıtlığın yapısını bozucu niteliktedir.Bu tip öğeler karar verilmez öğelerdir.Bunlar , felsefi karşıtlık yapısında yaşamaya devam eden ve yapıya direnip onu bozan öğelerdir. Derrida “karar verilmezlik” öğelerini açımlamak için “gün” örneğini verir. Gece gündüz olarak yapılanan gün unsurunda bulunmayan, ancak gece ve gündüz karşıtlığının yapısını bozan öğeler mevcuttur: “şafak vakti” , “alacakaranlık”, “seher vakti” gibi. Bu tür öğeler karar verilmezliğin öğeleridir, işte benim o tek dizelik şiirimden dünyayı izleyen göz böylesi bir zaman aralığında “ağlar”. Amacım felsefe yapmak , Tanrı kavramında saklı şifreleri ulu orta sofraya dizmek değildi, ne haddime. Bir gece yarısı sufi’nin dilinden, dudağından akan “göç” ve “kavuşma” türküsünün dip notları olarak algılansın isterim. Nereye yazdığımın çok iyi farkındayım, bir el tüm sözcüklerimi aydınlık saçan zulasında saklıyor, biliyorum. Onun ısrarı benim inkarım, ne zaman kırılır bilmiyorum. Artık her yazılan, çizilen bir ebedi yorum okuma biçimi olarak dökonstrüksiyon, hem teryüz etmeyi (reversal) hem de müdahale etmeyi gerektirir. Kalem tutan usta dost eller sağ ola, tanyerinin sesi bir yerlerden yankısını buluyor. Şunu ilave etmeliyim sevgili Argos dökonstrüksiyon , kavramdan kavrama atlamaz, ama kavramsal olan ve kavramsal olmayan düzeni tersine çevirir, bunu denesek? Biliyorsun döknstrüksiyon edebiyat ve eleştiri arasındaki köktenci ayırımla mücadele eder. Jm’nin sürekli vurguladığı gibi “dökünstrüktif eleştiri , felsefe gibi bir yazma faaliyetidir.” Döknstrüksiyonu bir sistem, yöntem ve fikirler bünyesi olarak düşünmek, onun doğasını tahrif etmek gibi bir şeydir. Yazdığım , okuduğum metinlerin metaforik yapısıyla da hep ilgilendim, ve yine biliyoruz ki metaforlar “hakikate indirgenemez”, o halde metaforlar hakikatın değil, metinlerin, şiirlerin bir parçası olarak görülmelidir. Yalan barındıran, tümden “yalandır denilen şiir” , ve son günlerde kimi oluşumlarda bu konu üzerine sözcük fırtınası değil, hafif mehtaplı esintiler yaratan dostlara ne demeliyiz? Hangi metni, hangi imgeyi, hangi “yalan şiiri” döknstrüksiyona uğratacağız, yerinden edeceğiz, ardından hangi “marjinal” metne yer vereceğiz? Ezbere konuşmak neden bunca ucuzladı sevgili Enis Batur? Bütün bunlar üstelik sizin göz bebeklerinize bakılarak gerçekleştiriyor “hanenizde”. Radikal okumayı denemeden, tüm bu yanlış yamalak bilgiler nasıl sıralanıyor? Söylemin kendisini neden kimse keşf etmiyor ve ön +hükümlü ( yalandır tüm şiirler, yalancıdır tüm şairler çıkarması) varolan hiyeraşileri tersyüz edilmiyor ardından yeniden söküp çıkarmayı denemiyorlar. Söylemin kendisini keşfetmek o denli “müşkil” bir sıçrama tahtası ki, bu dostlardan çok önce Foucault o yükseklikten tepe taklak oldu ! Herkes bir Gadamer, Derrida olamıyor ki Bay Foucault ! Fikri idealize eden dil düşüncesine nasıl karşı koyacağız? Nasıl mücadele edeceğiz? Dökonstrüktif okuma biçimi, daha doğrusu faaliyeti, dünyayı bir metin gibi görür, ve işte metin merkezli postyapısalcı yaklaşım, okuyucuyu ön plana çıkarırken, bugün postmodernizm, postyapısalcılığın öne çıkardığı okuyucuyu da çoktan terim yerindeyse tam “öldürmüştür”, tüm sıkıntılarımızın yegane sebeplerden biri işte. Tanyerinde Tanrı ağlarsa ne çıkar? Ey “yalan şiir” . İblis (karanlık) Tanrının bilinçaltından başka bir şey değilmiş der Persialı Zerdüşt ! Ya Şairin bilinç altında neler dönüyor? Hep Yalan mı? “içgüdülerimizin saflığı , berakklığı olmasa kimse kötü, çıkar, menfaat olmasa kimse iyi olmaz” buyurmuş bir teknosufi. ardından ekler bir garip sufi : “iyiliğin çoklu faydaları , kötülüğün inanılmaz bir büyüsü var” buyurun: kahveniz nasıl olsun? Siz siz olun haz ve heyecana bağlayın fişinizi, acıya kedere değil, hayata karşı en soylu duruşunuz bu olacak inanın , ey güzel gözlü borgesiyenler.. Selam, Muhabbetle, Sufi. Dünyayı ses kaplasa da, dengesini hep sessizlik koruyor, değil mi pirim? Yoksa “sessizlik kulesi” onca sene sesimizi neden barındırdı.. özledim o günleri. sur. 2. yazısı: Anlatamiyorum , Anlatamiyorum.. Dilsizler haberini kulaksız dinleyesi Dilsiz kulaksız sözün Can gerek anlayısı. Anlamadan dinledik Dinlemeden anladık Gerçek erin bu yolda Yokluktur sermayesi Sermayenin yokluk olması hakkında hiç düşündünüz mü? İnsanın herşeyi bulduktan sonra bırakması, çok sözden az söze, gerekirse suskuya, susmaya, sessizliğe, sözden daha anlatıcı olan insanca susmaya gelmesi demektir. Susarken söyleyecek, söylerken susacaksın. Bizlere bir kır gezintisi yeterlidir, gönlümüzde “Asa”, bohçamızda sözcükler, Söz ustalıklarını aşan bir çeşit sessiz duyarlığa, Hiç düşündün mü “ef”, neden “o” bu “sessizlik” sözcüğünü bunca sık kullanıyor? Dışımız(sözümüz) her nekadar süslü görünse de , içimiz o denli “harap” . Sözleri kanatlandıran Şairler var aramızda, evrenle bir görürüm onları. Sözün insandan ayrılamıyacağını, insanın ta kendisi olduğuna inanmak. Büyük Şairimiz Şeyh Galip: “Söz candır eğer bilirse insan” demekle sizleri ve “beni” konuşturdu bu gece. Sen sana ne sanırsın Ayrığı da onu san.. Mücizelere inanmam ama sanırım bir mücize yolda, dokunmayın lütfen Sufi için yola çıkmıştır.. Altını çizdiğim yağmur damlaları bekliyor hepimizi, Pirim var ola: “ Sen yine her zaman imkansızı iste Sur, ama önce iste ” deyişi ve güç kazandırmasıyla. böye bir “öğütten” sonra kim dinler Sartre, Dostyevski’yi.. Sufi.


Üç Şair / Yeni Şiirler



Aynı yapılara bakıp hüzünleniyorum
aynı pencerelere, pencerelerin içinde ki
perdelere,
belki pencere dışında da perdeler olur
bu yüzden yanlıca pencere içindeki perdelere.

Nesneden yola-çıkan bir kıvılcım bu
us’u dokunarak geçen hep aynı sözcüklerle
bir duruş, salt geçmişle aynı
kategorik imge- düşlerini
iki duble içinde ansızın
beyazlaştırıveren.

İşte bu yüzden hep
Aynı – aynı
Şeyleri – şeyleri
yazıyorum
yazıyorum
yazıyorum.

Hep aynı şeyleri içtiğim için.

Yazarı: Şafak Çubukçu
-----------------------


HAİKULAR

"Geçen yıl
dibinde oturduğumuz kirazlar
gene oldu mu..." (Bir Japon haikusu)


Nar çiçeğe durunca
Sönüyor al kanatları
Gün batımının
*
Ufukta kara bulut
Havada göçmen kuşlar
Bu gelen güz yağmuru
*
Ruhun fırtınalarını
Sümbüller karanfiller
Nasıl da dindiriyor
*
Rüzgârın ağlayışı
Kurdun iniltisini
Bastırıyor mu
*
Karanlıkta salınan dal
Ay ışığında keçiler
Kıvrılan yol
*
Tan alacasında
Pars gözü mü yanan
Minik nar çiçeği mi
*
Dağın doruğunda
Güvercin gurultusu
Otlar dökülen su
*
Ova kucak açınca
Göz yaşlarını tutamıyor
Yağmur bulutu
*
Ruhum darmadağın oldu
Leylakların kokusu
Yola sarkınca
*
Baştan beri duran ova
Ot biçen kadınlar
Kuşlar koyunlar

Yazarı: Ulus Fatih

-------------------


1.
bir
kent
masalı
benimkisi
kırılmış
bir
ırmak
fotoğraflardan
dökülüyor
yaprakları
birer
birer
ceplerimde
gizlediğim
akşamlar

2.

sol yanıma usulca dokunuyor
bir cehennem meleği
bir azrail
kızıl deniz rüzgarlarından
elini tutsam
turuncu olacak
cesedimin rengi
ne zaman bahar gelecek
ayaklarım üşüyor
bağırsam serçeler
uçuşacak

3.

dünyanın bütün granitleri
eşlik ediyor
öfkeme
inan bana
dağları delen ferhad
olamadım hala


Yazarı: Tuncay Takmaz


Varoluş Vakumu / Argos



JM ve Sufi için,

Gönül açlığı, aslında gözün açlığındandır. Göz doyduğu zaman kalbe de güven gelir! Çünkü göz gönle açılan bir kapı gibidir. Burada anlaşılması gereken, göz aslında bizim dünya ve onun içindeki sonsuz değişkenleri sürekli talep etmemizi temsil eder.
Nefsin zincirlerini kırması, derenin kendi yatağını aşması, sonsuza kavuşması, hayli zor bir yolculuk.
Varoluşun diliyle konuşur olursam:
“görünürüm bazen dedi
senin dilinden , sözünden” .
“Varoluş Vakumu” kavramını şimdilerde çok ağır ve zor bir süreçten geçen kadim dostun (sufi) bir yazısında görünce, kendimce o kavramı anlamaya, açmaya çabaya gösterdim, her zamanki gibi tüm manalar dıştan gelende değil, kalpten gelendedir.Yazıyı ithaf ettiğim iki dostun suskunluğu benim için dünya sessizliğidir, defter arşivi o ikilinin tadımlık sohbetleri ile başka bir tadı barındırıyordu, "edep ya hu" sözü onlarla daha da güzel duruyordu.

O "verimli" geceler, günlerin tekrar yaşanması ben dahil pek çok okurun sanırım arzuladığı şeydir.Olur mu bir daha? Umarım. Bu ancak Sufi'nin sağlığına kavuşması ve tekrar aramıza dönüşüyle mümkündür. Başka, hatta hiç kimse jm'nin dilindeki kilidi çözemez sanırım. Onu az çok tanıdığım için bunu söylüyorm.

Varoluş vakumu, çoğu zaman varoluşun zaman boyutunda yaşayan bir sıkıntıyı da içerir.
Varoluşun zaman boyutu açısından "olmak", içinde bulunulan andan, bir sonraki ana hareket etmekte olmayı, yani "olmakta olmayı" tanımlar.
Olmak yerine yapmaya yönelik bir yaşantıda ise geleceği güvence altına alma kaygısı, açık ya da üstü kapalı olarak yaşanır.
Aslında olayın temelinde, şimdiki zamanı yaşamayı öğrenememiş olma gerçeği bulunur. İçinde bulunulan zamanın yaşanmamasının yarattığı boşluk sonucu insan, sürekli geleceği ısmarlamaya, çevresiyle boşu boşuna uğraşarak, yerli yersiz girişimlerle, bazen de “beni aslında kimse anlamıyor” sitemi ile yaşamını tüketir. Siz şairi veya yazarı , ressamı ne sanıyorsunz, insanüstü bir varoluş mu? Eşrefi mahlukatın eşrefi mi? Onlar da tamamen "sıradan" bir insan. Sizin gibiler, tek fark duyarlılık katsayıları, ruh hazine müsteşarlığından tescilli!
Donanımı, birikimi arttıkça kendini toprağa yaklaştırması gereken bir varlık . Tam tersi burunundan kıl aldırmayan, “dünyayı ben yarattım” türü açık vermelerle zerre bile olunmuyor.Bırakın yazar, şair, sanatçı olmayı. Wassily Kandinsky’nin deyişiyle “Doğa kendi biçimini kendi amaçları için, sanat da kendi biçimini kendi amaçları için yaratır”, kaldı ki sanatçının amacı, niyeti bu hesabın tamamen dışında tutuldu hep. Her şair, ressam zerrenin sırtından evrene bakabilse, baka bilseydi zaten sorun kalmazdı.
Mr. Tarantino henüz doğu dünyası, çatışmaları, kılıç ustalığını keşf etmeden yıllar önce, yani Billeri ardı ardına postmodern kan gölüne etkileyici bir biçimde teslim etmeden , bir doğu filmi izlemiştim. Öykünün bir aşamasında, olayın kahramanı ile bir Japon prenses, bir yolculuk sırasında aralarında doğan yakınlık sonucu bir gece birlikte olurlar. Konumlarından ötürü yasak aşk sayılabilecek bu beraberliğin öncesinde aralarında geçen bir konuşma sırasında Japon prenses, yaşamın ertelenemeyeceğini şiirsel bir biçimde dile getirirken bir ara :” Yarın yok!” der.
Nitekim, birlikte oldukları gecenin ertesinde uğradıkları bir saldırı sırasında atılan bir ok Japon prensesin yaşamını yitirmesine neden olur. Felek de “ok” fırlatır, herkes biraz ip canbazı biraz da “yarın yok” demelidir ki o “ok”tan yara almadan kurtulsun.
Yaşamı, anlarımızı o sorgulayıcı süreçlerden geçirmediğimiz sürece işimiz hiç kolay değil.
Yaşamı depolamaya şartlanmış bir toplumda sınırlı öçlüde de olsa böylesi bir bakış açısı gereken yankıyı mutlaka bulur.
Ancak, merdiveni hızla tırmanan kişiyle, “ Yarın yok!” mesajı arasında çok önemli bir fark var, tam karşıt noktadır bu iki dünya görüşü.
Arada çok fark var, ilkinde , insanın kendisinden başka hiçbir varlığı göremediği bir körleşmeye yüz yüze gelir, göre bilme, kavraya bilme yetisi izin verirse. Heidgger’in tanımladığı gibi , böyle bir yaşantıda insan “mal edilmiş olduğu dünya”dan geri alınır ve çevresindeki her şeyin anlamı kaybolur.
Dünyanın yalnızlığı, acımasızlığı ve hiçliği ile yüzleşmekte olmanın sıkıntısı yaşanır. Bu sıkıntının bir içeriği yoktur. Öldürmez ama fena halde süründürür.
İnsanlar kendilerini”Maya”nın, yani “görünümler dünyası”nın olaylarına katarak bu hiçlikle yüzleşmekten kaçınmaya çalışırlar.
Böylesi yoğun bir yabancılaşma insanlar ve objeler dünyasıyla da sınırlanmaz.
İnsan yaşamına dayanarak ve düzen sağlayan toplumsal roller, değerler, yol gösterici bilgiler, kurallar ve inançlar da ardı ardına anlamlarını yitirirler.
Ya sonrası?
Sonrası olmaz, olamaz bu tercihin.
Varoluşun tam merkezinde devasa bir boşluk, çukur oluşur. Neyle örtünecek veya örteceğiz o çukuru? Bir fikriniz var mı sahiden?
Fantazos resimleri, dünyasına yaklaştıkça daha da mizahi yanıtlar gelmeye başlıyor, şu resimlerin tadını çıkaralım en azından. Çoktandır (toplumca) unuttuğumuz o asil tad!

“Varoluşun vakumlu kıyısına hoş geldiniz!”
“Reloaded değil, Zizek, Habermas hiç değil, Borgesiyenler böyle der,
böyle düşünürler: Sufi ”
Çok sevmiştim aziz dost, bilge sufi’mizin bu sözünü, Matrix’li Morpheus’un , ondan önce de Zizek’in söylediği “gerçeğin çölüne hoş geldiniz” sözünden çok daha “derin” bir bakış.
İnsan bir şekilde kendi yalnızlığından kazandıklarıyla bir şeyleri anlatmak mecburiyetine düşmektedir. Sevgili Sufi’ye de hep söylemişidir bu mecburiyet başlangıcından itibaren insan ile Tanrı arasındaki bağdan doğmaktadır. Tanrı bile insan ile kurduğu unsiyetten dolayı ona kendini anlatmak istemiştir. Sevgili JM çok ilginiç bir dosya hazırladı. Tezer Özlü ile ilgili etkileyici bir “kayıp parça” neredeyse Zamanında o parçaları( Oğuz Atay külliyatını edebiyatmıza kazandırdığı gibi) bir araya getirmek için Şair Enis Batur insan üstü bir gayret harcadı, bütün o süreçlerden haberimiz var, yeni gelen kuşağın da bilmesinde yarar var. Ama bazen ortamımız her şeyi çok çabuk unutuyor, jm’nin yaklaşımı o çabaları tekrar gündeme taşımaktır, o güzel, anlamlı girişimleri unutturmamaktır sadece. Odosyanın ilk taslığında gördüm, Tezer Özlü’nün kızı Deniz, Annesine bir soru sorar, çevresini saran onca sözcük deryasındaki bir kız çocuğu ve annesinin yazıyla o ilk kutsal araçla onca uğraştığını gördükten sonra üstelik.
“ Anne Tanrı’ya inanır mısın?” diye çok açık bir soru sorar Tezer Özlü’ye.
Tezer Özlü’nün yanıtı ise ilk okuduğum dosya taslağından aklımda kaldığı kadar:
-“ Evet, kızım Tanrı’ya inancım sonsuzdur” der.
Sanki Deniz ona “gel benliği aradan kaldıralım” der gibi yaklaşmış. İyi ve rahat uyu güzel Tezer.

Sanat , sezginin ve anlatımın birliği olmasın?

Argos .a


Yayıncıyı mahkum eden Marliyin Monroe :MM !



(Sufi'nin tüm yazıları-defter arşivinden)

Yayıncıyı mahkum eden
Marliyin Monroe :MM !


Herkes ve her yayınevi örneğin bir 6.45 kadar olamaz!
arada bir fark olmalı ,değil mi?
Alın bir 6.45 kitabını, ilk göze çarpan nokta "telif" hakkından feragat tümcesidir.
Bin yaşa kaan çaydamlı.

"hiç bir hakkı saklı ve ya gizli değildir" diyemez bazıları , kimler mi?malumunuz.
Oysa bir dönem bakın ne demişti sayın Murathan Mungan:
"Sizi bir kutuya hapsedip o kutu üzerinden borsa işlemi görmenizi istiyorlar".
Türkçem biraz kıt , pardon ne demek istemiştiniz bay MM.
(Pardon,marliyin monroe değil bu MM ! ) + marliyin monroe'yi çağrıştırdığı için mm'yi sevdiğini biliyoruz !
"sizi bir kutuya hapsedip o kutu üzerinden borsa işlemi görmenizi istiyorlar":mm
peki kim yapıyor bunu sayın Mungan?
kendisi+kitapları.
"erkekler için divan" kitabı.
bir kutuya hapsedip piyasadaki albeni borsasına süren bizzat kendisi.
insan kendi yaptığını başkası yapıyormuş gibi gösterip üstüne bir de şikayetçi olur mu?

Aşk mı?
imlasına dikkat bay mungan!
aşık olmak ile aşık atmak arasındaki imlaya dikkat.
onlar artık kültür endüstrisinin acımasız "serbest piyasasında" rakipleriyle ,zavallı kimi yayıncılarla aşık atmak zorundalar.
Aşk şehirlerarası otobüslerde yalnız ve sahipsiz kalmış "lal" bir masaldır şimdi bay mm.
eh ,nasılsa siz artık şehirlerarası yolculuğu uçakla yapıyorsunuz.

Ah,evet, Hatıra : o gizemli sözcük ! şöhretin zirvesinden bakıldığında ameliyat edilmiş ,ten rengi değiştirilmiş
bir geçmiş zaman menkıbesi.
bellekte birer dikiş izi olarak kalmaya yazgılı.
beslendiği kaynaklar şimdilerde evrenin öbür ucundan , bu tuhaf vitrin şairine gülüyorlar belki de,kimler mi? Başta Sevim Burak, Bilge Karasu,Oğuz Atay olmak üzere.
Oğuz Atay'a tamamen yabancı, Bilge Karasu ve Sevim Burak karasularına bin fersah uzaklıktan bakabilen ..


Edebiyatımızın "troykası" olmaya dünden hazır ve nazır nice mm’ler sırasını bekliyor.

"mondrian onca sene atölye tozu,toprağı yuttuktan sonra :"hayat dengeye kavuştukça,bayağı sanat ortadan kalkacaktır"der.
hayat nedir?
denge nedir?
çetrefil bir boylam.
Kainat o sofradakilere değilse de ,
o sofraya uzaktan uzağa imrenenlere zihin açıklığı versin"der Pirim.

Sufi.
hamiş:
a: Hayatım başkalarınınkinden farklı değil.Antremandan Akmerkez’e
,Akmerkez'den eve..herkesinki gibi ..(Sergen Yalçın-futbolcu).

b: Neden bu kadar üstümüze geliyorlar?Bizim çok farklı bir hayatımız yok ki ! bizim tek farkımız ,podyumdaki sesksüalite görüntümüz..
(Deniz Akkaya-manken).

c: Vildan'la buluşup Aznavur Pasajı'na gittik.İngiliz malı saç boyasından aldık.nihayet istediğim koyu kırmızıyı tutturdum.
Saçlarımın hikayesi diye bir deneme yazmaya karar verdim.
(Murathan Mungan-Milliyet,Hayal Atölyesi Köşesi).

d:Ben sıkarsam,ayağa değil,kafaya sıkarım.(ibo).

FARK NEREDE?


sufi.


Yol, Yolcu, Soru / Sufi.



(Sufi'nin tüm yazıları- defter arşivinden)

YOL, YOLCU, SORU

Hamid Farazandeh için,


“Sayın yolcular , otobüsümüz iki dakika sonra hareket edecektir.
Yanında gelmeyen, eksik olan yolcu var mı?” diye seslenen muavin cevap bekledi.
Sessizce bir ses peşindeyim, yine bir hınzırlık arıyorsun dedim ey sufi, oldum olası şehirlerarsı yolculuklardaki bu tip anonslara pür dikkat odaklanırım, özellikle son iki yıldır daha bir duyarlıyım bu sese,
yoksa tüm göçler,
gidişler önceden anons ediliyor da duyan mı yok ?!

Neyse beklediğim tek cevap, cam kenarında oturan ve yüzünde çok garip bir hüznü barındıran genç bir kadından geldi:
“Yanımdaki adam henüz gelmedi.”
- biraz daha bekliyelim o zaman.

“Pardon ! Bayan, yanınızdaki beyin nereye gittiğini biliyormusunuz, acaba?”
“Valla , garip bir adamdı doğrusu.Aniden sıçrayarak uyandı ve kendi kendine bir şeyler söyleyip koşar adım çıkıp gitti.”

“Allah Allah. Ne dedi ki?”
“Uçurum muçurum dedi,
bir şey anlamadım. Sonra: “hayır sen bize benzemiyorsun, ..çünkü ruhun yedi katlı bir kumaşla kaplıdır , hatta kendi kalbinin sesini duyabilecek durumda bile değilsin” dedi kendi kendine .
Arabası mı uçmuş, sevgilisi mi düşmüş ne.. evet, galiba Aygün, Aygün diye sayıklıyordu uykusunda, sabahtan beri.”
Suskun, Sessizce o genç kadını dinledim,
O kadın konuşurken bir anı geldi aklıma ve ardından “ey acı!” yüreğinde tuttuğu gül mü bu kadının, dedim.
O an defterime şu notu düştüm:
Dökülün ey hayaller yanan gökyüzünden,
“ Her seven erkeğin rüyası bir gün Aygün’de kesişebilir, ve her Ay ya da Gün bir rüya olabilir, ve gün gelir yedi katlı kumaşa sarılan ruhlar bile üşür ! Devran sizi üşütmesin..

Yan camımda hafif bir buğu oluşuyor, parmağımla “sufi” yazıyorum, o an eriyor..
Usul usul uykuya dalıyorum, kulaklarımda yankılan garip bir sesle..
“Bu kez gözlerimi hastane odalarında açmak istemiyorum,
geçmişin geleceği
geleceğin getireceğine galiba artık alıştım..inandım..” diyorum rüyamda !

ne ben ne de bu sözcükler
yüce
gidince
ışık
ben kaçacağım
dönünce gün o
-sev bir yol da göreyim hadi
şimdi ne yapacağız, yokmuş
zaman da
aşk da
kim gidecek , aşkı kurtarmağa
kim deli bir an, anı olacak

- bir yol sev de göreyim,
hemen şimdi göreyim bir yol sev
“anonsunu” ben yapacağım :
“yol arı bir sevgiydi akan” : hoş geldiniz !

ama çok geç kaldınız, Sufi, harabat meyhanesine yaklaşıyor...direniyor,
de ki "gökyüzü yardımcın ola" ..

Sufi.. fi su olmaya ramak kala,

Toprağınız.


Sufi.



Son Kişot!
penceresiz aşiyanlarda otur şimdi,
'rüzgar bilir işini' ...
dünyaya uzanan
ateş oldun : kal orda.


Borges Defteri


Şair Cenk Koyuncu Aramızdan Ayrıldı...



En üretken yıllarında ...
zamansız gidişinin
üzüntüsü, hüzünü kaldı geriye,
Güle Güle dost insan, “şiir yürek”
Büyük bir özveri, fedakarlıkla uzun zaman çıkarmayı başardığı “Son Kişot” edebiyat dergisi genel yayın yönetmeni idi...

"Otoben", "Yüz'de yüz","Son Veda" adlı şiir kitaplarına dünyanın en sessiz imzasını attı... çünkü onun sesi çıkarttığı işlerle bizlere hep yansıdı...

”Son Kişot I. Yılını Doldurdu” başlıklı yazısının sonuna şöyle bir not düşer:
“ Unutmuyor, unutmayalım!
Kurban da / cellat da biziz’ değil mi?
Diye soruyor, diye düşünüyoruz!”...
Unutmayacağız ey son kişot, ey en uzun koşucu,
Çığlık attık,
Yakardık sana: “kıyıdan uzaklaş, hemen...orada da boğulabilir ay” ey şair....
Dinlemedin, dinlemedi kandaki divane,
Ah Cenk...ey melal,
Bir bahanen bile olmadı,
Ve de ne ıssız savdın sözlerini ey Can...
Ondan geriye arşivlerimizde sadece o güzelim şiir kitapları değil,
"Eski'z" ve "Son Kişot" adlı onlarca dergi sayısı da kaldı...


Yattığın yer yıldız yağmuru ile yıkansın her dem.....

Borges Defteri'nden tüm dostların...hüzünle....



Gece / Cenk Koyuncu
Çekmecelerde saklardım hüznümü
kuşların kanatlarında birer anı
size çalışırdım, çok ölürdüm
Ay, kendisiyle oynayan kelebek
ben, sizsiz takvimi karıştırırdım
...




Brecht Hata Yaptı Mı?/ Sufi.



(Sufi'nin tüm yazıları- defter arşivinden iki yazı)

Brecht hata yaptı mı?
Sessizliği tercih etti mi?

Ve bunun gibi birçok soru sorabiliriz sanırım.
Kısaca :evet, tercih etti !

Şimdi bu "telegraf" usulu yargılamadan sonra yanlış bir hesaba kapılıp “Sufi ,Brecht'i sevmez” gibi bir sonuç çıkarmayın lütfen, tam tersi bir durum söz konusudur, sevdiğim için bu soruları yöneltiyorum.
Aslında bu konu daha önce Defterde tartıştığımız Rabelais konusuyla ilintilidir, ilgilenenler ,Defter arşivinden söz konusu yazıları okuyabilirler ( Argos a. ve benim yazım).
Haşet tarafından yaratılıp Piscator ve Brecht tarafından geliştirilen Şvayk tiplemesi,dünya yazınında gerçekten eşsiz bir "oportünist şenlikli muhalefet "tavrının bariz örneğidir.Şvayk 'ın otoriteye,militarizme karşı çıkışları hep bir boyun eğme kisvesi altındadır.Şvayk bir kahraman degildir, egemen söylemi, iktidarı yadırgatmakta gülünç duruma düşürmekte ve sorgulatmakta birçok kahramandan daha başarılıdır.
Belki de Brecht'in Şvayk tipine aşırı düşkünlüğü de bundan gelir .Martin Esslin'e göre ,Brecht'in çoğu oyun kişisi,Şvayk 'tan hareketle yapılmış çeşitlemelerdir:Azdak, Matti, öykülerindeki Herr Keuner,ve hatta Galileo(ki bu örnek üzerinde özellikle durmak gerekiyor).Brecht'in kendisi de yaşamı boyunca Şvaykvari bir tavır benimsemiştir iktidara karşı.
şimdi yukarıda sorduğum soruların renkli grafisi çıkmaya başlıyor:
Brecht ne 1947'de Amerikan Aleyhtarı Faaliyetleri soruşturma Komitesi karşısında radikal bir tavır almıştır,ne örnegin 1932'de Kuhle Wampe filmini sansür karşısında savunurken, ne de Doğu Berlin'de yaşadığı yıllarda "sosyalist gerçekçi" resmi sanat anlayışı tarafından sessiz bir sansürle sınırlandığı zaman.

Bütün bu durumlarda"kıvırtma" yolunu seçmiş, gerektiğinde yalan söylemiş,boyun eğer görünmüş,ama hasımlarıyla inceden inceye alay etmeyi de ihmal etmemiş.1953 Doğu Berlin ayaklanmasında açıkça iktidar karşıtı bir tavır almamış,ancak iğneli bir dille yönetime "bu halkı feshedip bir yenisini seçmeyi" önermiştir bir şiirinde.. Brecht gibi bir Şair'in büyüklüğü sanırım bu dizelerde saklı, yaşamı boyunca ,özellikle siyasal arenalarda çizdiği "belirsiz fiili tavırları" onun sessiz +isyankar dizeleri kırmıştır.
Cemal Süreya’nın bilinen Brecht yorumu: "Genç şairleri etkileyen bir sanatçı da Bertolt Brecht, şiiri sonsuz yalınlaştıran bir şair. Şiiri iç hayattan bütünüyle sıyırıp onu görünür gerçeğin dışavurumu, yansısı haline getiren adların başında geliyor”.
Konuyla ilgili ve belki de Bercht’i en iyi anlatan kitaplardan birisi Walter Benjamin’nin:”Brechti Anlamak”kitabıdır, gerçi Walter Benjamin’nin kitabı kafamdaki sorulara cevap olmadı, ama onun üzerine okuduğum en kapsamlı kitaplardan birisidir.
Sn.Ahmet Cemal’in ise neden “Yadırgatıcılık Etmeni “ kitabını ,"Yabancılaştırma Etmeni" adıyla çevirdiği ise bir muamma ! (tiyatro kuramını işler bu kitap).


"-Karanlık dönemlerde peki, Şarkı da söylenecek mi? -Elbette şarkılar da söylenecek Belgeleyen karanlık dönemleri."
Brecht:Sanat adlı Şiiri.
Sufi.
Hamiş: Bu ay çıkan tüm edebiyat dergilerini(yasal olanlar) karıştırdım, bunu bir Sufi Sözü olarak kabul buyurun ki ,Nazım Hikmet'in Orhan Veli'ye karşı söylediğini yazmak zorundayım:

" Şeytan Uçurtması yapıyorlar" .Onca kağıt ve mürekkep'e yazık.."Son Kişot " az ve öz gidiyordu kapandı, Dünya grubunun çıkarttığı "posta dergisi" kapandı ..Ve daha da ilginç bir "ucube" çıktı karşıma:Akademist dergisi ! biraz High Social + White Turkish Moda aleminden gerci. kitapçım “dergi yeni geldi” dedi,.. bilmem sayı 7 Enis Batur'la uzunca bir reportaj var(dergi’nin çıkış tarihi’nde baskı hatası olabilir). İlginç ve okunmaya fazlasıyla değer , Söyleyişinin yapıldığı adres yanlış diyemiyeceğim, ama “gerçek okuyucusuna” ulaşır mı? S.O
Sufi.


Yağmur Çiselerken / Sufi.



(Sufi'nin tüm yazıları- defter arşivinden seçtiklerimiz
Yazıda söz konusu olan Ağaç Fotoğrafı-şu an defter sayfasında izlediğiniz "güzel fotoğraf" - Sevgili Enis Batur imzasını taşıyor...web sitesi sitemizin ilk ve tek linkidir!..defter)

Yağmur Çiselerken

Kır çiçekleriyle dolu bir bahçede uzanmışım dolunayı seyrediyorum.Yağmur çiseliyor. Altımdaki toprak yavaş yavaş çamura dönüşüyor.
Bense hiçbir şeye aldırmadan yatmaya devam ediyorum, sevgili Asu'nun uyarılarını bile dinlemiyorum.
Çok uzaklardan, rüzgara karışmış bir ney sesi geliyor.
Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlıyorum.Tamamen arınıyorum.Sonra yavaşça kalkıyorum ve yalınayak yürümeye başlıyorum.Yağmur şiddetini artırıyor.Sırılsıklam oluyorum.
Her adımda bir umut, bir hayal kuruyor, yıkıyor, yitiriyorum.
ve her yitiriş beni biraz daha rahatlatıyor.
Yavaş yavaş tüm duygularım bir med + cezir fırtınasına tutunuyor.
Beynim gitgide boşalıyor sanki.
içimde sadece sevgi kalıyor.
Sonra karşıma dikenli teller çıkıyor.
Bahçe sınırı diyorum, dünyanın sonu değil ya.
Daha ileride orman var, dikenli teller beni tutamaz, tutamadı asla, Tereddütsüz atlıyorum tellerin üzerinden.
Orman dolunay ışığıyla gümüşi renkte.
Koşmak istiyorum ama ağaçlar o kadar sık ki koşamıyorum.
Sonunda bir ağacın dibine oturuyorum.
Çok büyük bir ağaç.
Kafamı kaldırdığımda gökyüzüne değiyormuş gibi geliyor.
düşünüyorum ve soruyorum o an, ağaçların sesine kulak veren , kaç şair var ?
birkaç isim hafızamı yokluyor, ama nedense Enis Batur dikiliyor gözlerimin önüne, kendi Web Sayfası adresinde tek, bir adet fotoğraf var, o da kocaman bir ağaç gövdesi fotoğrafıdır ! Güzel bir fotoğraf, kendisi çekmiş.
Sonunda tam o ağacın, dibine çöküyorum.
karşımdaki ağaçta bir baykuş var.
Kocaman gözlerini açmış bana bakıyor.
Ormanda ne işin var tek başına dercesine " sevgimi seninle paylaşabilir miyim?" diye soruyorum.
birden yok oluyor, ürperiyorum.
her gidiş beni hep ürpetmiş.
Ayağa kalkıyorum ve karşıda onu görüyorum.
Yüzüne bakarsam sihir bozulacak, hayatın kimi gizemleri, renkleri var, onlara tepeden bakmadım asla, ve bazen "gerçeğin", dostun yüzüne değil sadece kalbine, ruhuna bakarım ki o sihir bozulmasın.
Sonunda karar veriyorum, ve "içeriye" bakmaya yöneliyorum ..


içeri neresi?

Hafifçe titreyen bir deri içindeyim.
yorgun bir yüzün, güçlü solgunluğunu bıraktığı kutsal tenime.
birden ateşin yakan şefkatliliğini hissettim içimdeki ormanlarda.
çiçek kolonisindeki büyülü uyanışlarımda,
ve o sessizlikte
Yudumlanarak
bakılan
güzellikle
pişirilmiş ruhtu seninkisi ey dost , diyorum.
Hüznün, kızgın dikenlerini görünmeyen kanatlarıyla kalbime batırsada..

Sana dönük
düşünen düşüm ey defter, o vefa ehline ,
soyut mağaramın kalbi,
ve özlem çemberi içinde, kayb + olan yusufu'nu arIyor yakup..
aşk ve sadakat iksirlerini nakışlarından.

Selam,
Muhabbetle,


Sufi.


Fener

(açıklama: Sevgili Sufi bu yazısında Şile Feneri
ile bir içsel konuşma yapar-defter)

Fenerin ışığı karanlığın içinden odamı yokluyor, izliyorum, buralarda olmadığım zaman dilimlerimde de geliyor, anneme soruyor :Sur'u goremiyorum, nerede?
O hep gelecek, çünkü onunla sırdaşız, hiç unutmam bir gece vakti aldığım ilaçların da etkisiyle, bilinç kıyısında, hani o zihin uyanıklığının alt, en alt basamağından gözlerimi zor bela açtığımda, devasa, sıcak, ve çiydamlası berakklığında bir ışık halesi odamı doldurdu.

-geldin mi sur? geceler boyu seni tüm kırlarda, sahilde, her yerde aradım durdum.

Duysanız gövdesinin titrek selini.

Duvardan duvara, defterden deftere, kalemden kaleme gezdi, okşadı durdu.
bir yüz ki sabahmış .. gidip dönmemiş.
zaman sokağında zonklayıp duran..

S: - Geldim, Sen önce şu bozuk ölmeyegeçkalmak saatini al götür .

ten değil dostum, yar gitmiş arzuhal birikmiş dilimde,
"ölmemek yükü" ağır mı gelmiş neymiş.

duymadın mı?
görmedin mı?
erittim son buseyi özlemin magmasında,
ve
Veda
büyüsünü
Sesine gizlemiş bu Sufi'yi..

Gece boyunca (fener) sessizce beni ziledi, sadece gozlerime baktı durdu.
Güneşin doğuşuna yakındı,
Döndü Güneşin doğuşuna baktı, yarı ağlamaklı gözleriyle
sonra arkasını döndü, tekrar gözlerime baktı.
"önüne tekrar geceyi çizdi",
geceye doğru yürüdü:
(seslendi)
"gidersen çiydamlası olur, tüm güllere konarım".

Sufi.

Hea.ven.ly :

Odur belki yeryüzünde yalnız
Klabi kalbime seslenen,
Gelirken gülüşür nur olan kız
O derin gecelerden.
Şiir: Nerval
Çev.sufi.


Nominalismus, Ya Da? / Sufi.



(Sufi'nin tüm yazıları- 9 Nisan 2005 defter arşivi)

Nominalismus ! Ayrıca:Süredurum Niceliği

Amacım ,estetik kuram ötesinden ve yine genelde es +geçilen ve bir biçimde Aydınlanma çağında fenerleri ışıldayanlara yoğunlaşmaktı.
Yazılım konusunda ve sözcük diziminde jm’nin getirdiği ses vurgularını hep önemsedim, borges defteri yazarlarının pek çoğunda yavaş yavaş benzer bir “tın” +”duyarlılık” iyice
kendini hissettirmeye başladı.
Sorduğun ilk sorunun yanıtı yazında var zaten, ikinci ve son cümle zor ve gerçekten özellikle bizim gibi toplumların aslında bir 300 yıl önce sorması gereken soru türündendir,(bizim gibi
neresi? (eski)Osmanlı hududu , İran, Kuzey kafkasya,daha da
kuzey ülkeler, ve Kalkete Nehir kiyilarina kadar
dayanmış büyük bir coğrafya), ve bir kentin gerçekten
“özgül” ağırlığı ve tarihi gidişatın tepe taklak
oluşu.
“Başta sorduğum soru, döndü dolaştı yine kendi
ellerimde kaldı:Evet, Floransa’ya özgü yaşamda özgül olan neydi?”.jm
Bu soruyu tersinden bende sordum , yanıt değil ama herhalde bireyoluş denilen yani(Ontogenese) kendi
yönüne göre bilimin Soyoluş’u latinlerin Philogenese
olarak tanımladıkları ile aynı zamana rastlamakta
oluşları onu yani Rönesansı geçici olarak yoğun ve bu
nedenle aracısız görülebilen bir duruma
getirmektedir.
“Diyalog” (Galilei yapıtı)Rönesans’ın doğa
düşünürlerini anımsatmakta, buna karşılık
“Görüşmeler”de Newton ile Lagrange sezinlenmektedir.
Hatta “Diyalog”da bile Newton ile Lagrange’daki
mekaniksel-matematiksel düşüncenin ilk biçimi
görülebilir, ama bunun yanında Newton ile Lagrange’ı
anıştıran “kuru şema” deyimi tek yanlı görünmektedir,
çünkü bu şema nedeniyle burada Rönesans’ın renkleri
parlamaktadır.
Şimdi “Diyalog”un temel düşüncesine, kozmik bir
süredurum ilkesine dönmek istiyorum izninle pirim.
Galilei “Diyalog”da, cismin kendi doğal yerinde aynı
kalan yerdeğiştiriminden, gezimci dünya+uyumunun bu
temel taşandan kendi başına bırakılan cisimlerin aynı
kalan hızlarına, dünya ile ilgili kinetik tasarımın
temel taşına geçmektedir. Aynı kalan hız, evrendeki
dinamik uyumun temel taşı, “Görüşmeler”in ana konusunu
oluşturmaktadır. Burada belirenler: Zamana göre maddi
bir noktanın konumunun ilk ve ikinci türevlerine
ilişkin temel örneklerdir; noktadan noktaya ve an’dan
an’a gerçekleşen devinim konusunda ayrımsal hesaba
(Differentialrechnung) özgü bir tasarımın temel
örneğidir; sonsuz küçük parçalardan oluşan sonsuz
büyük bir sayının toplamı olarak sonluluğa ilişkin
tasarımdır; sonsuz küçük nicelikler tarafından
belirlenen
bütüne ilişkin tasarımdır; yerel, sonsuz küçük
nesnelerde cisimleşen sonsuz çeşitliliklere ilişkin
tasarımdır. Evet, bu saptamaya tüm yüreğimi basarım:
"Galilei’den bu yana sonsuzluk genel kavramlar
dünyasından çıkmıştır (jm'nin yazısından)" , nedenine gelince naçiz düşüncem bu yönde : “Diyalog” ve “Görüşmeler”deki
düşünsel deneylerde sonsuz küçük, noktaya benzer ve
geçici bir varoluş biçimine sahip değişken nicelikler
ağır basmaktadır. Genel kavram olarak sonsuzluk yitip
gitmemekte, tersine adcı yönden yerel bir
“burada+şimdi” ile kaynaşmaktadır.
Sonuç olarak kimse “Ravenna” ve Arcetrin karanlık
koridorlarını unutamaz.
Senin sorduğun bir soru,iki değil üç+beş olarak
"içten hücrelere" çoktan bölündü bile,
Ama bir kentin özgün ağırılığı ve de Rönesans gibi
devasa bir devinim söz konusu ise
birçok “değişmez”den söz etmeliyiz:
Burada söz konusu olan, kültürel birçok alandaki
değişmezlikler, bir alandan diğerine geçerken
varlıklarını koruyanlardır. Kentin Geç-Ortaçağ ve
Rönesans dönemlerindeki gelişme özelliklerine,
ekonomisine, toplumsal ilişkilerine, siyasal tarihine
ve kültürüne ilişkin sorunlara şimdilik girmek
istemiyorum; o zaman konu çok yayılırdı. Bir
çözümlemenin çıkış noktası ekonomik ve toplumsal
gelişmedeki hızlı devinim olmalıdır. Yalnız
değişimlerin hızı değil, deyim yerindeyse devinimin
aşaması ya da nitel değişimlerin derinliği: yani
kuralların ortaklığı ve süredurum gücü (daha doğrusu
“süredurum niceliği”), ekonomik, toplumsal, siyasal ve
kültürel değişimler yüzünden nasıl bozuldukları
olmalıdır.
Floransa resim sanatında yalnız konu, renkler ve kompozisyon değil, perspektif ilkeleri de; üretimde salt verimlilik ve tezgahlarla su çarklarının sayısı değil, yapım (Konstruktion) ilkeleri de; bilimde yalnız aydınlatılan sorunların sayısı değil, bilimsel
açıklamaların çıkış ilkeleri, hatta bunlara ilişkin
kavramlar da değişmiştir. Devinimin aşaması ne denli
yüksek olursa, bilim ve davranışın ilkeleri ne denli genelleştirilir ve temel bir duruma getirilirse, bu, diğer kültür türleri üzerinde daha enerjik bir etkide bulunur, diğer alanlardaki yankıları ve etkileri daha güçlü olur.
Bilimin duygusal ve estetiksel yankısı, bilimdeki devinimin aşamasıyla orantılıdır; bir ülkenin bilimsel yönden gelişmesi, bu gelişmenin hızına ve genelliğine göre o dönemde ülkeyi niteleyen ekonomik, toplumsal ve siyasal değişimlerin
derinliğiyle doğru orantılıdır.

Yazarı: Sufi.


Gelecek Umuttur / Sufi




Gelecek Umuttur

(Sevgili Sufi'mizin tüm yazıları- 26 Nisan 2005- defter arşivinden seçtik...
Hadi , ey yaratan kalem 3.ü gitti, o peşinde olduğun "bir" kaldı geriye, diren ey can ki, evvele selam, ahire selam, batına selam, zahire selam sesini duymak istiyoruz, tekrar Endülüs türkülerini söylemeni ey Sufi,
ey sen: oluşta ne var ki olduğu gibi dursun, hiç değişmesin// Sen de gök gibisin ey dost, bir gün masmavi güneşlik, bir gün bulutlu.../ defterinden sevgiyle... )

Olması gerektiğini düşündüğün ile yapmayı arzuladığının art arda konumlandığı çizgi,
işte o çizgiden seslendiğimi kavrıyorum artık.
Burdayım , burdayım dedim aynama..
Yalnızım ama .
“yalnızlık nedir ki?” diye alaylı bir soru geldi aynamdan.
Kırılmazsan anlatırım,ama sonra .
Biraz yorgunum ,içime sığınıyorum,ölü olduğunu kanıtlayamadığım bedenimi.
“gitmek” mi?
biliyorsun ki tek bir gidişin ,dönüşü yok!
bir ağaca yaslanıyorum,bulutlar yağıyor yüzüme,
düşünüyorum,yeniden yaşıyorum tüm geçmişimi,
bugünlerde bulamadıklarımı anılarda arıyorum, neden yapıyorum bunu?
Aslında hayat bu değil, bana inanmıyorsanız gidin en yakındaki aynaya bakın
ve cesurca “evet, bu tam istediğim hayat” diye çığlık atın, sözümü o an geri alacağım.
herkes bir arayış içinde,karanlık sokaklarda,
kayıp mı olmuş yoksa sevgi
tembel gönüllerde.
Hafızamın sularında çalkalanıyor zaman.
Unutuyorum,unutmak zorundayım geçmiş zamanı,ve atlıyorum sırtına geleceğin,
ikinci seçeneğim yok ! ama üçüncü seçenek kapımda beni ve yılgınlığımı bekliyor,
düştüğüm an alıp götürecek uzaklara.
Gelecek umuttur diyorum yüreğime,
Ölüme kadar gelecek hep var,
öyleyse
Ömür boyu bana mahkum ölüm.
görüyorsun parçalı bulutluyum biraz, merak etme zırhım çok sağlam.
iç hesaplaşmalarım ,kendimi çarmıha gerdiğim çarpışma saatlerim uzayıp gidiyor bazen.
kendime korkunç davrandığım,günlük yaşamımda olduğumun tersine bayağ bir pesimist sorgulamalarım oluyor.
kendime güvenimin ,hayatla,kederle,sıkıntılarlarla mücadele azmimin önüme kuracağı tuzakları biliyorum, bu tuzakları yıkma savaşımının kolay olmayacağını da biliyorum.
Umut diyorum,
Gelecek .
isterse gelmesin ! adını değiştirecek değilim şimdilik..




Selam
Muhabbetle,
Sufi.

Hea.ven.ly :
Sevgili pirim, inanmayacaksın ama dün rüyamda gördüm seni,
Üstünde fırça ve renk izleri taşıyan bir elbise vardı,yine böyle bir şelale akıyordu Sufilerin üzerine,
Şimdi anlıyorum ki bu ancak yaşanarak yorumlanabilecek bir rüyayımış.
Ve ben son yazdıklarını düşünerek ve senden öğrendiğim “bişno az ney” diyerek yazındaki son satırları düşünüyorum:
“ çok iyi biliyorum ki kendisini anlamayanlar ,kendisini göremeyenler başkalarını da yakalayamazlar,kendimize zalim olmak daha iyisini ,daha üretkenini ortaya koyabilmek içindir cansufi” (jm)

Yazarı:Sufi.


Yaban Kumrusu / Naime Erlaçin



YABAN KUMRUSU

Sufi´ye İthafen,


Sisli bir yalnızlık gibidir ölüm...
Bilinmeyenin içinde tek başına yitmek, kaybolmak...
Ve yeniden doğmak şairin dilinde...
Pir-ü pak, taptaze, dipdiri…

Ölmek hangi hesabı sonuçlandırıyor, düşündün mü hiç? O ki doğumdan önce de vardı. Ondan geldik; ona gideriz hepimiz. Ah bu korkularımız! İntihardan ne sık söz ederiz. Yaşamaktan ürktüğümüz için midir dersin? Yenilgiler cehenneminde yanmaktan korktuğumuzdandır belki. Birileri gerçekleştirmiş diye ne çok kıskanırız onları. Ama yapılmaz... Yapamayız. Bu yüzden de söze ve sözün anası şiire dokunur ellerimiz.

Sen kırık ötüşler bırakırsın evrene...
Bizler, "söz"lenir ve söyleriz...

Bu kış yaşamdan yine ayrı düştün. Ne kadar da benzemiyoruz birbirimize. Benim bir eşim var; senin yok. Onu arıyorsun sabahları balkona astığın çığlıklarla... Bense suskunluğumda, yaradılış anında vaat edilmiş olan sözümü... Susmak da bir tür konuşmaktır, biliyor musun? Şakımayı öğrenemedin lakin bağırarak bir ün bırakıyorsun sonsuza. Ben, içimin boşluğuna saldığım sözcüklerle anlatıyorum meramımı... Ölümü, hayatı, aşkı ve sevda karası hüzünleri “söz”lüyorum oradaki "ben"lerle. İpine tutunduğum bir uçurum var. Sen görmüyorsun. İniyor çıkıyorum durmadan. İniyor, çıkıyorum… İnan ellerim kanıyor ama yılmıyorum. Kimi gün bir dağ ateşinde yanmayı seçiyorum. Küllerden yine yaratmak için kendimi...

Anlamazsın sen. Sana ölüm, kalbin durması demek... Açlıktan, sayrılıktan; belki de vicdansız bir kedinin pençelerinde inleyerek... Hayattan kopardığın anlam, yalnızca eylem ile sınırlı. Veya eylemsizlikle... Hâlbuki yazan kişi eylemsiz de anlamlayabilir, özüyle anlamlandığı gibi... Gördün mü, ne kadar farklıyız!

En fazla kaç boyutta yolculuk edebilirsin? Üç, dört, beş? Ruhumun koyaklarında dolaşırken, “ödünç alınmış büyülü âlemlerde, ‘n’ sayıda boyuta hükmediyorum” diye övünsem şimdi, darılır mısın? Gidilmemiş göç yolların var senin, sıcak ülkelere uzanan katar katar özlemlerin... Beni sorma hiç. Asırlarca önce evcilleştim. Evcilleştirdiler ve sözü keşfettim böylece. Diğer kuşlardan farklıyız biz. Göçemediğimiz sürece mekânsal kısıtlanmalar, iç yolculuklar aracılığıyla özlemlerin patlamasına neden olur.

Sen haykırırsın, ben söylerim…

Biraz dert yansam, dinler misin? Âdemoğlu sözün değerini bilmiyor artık. Yaşam ve ölümün iç içe’liğini… Neden içimizde intihar ettiğimizi bıkmaksızın ve neden her satır ve mısra ile ana rahmine geri dönüp, orada bir kez daha yunup yıkanmak istediğimizi… Dışa vurdular çünkü. Hemen hepsi dışa vurdu. O denli berbat evcilleştiler ki, safi “dış” oldular! Hasreti, ayrılığı, sevdayı unutmuş gibi görünüyorlar. Şairin ölüm özlemini de bilmiyor onlar. İnsana dair ne varsa külliyen unutuldu…

Üzülüyorum yaban kumrusu. Zarf ile mazruf birbirine karıştı epeydir. İzlediklerinden utanır oldu sözüm. Ve sol yanım budanıyor gün geçtikçe. Hiç değilse bunu anlayabilirsin. Evrensel bir duygudur. Eşini kaybettiğinde hissettiğin acıdan farkı yok inan.

Örselenmiş yüreğimi sana bağışladım. Anlat bana şimdi, bu yarayı nasıl kanayacağım?


Yazarı: Naime Erlaçin



Ses Gittiğinde / Ömer Serdar




Ses Gittiğinde

ses gittiğinde başlamıyor
başımla gözümle demir yalazı elbet
bu kısmı benden olsun ey
kıvılcım serüvenlerin eğilsin
onca sönen fer benden
hiç kimse yakamazken bu kenti
olsun

elindeyse
ki artık her şey imkânsızlığın
buz dağlarına kattığın avuçların
dokunan ellerinin savurganlığı

ellerinin savurganlığını dokun an
hangi yönden gelirse gelsin kabul ettiğin rüzgâr
tutunur tutuşur surların
ne neron ne roma ne sütunların için
yalnız kavrulursun
yalvar yakar

dülgerin bütün yongalarını sen yakarsın
duman duman inkâr kapsarsın atmosferine
detaysızlığını oynarsın
onarsın yonga mevsimini

gittiğinde ses
dörtte üçünü dünyanın bir adıma üç yörünge
sarıyor söndürüyor ıslak burçların

üç gün mü desem üç ay mı üç yıl mı
kale esaretine batırıyor, boğuyorsun
okyanus diyorlar ya
ardına akmayı sürdürüyorsun tüm nehirlerin
infazına
yanıyor yakıyor yıkıyorsun

bir buzul erimiyor... övünç
ozon olduğu için sevgilisi
dayanıyor
övünç

antartika ele geçiyor
bilmiyorsun
tutmalısın ümit burnu’ nu
gizliyorsun
hiç ilgin yok oysa

ey ses ! eğme başını
sustuğun yön bu övgü
bilmiyorsun kavradığını boğazı


Yazarı: Ömer Serdar


Can Baba Anlatıyor!...



mare nostrum

en uzun koşuysa elbet
türkiye'de de devrim
o, onun en güzel yüz metresini koştu
en sekmez lüverin namlusundan fırlayarak...
en hızlısıydı hepimizin,
en önce göğüsledi ipi...
acıyorsam sana anam avradım olsun
ama aşk olsun sana çocuk,
aşk olsun

can yücel


Kitaplara İnanır Mısınız?




( Sufi , tüm yazıları/ 15 Nisan 2005- defter arşivinden)

Kitaplara inanır mısınız?
Tanrı unutkanlığına nasıl ? !
her şeyin levhi mahfuzda tutulduğuna bakmayın,
Tanrı da unutur kimi zaman; yoksa insanoğlunun "sersefil" duruşu çekilir şey değil !
Siz hiç ilkbaharda yağmur sonrası bir avuç toprağı kokladınız mı?
Karahindiba çiçeğini ?


"CEVAPSIZ KALMAK" !

bir kez daha vuruldum, gecenin orta yerinden.
Bundan sonra her tekila kadehinden sonra Razi 'yi anacağım ! (Alkol kaşifi ), ve son damlalarını onun için toprağa dökeceğim (eski İran’da iki kişi için bu yapılırmış birincisi Hayyam öteki Razi ).

Gönül senin hakkında kötü zanda bulundu,
Senden ırak, çok ıraklarda dursun !
Bunu da ancak kendi güçsüzlüğünden yaptı,senden ırak olsun !
Her Safralı gönüllünün ağzında acılık var.
Şeker ,seni kıskanır, senden ırak dursun !

"SANRI KÜLTÜ" ! kapından parmak ısırarak ayrıldım .

Ergenlik çağımdan itibaren hep yapmak istemişimdir kitaplarda yazan şeyleri..hep yürümek istemişimdir toprakta, elimde bir yürüyüş değneği, gürültüden çok uzaklarda , hep at sürmek istemişimdir uzak diyarlarda , bir karahindiba çiçeği elimde olsun istemişimdir hep, yolda gördüğüm ilk hüzünlü bekleyişindeki kadına verebilmek için .
Kurşun toprağın,düşlerimin ıslaklığını ..
Bugün dönün bakın ayaklarınızın altına lütfen,
Ayaklarınız artık hiç toprağa değmez oldu !
Kat kat asfalt sizi ürkütmüyor mu hiç?
Oysa sudan ,topraktan yapılmış senin gibi bir varlık yoktur alemde .

Bu akşam kendinize bir iyilik yapın:Ay’ı izleyin, Ey Ay yüzlü sevgili !
"Yeniden doğdun,parladın" diyen sesimi duyacaksın , o an feleğin çevresinde salınacaksınız.
Gece, sükun, sessizlik size hiç yaşamadığınız Aşkı yaşatır.

Ah, Ey gönlümle nefes nefes yaşayan,hayat bulan garip hayal ,
Ben senin o gülerek doğduğun sabahın kölesiyim..

o O o

Tanrım, ey gecenin kalbinde gün gibi parlayan garip mum !
Sen nasıl bir şeysin?
Hem hırsızların şahnası,
hem vezir
hem bekçisin sen,
Ne olur önümüzdeki bu ilkbaharda bu kulunu karahindiba çiçeklerine çok görme..
UNUTURSAN BENİ,
UNUTACAK GECE .
fırsat ver ..
Son değil, başlangıç istiyorum
CEVAPSIZ KALMAMAK İÇİN !


Yazarı: Sufi.


Kimim Ben? / Feryal Tilmaç



"Dünyadaki günlerin hepsiydim.
Hayaller silikti" /
Sami Baydar

Ben Pazartesi
Omuzlarım düşük, üstümde dirsekleri aşınıp yer yapmış gri paltom var, başımda küçük gelen soluk siyah şapkam. Kulaklarımdan üşümeye devam ediyorum. Suçluyum biliyorum. Sevilmeyen işlerin, bırakılamayan maddenin, önlenemeyen oburluk dürtüsünün şahidiyim. İsteksizlik gövde kazanıyor ilk ışıklarımla. Bir karabasana dönüşüp dolaşıyorum şehrin tüm yatak odalarında. Uykuyla uyanıklık, düşle gerçek, hayalle hakikat, yazgıyla akıl, varla yok arasındaki insanların üzerine abanıyorum. En çok ben yoruluyorum ama suçluyum biliyorum. Kimi zaman adımın tatsız olduğunu düşünür, sevgisizliğin hesabını harflerime keserim. Pazartesi, Monday, Monntag, Lunes… Aslında bu sonuncusu hoşuma gidiyor. Ayın görünmeyen yüzleri, sırlı bahçeleri yıkayan gümüşi bir ışık gibi duyuyorum kendimi. Halimi karşılamaktan ne uzak oysa! Ben Pazartesi, omuzları düşük, kumaşı tirfillenmiş, saatleri kırçıllı yoğun bulut. Gelmeye hazırlanıyorum zihinlerinize. Her yedinci günde her yedinci günde her yedinci günde…İstenmediğini bilmek ne ağır bir zaman kesiti için bile.

Ben Salı
Unutulmuş, sıradan, silik bir kadınım. Hayat üstüme basıp geçiyor. Ne esmer denebilir bana ne de sarışın. Uzun boylu değilim ne de kısa, tombul sayılmam ama zayıf da. Öyle hissiz ki ses tonum; dijital ruh, yapay zeka. Uzun olmayan saçlarıma kısa da denemez. Tenimle aynı renkte bir elbise giyiyorum; bir eski zaman elbisesi değil bu, modern olmaktan da bir o kadar uzak. Kolları bileklerime, etekleri dizlerime kadar iniyor. Yakası açık değil, boğazımı da sıkmıyor ama. Hatlarımı belli edecek denli oturmasa da üstüme, hareket serbestisi sağlayacak kadar bol olduğunu da söyleyemem. Laf aramızda yapmak istediğim bir hareket olduğundan da emin değilim. Şiirlerim yok benim sonra, şarkılarım bile enstrümantal. Kolay dinlenen diyorlar ya, hani dinlemeseniz de olur. Tanrım ilham vermekten ne uzağım! Notaları durağan, renkleri soğuran, kokusuz bir uzam. Bağlamından kopartılabilir mi bir zaman dilimi? Eh tabii benim de cevap aradığım sorularım var. Kişiliksizlik de bir kişilik midir örneğin? Sallandırdığımı söylerse batıllar kulak asmayın. Nerde o günler! Daha doğrusu nerde o biz demeliyim. Kendimi tanımlamam gerekseydi, çok çok katışık mutsuzlukla sevinç yanılsaması arasında bir köprüyüm diyebilirdim.

Ben Çarşamba
Anlamadığını yok sayan, bilmediğini konuşan, düşünmediğini söyleyen- ola ki pek düşünmediğimden- hoşça vakit geçiren, saçları jöleden ıslak, üstü başı tüten, bin kelimeyle yetinen, altı ayda bir güncellenen jargonla konuşan, her dem pop, asla sap, üzümsüz çöp, pamuk helva hafifi bir erkek güzeliyim. Ben Çarşamba, ilkesiz yalancı, üç boyutlu görüntü, sahte parıldayış, sentetik hüzün. İnsanlar beni sever ben de onları. İki nokta üst üste kapa parantez plastik gülüşler dünyası. Bir yanılsamayım; olmayan tatil, görülmemiş düş, nefti yeşil dikdörtgenler prizması. Tek gecelik aşkların, tutulmayan sözlerin, bozulan yeminlerin parlak gözlü adamı. Medium insan, köksüz eğlence, söylenebilecek hiçbir şeyi açıkça söyleyemeyen, gereken yerde ise susmasını bilmeyen çenesi düşük bir zavallı. Sımsıkı blucinim, sıkıcı sohbetim, iki dokunuş Fransız parfümü, pahalı tütün kokusu ya da yanık tenim yüzünden; ihhhiii ihhhiii kadınlarının sevgili erkeğiyim. Aslında insan olsaydım böyle bir erkek olurdum demeliyim. Ortanın ortası, haftanın ortası, ortalama haller adamı ya da Mittwoch. Öptüm hepinizi!

Ben Perşembe
Doğurmaya hazır bir bereket tanrıçasıyım. Kutsallığa, tenselliğe, neşeye, mutluluğa gebe. Her gün kadar ölüme, her gün kadar doğuma gebe arada kalmış üretken saatler bütünü. Kaynayan çilek reçelinin üstünde tutan köpük rengindeyim. Pembe pembe fokurdayan, umut vaat eden bir düşler kadını. Her noktasından tomurcuklanıp patlayan kaygan tenim, simsiyah büyük gözlerim var. Henüz yaşanmamış aşkın heyecanını, çıkılmamış yolculuğun hazırlığını, anlatılmamış hikayenin tedirgin eden büyüsünü, öpülmemiş dudağın yumuşaklığını üretirim bedenimden. Yeni yeni tenler var ederim dantellere sardığım şeker kokulu tenimden. Gri bulutların hafifleyip dağıldığı o akşamüstüyüm, alınmamış soluğun habercisi. Neden sevmez kimse beni? Sevmez mi sahiden ey yazan? Bence sesini kıs, çık aradan. Bırak anlatayım kendimi. Hiç yüzülmemiş denizler, sevişmeye kenetlenmiş ağaçlarıyla çıkışsız ormanlar çizeceğim onlara. Aramıza girmezsen kendi yollarını bulabilirler. Hatta belki de kendilerini kim bilir? Meğer ki her insan bir gün istemiş olsun, bulunur muydu beni alan? Her günü benden oluşan autoreverse bir yaşam. Günaydın, bugün günlerden ne? Perşembe. Her gün günlerden ne? Perşembe. Ben oyum işte evet; gerçekleşmeyecek hayallerin kadını, uyku sonrası midede kazınma, birleşme sonrası açlık hissi. Bir nefes sigara, baş edilemeyen keder. Sahi iki ikiyle toplanınca neden beş eder?

Ben Cuma
Robinson Crusoe’nun sadık adamı…Desem inanır mısınız? Gülümsediniz ne güzel! Değil mi ki ben de bir gülümsemeyim baştan sona; şafak vaktinin kuş sesli serinliğinden, güneşin gidip siyahın henüz yeryüzüne yayılmadığı günün o en güzel saatlerine, akşamın kıvamsız karanlığından gecenin yıldızlara tutunmuş dipsiz göğüne dek…Her şey çok güzel olacak hissi, hasadı kaldırılmış yorgunluk, kristal kadehte yudumlanmaya hazır berrak amber renkli yıllanmış bir şampanya konyağı belki. Her yudumum ipek damlası gibi yayılıp okşar damağınızı, hafifçe dokunarak geçip giderim ardımda hoş anılar bırakarak, hiç yaşanmamış gibi. Hiç durmadan yaklaşmak isteyeceğiniz bir tenim var, belirip kaybolan sakallarım. Erkeğim tabii, söylemeyi unuttum sanırım. Akşamlarıma büyülü beyaz perdeler gererim tüm dünya sizin olsun diye. Bir gönlüm olsaydı ona zengin demek hiç de yakışıksız olmazdı doğrusu. Aldırmayın! O suda suretini görüp aşka düşme meselesi kutsal seçilmişliğimi dengeleyen kötü tarafım. Dedim ya aldırmayın, sadece keyfimi çıkarın. Dokunduğu yanılsamasına kapıldığınız bakışlarımın, okşayan, dinleme değil içme duygusu uyandıran ses tonumun. Ben Cuma yok sayılan umudun erkeği, uzak ama yakın, yakın ama uzak düşsel sevgili. Nasıl da kendini beğenmiş durumuna düşürüyor değil mi beni yazan? Sevgilim yazan, şefin tavsiyesi, ben yapımı günün aşık kadını.

Ben Cumartesi

Günlerin en güzeli, hermafrodit bir yeniyetmeyim. Sonsuz eğlence, derin uyku, iyi seks, güzel yemek vaat ederim. Mevsimden bağımsız yumuşak iklimim, ısıtan ama yakmayan tombul sarı güneşim, usta ellerden çıkmış şahane resimlerim, bakanın içinde çiçekler açtıran rengarenk giysilerim, insanların kanını kaynatan neşeli ezgilerimle bir içim su gibiyim. Fildişi kuleli, altın çeşmeli masallarım var, aşk eğretilemeleriyle bezenmiş öykülerim, mutluluk imgeleriyle örülmüş şiirlerim; anlatırım, okurum, söylerim…Hayatın her duyunuza hitap eden yirmi dört saatlik zevkiyim. Gecelerimin ateşinden söz edenlere kulak verin. Mitolojik bir tanrı olsaydım Dionysos olarak anılmak ister, ruh halimi de esrik diye tanımlardım sanırım. Peşimde havarilerim, şarkılar söyleyerek kırlarda dolaşır, bağbozumlarına katılır, heveslilerine şarap yapmayı öğretirdim. Size kendimi anlatmak için akla karayı değil gökkuşağının tüm renklerini seçerdim. Kırmızılarımı görün isterdim, mavilerimi, yeşillerimi, sarılarımı…Ben Cumartesi, size armağanım olsun o en büyük unutuş. Hayatın tüm yükü omuzlarınızdan kalkmışçasına hafiflesin her bir nefes alış. Ben Cumartesi, su perilerinin, satirlerin, iki uçlu kaçıkların delibozuk efendisi. Durmayın uzatın, uzatın elinizi…

Ben Pazar
Size kendimi anlatmam istendiğinde rahatsız oldum. Ne anlatacaktım ki? Rutubetli ağır bir hava, yüksek basınç, esneyip uzayan zaman, terkedilmiş şehir, uzaktaki bir radyodan etrafa yayılan kasvetli maç gürültüsü belki. O kadarına bile enerjim yoktu. Sonra Katip Bartleby’yi düşündüm. Herkesin bir kahramanı vardır. Biz günlerin de. Karar verdim. Ben Pazar, buyum. Çok bile konuştum.

Yazarı: Feryal Tilmaç


Dr.Aleida Guevara (Che’nin Kızı) Anlatıyor!



Aleida Guevara (Che’nin kızı) Anlatıyor!

Aleida tıpkı babası Che gibi bir Doktor ve mesleğinde oldukça başarılıdır.
Bizler onu dünyanın çeşitli afet bölgelerinde 300 kişilik Küba’lı Doktorlar ordusuyla tanıyoruz.
En son Pakistan- Bangladeş deprem bölgesinin ulaşılmaz, sarp dağlık köylerinde ve en zor coğrafi koşullarda yaralı, hasta tenlere o merhametli ve sihirli ellerini uzatırken gördük.
Babası Che ile yayımlanan son fotoğraf karelerinde “amca” dediği Fidel’in kucağında görülüyor. Aleida 4 yaşındayken Che, Küba’dan ayrılır.

Onunla geçtiğimiz günlerde gerçekleştirilen söyleşiden kısa bölümleri defter okurlarına aktaracağız. Dünya’yı tam bir cehenneme çeviren, hak, hukuk, adalet, paylaşım kavramlarının içini iyice boşaltan, bölgesel, etnik savaşları körükleyen, kardeşi kardeşe kırdırtmak isteyen , bölen, parçalayan Batılı cinnet kuşağının neo liberal zihniyeti bilmelidir ki yeryüzünün bir kıyısında hala insan yüreği olanca gücüyle çarpıyor. Tıpkı o Kuvayı Milliye ruhuna sinmiş ve yedi düvel tarafından yakılıp, yıkılan Anadolu’nun yeniden
kuruluşundaki o efsane niyeti barındıran pak tenler gibi.
Tüm yoksulluklarına rağmen onurlu ve dik başlı durabiliyor ve ülkelerinin en ücra köşelerine bedava eğitim ve sağlık hizmetlerini götürebiliyorlar. “Dünya çocuk sağlığı kongresine katılan o Amerikalı Bilim kadınının saptaması belki de en doğru sestir: “ Ömrüm boyunca Küba’lı ilk okul çocukları kadar neşeli bir kuşak görmedim.”” Belki de bundan dolayıdır ki Amerika’nın yürüttüğü Küba karşıtı tek taraflı propaganda Amerikalı çoğu Bilim insanı nezdinde ters tepiyor ve çok ilginçtir ki o Amerikalı aileler kendi çocuklarını daha “sağlıklı” ve okullarında patlayan şiddet ruhundan uzak tutmak amacıyla Havana okullarına gönderiyorlar! Bu okullarda ne sekülarizm ne de din düşmanlığı yapılmıyor, bu okullarda sadece “adam gibi” eğitim veriliyor, kuru , ruhsuz ve çoğu eski doğu ülkesindeki propagandalara yönelik bir zırvalıktan eser yok.

Dünya tersine dönmüyor, olması gereken enlemde dönmesi şaşırtıyor bizleri ya siz ona bakın!

Söyleşiden Pasajlar:
- Babanız Che’yi anımsıyor musunuz?
Aleida: Hayır, o gittiğinde ben 4 yaşındaydım, öldürürlüğünde ise 7, onun için çok fazla bir şey hatırlamıyorum.
- Sizde bir Doktorsunuz, Babanız da bir Doktordu. Onun anısına mı seçtiniz bu mesleği?
Aleida: Babam sadece bir Doktor değildi. Ekonomi ve Askeri konular uzmanıydı aynı zamanda. Ben bu mesleği insanlığa ve de özellikle de çocuklara hizmet edebilmek için seçtim. Keder ve Sevinç arasında çok ilginç bir bağlantı var. Tıp bilimi insanlığın acılarını dindirmek için var.


- Şöyle bir söylenti de var, Babanız galiba Küba’da ağırılığnı hissettiren bürokrasiden kaçtı.

Aleida: O ve Fidel bu tarz bir yapılanmaya hep karşı geldiler. Farklı düşünmüyorlardı...

- Galiba Babanız sonuçsuz bir ayaklanmanın kurbanı oldu.

Aleida: Ben öyle düşünmüyorum. Bunca yıl geçti, o hala seviliyor. İşte bakın siz bile benimle sadece onun kızıyım diye söyleşi yapıyorsunuz...

- 1970-80’li yıllarda biz bir dizi yenilgilere tanıklık ettik. Ama sadece Küba kendi kazanımlarını koruyabildi. Bunun nedeni neydi?

Aleida: Küba’da Eğitime çok önem veriyoruz. Ülkemizdeki yazma okuma oranı yıllardan beri %100 dir .
H. Marti der ki: “ Bir millet sadece kendi öz kültürü ile özgürlüğünü ve kazanımlarını koruyabilir.” Milletin bilmesi gerekiyor hangi yol, yordamlarla özlediği hedeflere ulaşabilir. Böylesi bir milleti kimse aldatamaz.
Bu nedenden dolayıdır ki biz Küba’da eğitim üzerinde bunca titriyoruz. Küba halkı arasında tarihte eşi görülmemiş bir dayanışma, yardımlaşama duygusu var. Herkes kendini topluma yararlı bir kişi olarak görmeli, öyle hissediyor, öyle hissetmeli.
Bu dayanışma duygusu ekonomik zorluklarla başa çıkmamıza yardımcı oldu.

- Küba yeniden kapitalizme döner mi?

Aleida: Biz Küba’lılar bağımsızlığımıza çok düşkünüz. Ama bu diğer ülkelerle işbirliği yapmamıza mani sayılmaz. Bizim tüm Latin Amerika ülkeleri ve dünyanın birçok ülkesi ile yakın ilişkilerimiz var.
Biz Avrupa Birliği ve Amerika tarafından uygulanan ekonomik baskılara asla boyun eğmeyeceğiz...

- Avrupa Birliği Küba’daki insan hakları konusunda kimi kaygıları var, bu konudaki görüşleriniz ne?

Aleida: Yanlış bilgiler, yanlış sonuçlara sürükler insanı. Her şeyden önce şunu belirlemeliyiz hangi insan haklarından söz ediliyor? Onların yapamadığını Küba yapıyor: Bedava Eğitim, Sağlık hizmetleri hakları ve kazanımlarımız var.
Sosyal Hukuk kuralları sonuna kadar uygulanıyor ve kazanç dağılım eşitliği var, bu yönlerden çoğu Avrupa ülkesinin çok ilerisindeyiz.
Dünyada bedava eğitim ve sağlık hizmetleri verilen tek yer Küba’dır.
Eğer hala taşıt ve kimi alanlarda sıkıntılarımız varsa bu uzun yıllardan beri uygulanan Ambargonun sonucudur. Küba’da Evsiz, Barksız tek kişi yoktur. Kimse yetersiz ve kötü beslenmiyor. Kimsenin hele çocukların sokakta uyumasına asla izin vermeyiz.
Devlet en uzak kasabalardaki insanların sağlık, eğitim ve beslenme sorunlarıyla bire bir ilgileniyor. Beni kızdıran şey Avrupa Birliğinin riyakar tutumlarıdır.
Guantanama adasındaki insan hakları ihlallerine neden Avrupa Birliği hiç ses çıkarmıyor? Onlar kendi çevrelerindeki gelişmekte olan ülkelere sadece baskı yapıyorlar, onların içişlerine, toprak bütünlüklerine karşı olmadık hakları çiğniyorlar. Etnik kışkırtmalar yapıyorlar. Masum sivil insanların dökülen kanlarında parmak izleri var.
Avrupa Birliği Küba’da insan haklarını gündeme taşıyacağına, Sağlık ve Eğitim alanını “vahşice” özelleştirmekten vazgeçsin ve insan onuruna yakışır bir eğitim, sağlık sistemini benimsesin...


N.D Dergisi /2006
Çeviri :B.D


Defterin notu: yorum yapmaya gerek yok, Amerika ve AB’nin ülkemizde tezgahladığı oyunları tam kavrayabilmek için defter’de yayımlanan Sevgili .Dr. Haldun Çancı imzalı yazıyı bir daha okumamız yeterlidir!

Saygılarımızla


Borges Defteri


Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***